"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Namık Kemal'in rüyası

M. Ali KAYA
03 Aralık 2016, Cumartesi
Bediüzzaman’ın Münâzarât isimli kitabında “Meşhur Kemal’in ‘Rüyâ’sıyla uyandım” sözüyle bahsettiği “Rüya,” Nâmık Kemal’in aynı adı taşıyan uzun makalesiydi. Hürriyetin mânâ ve muhtevasıyla ilgili çok enteresan fikirleri ihtiva eden bu değerli makaleyi neşrediyoruz.

(Bin iki yüz seksen dokuz senesi Safer’inin on dördüncü gecesi (24 Nisan 1872) görülmüş bir rüyadır).

Bir dem-i gaflette bildin tâ zeval-i âlemi

Âlem-i rüyada çok gördün misal-i âlemi

Habdır nisbetle mazi subh-u istikbâline

Böyle tabir eylemiştir hayâl-i âlemi

(Bir uyuklama anında bildin tâ dünyanın sonunu

Rüya âlemini çok gördün rüyanda

Mazi, geleceğin sabahına nisbetle uyku gibidir

Hayal âlemini böyle yorumlamıştır)

Bir akşam üstü boğaz içinde deryaya nazır bir bağ köşesine gitmiş, garibâne pencerenin köşesine oturmuştum. Hayalime ahval-i âlem (dünyanın halleri), gönlüme bir garip elem geldi. Tenezzüh (gezinti) için etrafa baktım gördüm ki 

“Yemm eşk-i ediban gibi aheste-revolmuş

Bâdâh-ı garibân gibi gamgîn ve ciğergâh

Eşcârda bir savt-ı  hazin var idi güya

Gönlüm gibi eyler idi hasret ile âh!”

(Deniz ediplerin gözyaşı gibi sakindi

Gariplerin rüzgârı gibi hüzünlü ve ciğeri yaralı

Ağaçlarda bir hüzünlü ses var idi güya

Gönlüm gibi eyler idi hasret ile âh )

Derya o kadar latîf ve rakîd (durgun) idi ki üzerinde olan ufak ufak mevceler (dalgalar) koyu yeşil bir çemenzâra (çimenliğe) konmuş bir beyaz güvercin alayı zan olunurdu. Hava o kadar aheste vezân (esinti) olurdu ki yaprakların hareketi ciğerpâresinin rahatı için gece uykusundan mahrum olmuş bir şefkatli validenin kalbi söylediği ninnilerden dağınık saçlarına gelen ihtizazlar (titreyişler) gibi fark olunur olunmaz derecelerde idi.

Bu halde gözlerimin nuru azalmaya başladı. Temaşanın gönlüme verdiği ta’b-ı sevdavî (sevdalılara has huy, tabiat) asârından (eserlerinden) zannettim. Bir de semaya baktım ki güneş ikbalinin (bahtının, talihinin) en revnaklı (renkli) zamanında daman (etek) ü (ve) giribanını (elbisesinin yakasını) parlayarak inziva-hane-i âdeme (yokluk sığınağı) çekilen felek-pervezân-ı devlet (devletin uçuşan göğü) gibi üzerindeki bulutları yırta yırta mağrib-i ihtifâya büründü. Bir kabristân-ı fenadan nişan verir bir korkunç toprak rengi bağladı. Etrafına yetimlerin kanlı yaşına numüne olacak bir ateşli kızıllıktan başka bir şey kalmadı.

Gide gide her tarafa bir dehşet çöktü. Kâinata bir beht ve hayret müstevli oldu. Behâim eğilerek mağaralarına, kuşlar çağrışarak yuvalarına çekilmeye başladılar. Arası bir az daha geçer geçmez karada bir iki bülbül-i nâlendeden (inleyen bülbülden), deryada birkaç hanendeden (şarkıcıdan) başka sesi işitilir ferd-i âferîde (hiçkimse) kalmadı.

Gönlüm bu âşıkane temaşalar ile kendinden geçmiş, nazarım ise etrafa müstevli olan (yayılan) muhit-i zulmetin (karanlığın yayıldığı alan) â’mâk-ı hafâsında (gizli karanlığında) gâib (kayıp) olmuş, gitmişti. Gittikçe zulmet (karanlık) bir hâle geldi ki, karanlığı el ile tutmak kabil (mümkün) gibi görünüyordu. Sayesinde eğlendiğim her ağaç nazarımda bir gulyabani şeklini bağladı.

Güya ki yeryüzü zîr-i zemine (yerin altına) geçmiş veyahut zulemât-ı mekâbir (kabirlerin karanlığı) rûy-ı arza (yeyüzüne) çıkmış idi. Güya ki ölüm matem esvabına (elbisesine) bürünmüş de meydana uğramıştı. Güya ki yed-i kudret (kudret eli) şu bir avuç hâki (toprağı) avâliminden (âlemlerinden) ayırmış da adem-âbâd-ı nisyâna (yokluğu çok olan unutkanlığa) atmış idi. Güya ki pençeleriyle seyf-i tâ’addiye (adaletsizlik kılıcına) sarılan şühedâ-yı hürriyetin (hürriyetin şehitleri) her dem (an) cûşân (coşkun) olan taze hûn-ı siyahı (siyah kanı, gözyaşı) bir deryâ-yı bî-keran (uçsuz bucaksız deniz) şeklini almış ve emvâc-ı tufân-hurûşuyla (tufan gibi coşmuş dalgaları) dağları, taşları ihata ederek (kuşatarak) havâ-yı zulme (karanlık havaya) karşı kabarmış kabarmış da bağladığı şekl-i hâilde (korkulu şekilde) dona kalmıştı.

