“Biz kaalû belâdan cemiyet-i Muhammedîye dâhiliz. Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir” 26 Şubat 1324 (Mart 1909) Dinî Ceride, No. 70
Yeni Asya gazetesi, 21 Ekim’de “İttihad” gazetesinin 50. Kuruluş sene-i devriyesi için bir toplantı gerçekleştirdi. Kâzım Güleçyüz, toplantıya iştirakim için dâvet nezaketi gösterdi. Bu iki müessesede, her fanide olduğu gibi ders alınacak hikmetli, sevinçli, kederli anlara şahit olduk.
Çünkü kabaca anlaşıldığı gibi, ittihad, birçok insanın bir fikir ve bir inanç çerçevesi içine dâhil olması değil; ruhların birliğiydi. İki ruh, iki bin ruh, iki milyon ruhun bir olması; bu birliğin İslâm imanındaki hakikati de “İhlas” idi.1 Üstad Bediüzzaman’ın rehberliğindeki “Tefanî” sırrında görülüyordu.2 İttihad gazetesinin kuruluşunda da müşahede edilen bir keyfiyet idi. Heyecanla geçirdiğimiz o dönem, “Benlik”, “egoizm” ve “enâniyet” duygularının hissedilmediği bir devirdi.
Mustafa Polat’ın kaza süsüyle canına kıyılması, Üstadın içtihatla açtığı manevî cihad hareketi karşısında mağlûpların başvurduğu bir kuvvet denemesiydi. Mustafa Polat, gazetecilik mesleğinde ehil, temsil edilen dâvâda liyakatli bir istidattı. Sanki mesleğini icra için yaratılmıştı. Veya istidadı o yönde inkişaf etmişti.
Geçmişin muhasebesini yaparak geleceğe yürümemiz gerekiyor.
Kimse siperini şu veya bu sebeple terk edemez.
Gelinen noktada Nur Camiası içinde bir ulema şûrâsı teşkil etmelidir. Nur Talebeleri için de bunun bir zaruret olduğu aşikârdır. “Bu, yüksek ilim şûrâsı, sözünü herkese dinlettirebilecek; dine taallûk eden hususlarda “sırat-ı müstakim”i gösterebilecek; şahsî içtihatları değerlendirerek, eğer isabetli ise heyetin tasvibini kamuoyuna sunacak; aksi halde, en büyük dâhi de olsa, ya içtihadından vazgeçirecek, ya da içtihadı sahibine münhasır bırakacaktır.” (Sünûhat)
Yukarıdaki cümlelerin ruhu; merkez ve çekirdek ve devlet manasını hamlettiğim, Bediüzzaman’ın sistemi içinde bulunuyor.
Nurculuk, insanlık âlemi içinde, kâinat içindeki bir çekirdeğe benziyor. Bu münasebeti, bir dâvet üzerine gittiğim Fransa’da Risale-i Nur’la ilgili bir tez hazırlamamı destekleyen Prof. Paul Dumont’un “Siyasî suale verilmiş cevap olarak Safa Mürsel’in yazdığı ‘Bediüzzaman’ın Devlet Felsefesi’ne ilâve edecek birşeyimiz yok” hükmüne istinat ettiriyorum. Dumont, Türkiye’de daha panel, sempozyum kelimelerinin kullanılmadığı 1986’da Türkiye’den Prof. Şerif Mardin’i de dâvet ederek Sorbonne Üniversitesinde Risale-i Nur ve Bediüzzaman üzerine bir panel düzenlemişti. “Radicalisme İslamique” (Köklü İslâmiyet) isimli kitabında “Devlet Felsefesi” için “abidevî bir eser” tabirini kullanıyordu.
Mezkûr dâvete iştirakim esnasında; hususiyetleri itibariyle biyolojide önemle üzerinde durulan “kök hücre” kavramının Risale-i Nur mesleğine fevkalâde misal olduğunu da düşündüm. Çekirdek ile kök hücrenin müşterek hususiyetleri vardı.
Kök hücre;
a- Hadiselerin yönetildiği, düzenlendiği ve taşındığı merkezdir.
b- Hücrede bölünmenin, murakabe, kontrol merkezidir.
c- Uygun bir büyüme ortamına yerleşir;
d- Kendilerini yenileyebilir veya kendi hücre topluluklarının devamlılığını sağlayabilirler.
Bu özelliklere bağlı olarak, fıtrata muvafık hareket muvaffakiyet sebebidir.
Yeni Asya stratejisinin, Kâbe hürmetindeki iman uhuvvetiyle ve tefanî sırrıyla “Nurcuların bütünlüğü, Müslümanların bütünlüğü, insanların bütünlüğü” hakikatine hizmet etmekle Üstad Hazretleri’nin tarif ettiği; “İslâmiyet ise, insaniyet-i kübra ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medîne-i fazıla-i Eflatuniye olmaya sezadır” manasına ulaşacağından hiç şüphe edilemez.
DİPNOTLAR:
1- “Nurculuğun en çok üzerinde durduğu İHLÂS, inançların gönülde derinleşmesi ve samimî inanışın doğuşu demektir. Allah’a, peygambere, öteye, kadere ve hesaba, gayb âleminin kudret erleri olan meleklere yürekten inanmak, işte ihlâs budur. İhlâslı inanış olmadan da gerçek bir İslâm uğruna gerekirse can vermek yolu açılamaz. Bu bakımdan, İslâm inanışının dirilişi ve bunun belli başlı kadrosu olan Nurculuk, İslâm’ın ihlâs doktrini ve bunun uygulaması, canlanması mihveri etrafında döner. Karşı çıkanlardaki aşırı tepki de göstermektedir ki inanıştaki bu canlanış, problemin şah damarına dokunmaktadır. Başarıyla yürümektedir”
İslâm’ın Dirilişi, Sezai Karakoç, Diriliş Yay. İst.1972, sf. 35-36.
2- Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâfi’ş-şeyh, fenâfi’r-resul ıstılâhatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâfi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır.