Öteden beri milletçe böbürlenmekten, övünmekten zevk alıyoruz.
En küçük bir başarımızı, adeta erişilmez bir zafer olarak şaşaalı törenlerle kutluyoruz. Devletin, hükümetlerin zaten yapmakla mükellef olduğu hizmetleri dahi sanki fazladan bir lütuf imiş gibi görkemli törenlerle duygusal nutuklarla nazarlara vermek zaten adettendir.
“Bizler efendi olmaya gelmedik; hizmetkâr olmaya geldik” diyenlerin kulağa hoş gelen beyanlardan sonra, yaptıkları hizmetleri her gün her fırsatta abartılı nutuklarla başa kakmaları da bir başka tezat örneği değil midir. Hak ve hukuklarının farkında olmayan ve şakşakçılığı alışkanlık haline getiren çevrelerin, kendilerine hizmet etmekle yükümlü olan yetkilileri her fırsatta alkış tufanına tutarak, mübalâğalı övgülerle göklere çıkarmaları da bir başka garabet örneğidir.
Bu böbürlenme ve övünme marazı günümüzle sınırlı olmayıp, mazisi çok eskilere dayanıyor. Kurtuluş Savaşı’nda kadınıyla, erkeğiyle, askeriyle, siviliyle bir bütün olarak işgal kuvvetlerine karşı kazanılan zaferin bütün başarısı M. Kemal’e verilmişti. Tabi onun da milletin bu zaafından faydalanarak; “Ne mutlu Türküm diyene - Bir Türk Dünyaya bedeldir - Türk övün, çalış, güven - Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” gibi tamamen ırkçılık kokan fikirleri millete kabul ettirme becerisini göstermiş olması da calib-i dikkat bir tablodur maalesef.
Geçmişteki böbürlenme, övünme alışkanlıkları ara vermeden devam ediyor. Dün M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nın bütün kahramanlıklarını, hasenatlarını çevresindeki en yakın komutanları tafsiye ederek kendisine mal ederek, Hacı Bayram’daki namaz ve duâlar eşliğinde Cumhuriyeti ilân ettiği gibi; bu gün de mevcut iktidar var olan bütün iyilikleri ve başarıları liderlerine mal ediyor. Yine bir Cuma günü Hacı Bayram’daki namaz ve duâlar eşliğinde yaklaşık doksan beş yıllık parlamenter sistemin ruhuna Fatihalar okuyarak, şaşaalı kutlama törenleriyle tekrar başkanlık sistemi dedikleri tek adam sistemine geçişi kutluyorlar. Bütün bu alışkanlıklar, hep bir kurtarıcı arayışlarımızın bir sonucu olsa gerek.
Bu güne kadar hatalarını, kusurlarını, yanlışlarını itiraf eden idarecilere hiç rastladık mı? Şunları yaptık, ama maalesef söz verdiğimiz halde şunları şunları da maalesef yapamadık diyebilen kaç tane idareciye şahit olduk acaba? Gerçi “ne istediler de vermedik?” beyanlarından sonra “maalesef aldanmışız; Allah’ım ve milletim affetsin, manevî alandaki hizmetlerde sınıfta kaldık” gibi itiraflar da zaman zaman oldu. Ama akabinde de; “Bu güne kadar ne aldandık; ne de aldattık..” şeklindeki beyanlara ne demeli bilemiyorum.
Yine bir siyasinin; “İyi ki bu askerlerle herhangi bir savaşa girmemişiz. Bunların hepsi hain darbeciler imiş” ağır ithamlardan sonra; “Maalesef aldanmışız. Bunlara kumpas kurmuşlar. Bunların hepsi de şanlı ordumuzun kahraman askerleriymiş.” gibi birbirini naks eden ifadeler ile aldandıklarını itiraf eden idarecilerimiz yok değil. Ama bu ve benzeri aldanmaların neticesinde meydana gelen ağır bedelleri aldananların değil; milletin ödüyor olması bir başka acı gerçek.
Seçim dönemlerinde milletin reylerini devşirmek için kulağa hoş gelen vaatlerle, celbedici söz ve teminatlarla, mübalâğalı propaganda ve reklâmlarla iktidara gelip, iş başı yaptıktan sonra verilen bu vaatların, bu sözlerin ve teminatların ne kadarını yerine getirdiler bizi idare edenler?