Etrafıma bakmak istedim. Halin dehşetiyle nûr-ı basar (göz nuru) kirpiklerden ayrılmağa cesaret edemezmiş gibi nazarım hiçbir şeye ta’alluk (bağlanamadı) eyleyemedi. Ben ise, Yâ Rab, bu perde-i zalâm (karanlıkların perdesi) içinde acaba kaç mazlûmun kanı dökülüyor da Senden başka kimse görmüyor! Kaç gaddarın hançer-i ta’addîsine (düşmanlık hançerine) su veriliyor da Senden başka kimse bilmiyor. Kaç yetimin gözlerinden oluklar gibi yaş akıtılıyor da Senden başka kimse vâkıf olmuyor! Kaç dâd-hâh (adalet isteyen), zâlim elinden feryâd ediyor da Senden başka kimse işitmiyor! Yollu birtakım kara kara hülyalara müstağrak (batmış) iken birdenbire bir kıyamet koptu.

Yanında oturduğum pencere—mahsur bir kalenin gülleye mukavemet edememiş kapıları gibi—bir tarraka-i sâmia-çâk (kulak parçalayan gürültü) ile açıldı.

Yüzümü çevirir çevirmez gözüme, âsâba (sinirlere) dokunacak kadar kuvvetli, memleketler ihata edecek (kuşatacak) derecede vüs’atli (geniş) bir amûd-ı nûrânî (nurlu sütun) göründü.

Dikkat ettim: Meğer ki âfâkı (ufukları), âşûb-ı kıyametten (kıyamet kargaşasından) nişan verecek bir fırtına bulutu kaplamış, bedr-i münevver (parlak ay) ise yed-i beyzâ (beyaz el) gibi harikulâde bir kudretle o umman-ı zulmeti (karanlık denizini) ikiye bölmüş. Denize baktım, her mevcine (dalgasına) bir cebel-i seyyâl (gezici dağ) denilse reva idi.

Emvâc (dağlar) değil, güya ki girdibâd-ı kıyamet (kıyamet kasırgaları) yekpare yalçın kayadan mahlûk ulu ulu dağları yerlerinden koparmış, birbirine çarpa çarpa eb’âd-ı nâmütenahî (sonsuzluk boyutları) içinde sürerdi. Yahut ki bir koca seng-sâr (taşlık) zelzeleye uğramış muttasıl (hiç durmaksızın) lerzenâk olurdu (titrerdi).

Aks-i mehtâb (ayın yansıması) değil, sanki felekte kehkeşân (samanyolu) o hâile-i cihân-âşûb (cihandaki karışıklığın dramı) ile merkezinden oynayarak o cibâl-i sergerdân (başı dönmüş dağ) arasına düşmüş, nümayişi (gösteriyi) her lâhzada bir şekl-i diğer peyda ederek çalkanırdı; yahut ki bir azametli (büyük) nehr-i şeffaf (şeffaf nehir) o müteheyyiç (heyecanlı) sengistâna (taşlık yere) tesadüf eylemiş; çarpına çarpına çağıltısı ayyuka çıkarak bir taraftan diğer tarafa akıp geçerdi.

Fakat mehtabın zuhuru da bir lemha-i basara (göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamana) inhisar eyledi, bir açıldı, bir kapandı, bir daha görünmesi müyesser olmadı (ortaya çıkmadı).

Fekeennehü berkun te’leku bi’l-humâ

Sümmentavâ fekeennehu lem yelma’

[O sanki hararet neşrederek parlayan bir şimşekti,

Sonra birdenbire kayboldu, sanki hiç çakmamıştı.]

Onu müteâkib (takiben) ortalığı âh-ı garîbâneden (gariplerin ahından) şiddetli şimşekler, girye-i âşıkaneden (aşığın gözyaşlarından) kesretli (yoğun) yağmurlar kapladı.

Rüzgâr estikçe dehşette zelzeleyi andırırdı, gök gürledikçe küre-i zemin (yeryüzü) inliyor zannolunurdu, şimşek çaktıkça her sehâb-ı kesîf (yoğun bulut), şulefeşân (ışık saçan) olmuş bir yanardağı gibi görünürdü.

Bu avâsıf-ı tûfan-engîz (tufan koparan fırtına) yarım saatten ziyade sürmedi. Fakat küre-i zemin —bir seylâb-ı azîmin (büyük selin) sadme-i şiddetiyle (şiddetli darbesiyle) yerinden koparak, girdâb-ı hurûşuna (coşkun girdabına) tutulmuş bir dağ parçası gibi— emvâc-ı zulmet (karanlık dalgaları) içinde yuvarlanır dururdu. Karanlık o kadar uzadı ki hatır iktisâb-ı ebediyet (sonsuz hak) eylemesinden endişeye düşse veyahut bu gecenin sabahı ferdâ-yı kıyamettir (kıyamet sonrasıdır) zan olunsa reva idi.

Ben ise hengâmenin asabıma verdiği ıztırap ve gönlüme getirdiği inkıbaz (kabızlık, sıkıntı darlanma) ile bütün bütün mahrûm-ı ârâm (istirahattan mahrum kalmak) olarak zaman-ı fecre (güneşin doğuşuna) kadar lâ-yenkatı’ (hiç durmaksızın) odanın içinde dolaşır ve her iki dakikada bir kere İmriu’l-Kays’ın (bir cahiliye devri şairi)

Elâ eyyuhelleylu’t-tavîlu elenceli

Bisubhin ve me’l isbâhu minke biemseli

[Ey uzun gece! Karanlıklarını dağıt! Sabah olsun. Gerçi o da senden iyi değil ya!] beytini tekrar eder idim.

(Devam edecek)

Okunma Sayısı: 14115
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı