Üçüncü Mesele: Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için, benden zâhiren teberrî ediyorlar, belki tenkit ediyorlar.
Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrîsini ve bana karşı içtinablarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip, o dostlarıma karşı fenâ nazarla bakıyorlar.
Ben de derim: Ey ahiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberrî edip, kaçmayınız. Çünkü, inşaallah, benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberrî ile kurtulamazsınız. O hal ile musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem, ne var ki evhama düşüyorsunuz?
Dördüncü Mesele: Şu nefiy zamanında görüyorum ki: Hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakîbâne bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım.
Hey, efendiler! Ben imanın cereyanındayım; karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor. Fakat, ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirâne, rakîbâne vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sâbıkan ispat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim. Yalnız bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-ı imaniye ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir; bana eziyet verip rakîbâne ilişen adam düşünsün ki, o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.
B. S. N. Tarihçe-i Hayatı, Eskişehir Hayatı, s. 289
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
Nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor
(Dünden devam)
İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallâkıyet-i İlâhiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktazîsi ve bir sebeb-i dâîsi, yine üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir:
O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev’i, cüz’î olsun küllî olsun, bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebaud ile silkinmesidir.
Evet, her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takip eder. Her bir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Her bir kemal sahibi, faaliyetle kemalâtının tezahürünü lezzetle takip eder.
Madem her bir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır; ve faaliyet dahi bir kemaldir. Ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor. Ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan Zatın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz derecede –tabirde hata olmasın– bir aşk-ı lâhutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallâkıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.
(Devamı var)
Lem’alar, Otuzuncu Lem’a (Eskişehir Hapishanesinin Bir Meyvesi), Altıncı Nükte, s. 650