İzin verdiğin yere kadar adımlarım.
Bir damlanın camdan aşağı süzülürken kendine açtığı yollar kadar yollarım. Bir sahici sen kaldın, bir de gözyaşları bu yolların. Adımım, adımlarım kaldırımlarında. Avuçlarımda kırık bir çiçek kaldı maziden. Gözlerimde asılı kaldı gözyaşlarım. Bir umman olsam alamazdım içime hasretini. Bir çağlayan olsam bir damla suyun olmazdı yüreğimde. Taşar, taşar coşardım. Kendimi aşacak, bendlerimi yıkacak kadar..
Firakın en acısı, hasretine alışılan değil, hasretinin hergün daha bir şiddetle yaktığıdır. Hasretin en acısı da öyle. Dökebiliyorsan dök içini bulutlara. Güneşle açığa çıksın sırların. Akşamları, geceleri koy terkine. Belki karanlıkları, yalnızlıkları.. Şahlansın küheylanın dört nala. Gecenin karanlığında buğusu çıksın nefesinin. Yeleleri dalgalansın etrafa. Savursun seni, nefesini, hayallerini, esrarını sonra. Kimse görmesin, duymasın, dokunamasın onlara.
Ezanlar... Hiç gözlerinde gözyaşların asılıyken ezanı duydu mu kulakların? Hiç dem ve damarlarına işletircesine dinledin mi o an? Sanki o, Allah’tan sana bir hediyeymiş gibi sakladın mı yüreğine? Sanki dünyada hiç kimse yokmuş, Allah o ezanı senin için okutuyormuş gibi bir duyguya kapıldın mı? Yanacak, yakacak, yandıracak olanlara özel ikramıymış gibi hissettin mi? Ne ulvîdir değil mi, ne kadar hazin... Hiç kimsenin olmadığı yerde Ben varım der Yaradan. Gönlünün hüznünü Bana dök, gözyaşını Bana akıt, Bana döndür mahcup bakışlarını... Hüznünü gidereyim, gözyaşını sileyim, kalbini ferahlandırayım der âdeta. Ve artık asılı kalmaz gözyaşların. Akarlar akabildiği yere kadar.
Güneş evrilirken karanlığa, hüzmelerini bırakır ardında. Bir süre daha güneş batmamış hissini veren o hüzmeler... Niyeyse ümidin şarkısı gibi gelirler bana. Mahcup yere düşen bakışlara birşeyler der gibiler. Yeknesaklık, ülfet, fütûr kalelerini zir ü zeber eden ve âdeta “pencerelerden seyret, içlerine girme” dedirten, ders veren türden.. Hadiselerin müz’iç dağlarvâri tehacümü, keder olup gam akıtırken, Rabbim tesellisini de birlikte gönderiyor. Gözlerini bulutlandırıp ağlatacak kadar.. Ağlamanla teselli, gözyaşlarıyla medet kapılarını bulduracak kadar..
Hayatın enmûzecine takılı merdivenler önünden yavaş yavaş kayarken, bir düğüm bırakıyor güne. Şehre, yaşanmışlara, yaşanılacaklara dair...
Aslında... Bir gül bırakacaktım geceye. Bütün yaşanmışlıklara adanmış, onların anısına.. Ama kalem senin iradenle yürümüyor önünden. Söz dinlemeyen çocukların bazen arkada kalıp bazen de önden gitmesi keyfiyetinde..
Yoksa... Acıların çaresiz bıraktığı yürekleri dillendirecektim.
Seher vakti hazana düşmüş yaprak gibi titreyenleri, zulmün koynunda büyüyen Musa’ları.. Firavun zulmüne sessiz kalıp “karnımızı o doyuruyor” diyen insanların zavallılıklarını.. Vicdanları tefessüh etmişlerin kokuşturduğu canları..
Boş kalan fakülte odalarını, hastane koridorlarını, okul bahçelerini.. Fitne tohumlarının nasıl kısa sürede her yeri sardığını..
Dedim ya.. Kalem elden düşüyor aslında böyle zamanlarda. Acze düştüğü, acizliğini haykırdığı durumlar bunlar. Sessizliğiyle çığlık attığı, resmetmekte güçlük çektiği, yüzünü yere eğip mahcup beklediği zamanlar.. Dolu olup dolduramadığı, derdini kimseye anlatamadığı ân-ı seyyâleler...
Sabahın güneş ışıklarını dağıttığı, dağıtmaya başladığı o müstesna vakitler sizin içinizde de ümit tohumlarını diriltiyor mu? Ya da ikindi, asr vakti hüzmelerini toplayıp götürürken yeni bir neşve uyandırıyor mu içinizde? Bir çiçek, kuş, çimen, bulut... Bahar... Sanki herşey bir anda bast-ı zamana uğrayacak, insanlar her şeyi unutacak ve eski günlere geri döneceğiz gibi geldiği...
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” buyuruyor Cenâbı Hak. (Zümer, 53) Biz de bu âyetin diriltici, kuşatıcı, rahmete gark edici müjdesine yapışalım. Sahil-i selâmete çıkmayı umarak...