Hayatları, bir hâkimin iki dudağının arasından çıkan kararla.
Bir savcının belki de okumadan imzaladığı kâğıtla. Bir müfterinin gerçek dışı telefonuyla ikiye bölündü. Öncesi ve sonrası. Senden önce. Senden sonra… Kolları kanatlarıyla birlikte orta yerlerinden kırıldı da bilemedi hiç kimse. Ciğerlerinin söküldüğünü de anlamadı görenler. Yanan yürekleriydi. Kokusunu bir kendisi bir de Yaradan bildi.
İçinizde her hafta tutuklu eşini cezaevlerinde ziyarete gidenleriniz vardı. Rüzgârla yarışanı, yağmurla koşanı. Kalın, kirli ve soğuk bir camın ardından 50 dakikalık görüş için kilometrelerce yol yapanı. Cızırtılı bir ahizeden kısık sesle olsun sesini duyabilmek için sevdiğinin, kulağını dört açanı. Saniyelerin ışık hızıyla geçtiği demlerde, dakika kovalayanı. “Çocuklar iyi, biz iyiyiz her şey yolunda, merak etme bizi” cümlesini tekrarlayıp duranı. Ziyaret saatinin ne çabuk bittiğini anlamayanı… Bitince ziyaret saati her birerleri daha dokunmadan döküveriyor inci tanelerini. Her birinin gözleri dolu dolu ziyaretçi kimlik kartlarını bırakıp, alıyorlar kendi kimliklerini. Her hafta eşine para yatıranı da var. Acaba bu hafta yatırmasam mı, diye düşüneni de. Hepsi de kıt kanaat geçinen insanlar. Hepsi de eşlerini bekliyorlar dört gözle. Ziyaret saati bitince yuvalarını arkalarında bırakıp dönen kuşlar gibiler. Savunmasız. Ürkek.
Göz taramasından turnikeden çıkış. Efil efil esen rüzgârla yarış. Cezaevi içinde sefer yapan otobüslere binince her birinin yüreğinde bir ağırlık. Taş desen değil. Ama derin bir hüzün işte. Evde çocuklar bekler. Dışarda sıkıntılar. Kira, faturalar, borçlar, alınacaklar, yapılacaklar… Başka bir gezegene sefere çıkmış gibi her biri. Her biri uzaydan apansız dünyaya düşüvermiş gibi. Göz altlarında hiç geçmeyen morluklar. O morluklar üstünde tertemiz yaşlar. Artık gözyaşları gizlenmiyor akıp gidiyor hürce. Değil mi ki giden gitti. Kalanı bıraktı geride. Değil mi ki, yarıp göğsünü kalbini de bıraktı içerde.
Şimdi ruhsuz birer beden gibi cezaevi ziyaretinden dönen kadınların/ eşlerin/ annelerin her biri. Rüzgâr nereye savursa oraya düşüverecek kurumuş bir yaprak misali… Yüksek güvenlikli, gri renkli hapishane duvarları ve demir parmaklıklar. Kimlik kontrolleri, aramalar, aranmalar, göz taramaları. Eline bir çiçek almana, kâğıda bir şiir yazmana izin vermeyen cezaevi kuralları. Şimdi bir de açık görüşlerde tutuklulara getirilen sarılma kucaklaşma, el ele tutuşma yasağı. Uzayıp giden yasak listeleri. Lacivertin, haki yeşilinin, deri kıyafetin, kapüşonun yasak olduğu, ayakkabıların çıkarılıp arandığı, bebeklerin bezlerine bile bakıldığı o demlerden geçiyorsun sen. Kucağında kimi zaman doğumunu babasının göremediği, bu yüzden açık görüşlerde babasına “Bu amca kim?” deyip yabancılayan yavrun olduğu halde. Kimi zaman okullu yavrunun ellerinden tutup geliyorsun evinin direğini ziyarete. Sıkıntıları anlatmayıp güzelliklerden dem vuruyorsun. Dik duruyor boyun bükmüyorsun. Dertleri şişeleyip gönlünün raflarına çoktan dizmişsin sen.
Yaz gelince özel ders veremeyip üç aylık ev kiranı kimseye muhtaç olmadan nasıl ödeyeceğini kara kara düşünen de sen. Gecelerce göz nuru döktüğün el emeklerini nasıl satarım diye kıvranan da sen.
Eşinin mahkemesi için dokuz yüz küsur kilometre kat edip gelen de sen. Duruşmaya getirilmeyip aylardır göremediğin eşine ‘segbis sistemi’ ile ancak bilgisayar ekranından hasret gideren de sen. Hani eşin beyefendinin ilk sözü “Ah canım! Elinde avucunda bir şey kalmamıştır senin, niye zahmet ettin masraf ettin buralara kadar geldin?” olmuştu da, mahkeme salonunda bir tek duvarların gözleri yaşarmamıştı. Hani bir seferinde eşini bulamamışlardı da seni alıp götürmüştü aramaya gelenler. Amaçları gerçekten suçlu yakalamak değil di ki. Sen de biliyorsun. Amaçları seni yıldırmaktı. Elin kolunu bağlamaktı. Emzikli bebeğin olduğuna da bakmamışlardı. Biri üç, biri beş yaşındaki yavrularına da acımamışlardı.
“Acımak yok, acırsanız acınacak hale düşersiniz“ diyordu zira emir verenleri. Acınacak halde olduğunu bilmeyerek. Hani bir başka sefer kapalı görüş bitmişti de, bitmemişti gözyaşların senin. Dilinde sürekli “Bitsin Allah’ım, bitsin Allah’ım” cümlesi vardı. Ne dediysem teskin olmamıştı yüreğin. Omuzların düşmüş boynun bükülmüştü ayrılıktan. Tam 18 ay oldu hocam, diyordun, hiç sebepsiz mahkemesiz geçen on sekiz ay. Takatin kesilmiş, gözyaşların sicim gibi inmişti. “Çocuklar babalarını çok özledi.” Hani bir gün bana demiştin ki, yavrularım “baba” kelimesini duymaya hasret. Ekrandaki adamlara sokakta gördüklerine diyorlar baba, diye. Hani ben de sana demiştim ki, büyük oğlum (2,5 yaşında) eline geçen her oyuncakla babasını arıyor bir telefon gibi. “Baba sen işe gittin, artık gel” diyor her seferinde. Her seferinde oyuncak telefonunu kulağıma dayayıp, anne baba arıyor diyor. İşte o anlarda söz de bitiyor, ben de bitiyorum. Bir tek için için ağlama hissi bir de hasretin geniz yakan sıcaklığı kalıyor geride.
Her şeyden ve herkesten öte hani sen de bilirsin, herkeste bilir ki. Alnın ak senin, başın dik. Suçlu değilsin sen, masumsun. Zalim değilsin şükür ki mazlûmsun. Hür değil belki, evet mahkûmsun. Ama ki bir kader var kaderin de ötesinde. Bir hesap var kıldan da ince. Hiç tasa etme. Kışın bahara, gecelerin nehara döneceği o anı sabırla bekle. Öyle bir bekle ki, beklemek denince sen gelesin akla. Ümitle ve duâyla bekle, sabırla ve aşkla…
Asrın Hacerlerine muhabbetle… Saygılarımla...