İşte, Kur’ân-ı Hakîm, Habîb-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü ve Ekmelüsselâmın Mi’racının mebdei olan Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyrânını zikrettikten sonra, [Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir. (İsrâ Suresi,1)] der. Ve şu kelâm ile Sûre-i [Kayan yıldıza yemin olsun. (Necm Sûresi: 1.)] ’da işaret olunan müntehâ-i Mi’raca remz eden [Şüphesiz ki O] daki zamir, ya Cenâb-ı Hakk’a râcidir, veyahut Peygamberedir (a.s.m.)
Peygambere göre olsa, kanun-u belâgat ve münâsebet-i siyâk-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-i cüz’iyede bir seyr-i umumi ve bir urûc-u küllî var ki, tâ Sidretü’l-Müntehâya, tâ Kàb-ı Kavseyne kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede, gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acâib-i san’at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük cüzî seyahati, hem küllî, hem mahşer-i acâib bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.
Eğer zamir Cenâb-ı Hakk’a râci olsa, şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna dâvet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haram’dan mecmâ-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksâ’ya gönderip, enbiyâlarla görüştürüp, bütün enbiyâların usûl-u dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra tâ Sidretü’l-Müntehâya, tâ Kàb-ı Kavseyne kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi…
Mi’rac ise, velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) kerâmet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risâlet mertebesine inkılâb etmiş. Mi’racın bâtını, velâyettir; halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mi’rac, risâlettir; Hak’tan halka geliyor.
Sözler, s. 515- 517