Kastamonu yıllarını bir I. Emirdağ ile karıştırmamak için, zamanları nazarda tutmamız gerekiyor kanaatindeyiz.
1936-1943 Türkiye’si ile 1944-1947 Türkiye’si arasındaki farkları tarihe sormadığımız takdirde, Bediüzzaman’ın Kastamonu ile Emirdağ üslûplarının farkını anlayamayız. Hem siyasetlerinde ve hem de günlük hayatında Avrupa’nın tahriki veya vesayetiyle yaşayan bir Türkiye’yi doğru anlamak için, o günün dış şartlarını da öğrenmemiz gerekiyor.
Bu iki süreçte değişmeyen önemli nokta; Kur’ân’dan yazdığı eserleriyle inkâr-ı ulûhiyeti mağlûp eden Bediüzzaman’a Avrupa’daki dinsiz komitelerin düşmanlıkları ve bu adavetleri istikametinde ittifak ettikleri Kemalistlerdir... Barla tecrübesi onlara, Said Nursî’yi bir an bile gözden kaçırmama tedbirini aldırtmış olmalı ki, Kastamonu’daki serapa hayatı polislerin gözetiminde geçmişti. Kendisini ziyaret eden Abdurrahman Paşa Lisesi öğrencileri disiplin kuruluna verilerek (Mustafa Oruç gibi) okuldan uzaklaştırılmışlardı. Polis nezaretinde Kastamonu Lisesi’nin önünden geçerken, Abdullah Yeğin’in kendisine selâm vermesine müsaade edilmemişti. Kastamonu-Ankara yolculuğunda, bilmecburiye yanına oturttukları Ziya Dilek, İbrahim Fakazlı, Ahmet Nazif, Salih, Osman ve Küreli Durmuş’larla Denizli’ye sevk edilecekti. Kastamonu’ya karakışın zemherisi nazarıyla baktığımızda, Emir- dağ’daki bahara rağmen Şimal cereyanının tetikçileri olan Kemalistler, Üstada kışı burada da yaşatmaya devam etmişlerdi. Kastamonu’daki imha teşebbüsü Emirdağ’da da devam edecekti. Bediüzzaman’ın geceli gündüzlü tarassutuna ve etrafında entrikalar örülmesine, beş yeni sivil memur ilâve edilecekti. Onun Emirdağ güzergâhlarındaki teneffüsüne müsaade edilmediği gibi, Afyon ve Eskişehir’deki tayyarecilere, kıra çıktığında kimlerle görüşüp ne- lerle meşgul olduğunu öğrenmek vazifesi verilmişti.
Kastamonu’daki dehşetli kışı daha iyi anlayabilmek için Denizli sonrası İnebolu’yu ziyaret etmek gerekir. Bir kilometrekarelik bir alandan daha küçük bir sahada, dünya savaşlarından daha dehşetli ve Yunan Harbi’nden daha önemli bir muharebenin cereyan ettiği, A. Nazif’in Hatipbağı’ndaki evini ve çevresini hayalen kollayanlar, Kastamonu kışlarının bağrında hangi savaş ve fetihleri taşıdığını görebilirler. A. Nazif’in İstanbul Karaköy’den satın aldığı teksir makinesi dengeleri alabora edecekti. Üst tarafında hapishane, aşağısında polis karakolu ve kuzeyinde adliye ile çevrili evin üst katında, İnebolu kahramanlarının ölümlerine verdikleri mücadelenin destanlarını inşallah genç araştırmacılarımız yazacaklardır. He- le Tahirî Mutlu´nun bu kahramanların yazdıkları Âyetü’l Kübra’yı İstanbul’da matbaa ile gizlice basması, Avrupa dinsizliğinin buradaki temsilcilerini çılgına çevirecek ve bu defa da Afyon sürecini başlatacaklardı.
Daha önce de belirtmiştik. II. Dünya Savaşı’ndaki zahiri galibiyetin küllerinden doğan yeni oluşumlar; bilhassa Avrupa ve Türkiye’de cemrelerin peşpeşe düşmesine vesile olmuşlardı. Mesih’in maddî nefesinin Batıdan Doğuya esintisini dinsizler de hissediyorlardı. Hürriyet güneşinin doğmakta olduğunu; güneşin çarığı ve çarığın da zalimlerin ayaklarını sıkacağını tahmin ettiklerinden, Said Nursî’ye daha fazla eziyet vermeye başlamışlardı. Demokrasinin ayak sesleriyle paniğe kapıldıklarından; tedbirleri unutarak doğrudan hücuma geçmişlerdi. Sarhoşları bile isyan ettirecek iftiralar, itibarsızlaştırma çabaları, zehirlemeler ve hatta ateşli silâhlarla uzaktan imha niyetleri... Gel gör ki; ay bacayı çoktan aşmıştı. Denizli zaferinin gölgesi Emirdağ’ı toptan kaplamış olmalı. Bediüzzaman’ın talebelerine yazdığı mektuplardan öğrenildiğine gö- re Risale-i Nur yurt içinde Kars’tan, Cizre’den, Muğla’dan ta Van’a; yurt dışında ise Hicaz’dan, Şam’dan, Kahire’den ta Avrupa’ya kadar yayılmış ve dinsiz komitelerin aldığı bütün tedbirler boşa çıkmıştı. Kemalist kadrolara gözü kulağı gibi bakan Avrupalı komiteler, bu acı mağlûbiyetin faturasını Halk Partisi’ne çıkarmaya başlamışlardı.
Emirdağ Lâhikası’nın I. cildini okuyanlar, Bediüzzaman’ın ne kadar rahat, mesut ve zaferinden emin olduğunu göreceklerdir. Hukukunu kanun dairesinde (kanunlar müstebidâne, yetersiz ve lastikli olsalar da) ve en küçük fırsatları da değerlendirerek bütün dünyaya duyuruyor. Avrupa’da oluşmakta olan hukuk devletini, demokrasiyi ve doğru hürriyetleri mektuplarıyla Türkiye’ye ders veriyor. Emirdağ baharına, Ankara Üniversitesi ile Diyanet’in Risâle-i Nur hakkındaki bilirkişi raporlarının katkılarını da unutmayalım. Eskişehir’de cehalet ile suçlanmak istenen Bediüzzaman’a; ülkenin en büyük âlimleri ve Diyanet’in önemli uleması hayran kalmış, bu Nurlar’la ülke insanlarına ve bilhassa gençliğe verdiği derslerden dolayı tebrik etmişlerdi.
Hem zaman olarak ve hem de mesafe cihetiyle Emirdağ, Kastamonu’dan uzak olmayabilir. Fakat ahirzamanın seriüs seyr dönemlerinin kısalığına bakmamak lâzım. Kısacık aralıklarda dünyada olup bitenlerin seksen milyon insanın helâkine, kıt’aların toptan değişimine, istibdat rejimlerinin sönmesine ve nice kudretli geçinen ahirzaman şerirlerinin düşmesine sebep teşkil ettiklerini düşündüğümüzde; Kastamonu’da polis memuru Safvet’in nezaretindeki Bediüzzaman ile, Emirdağ’da Cumhurbaşkanına tebrik yazan Said Nursî arasındaki üslûp farkları kendiliğinden ortaya çıkar. Kur’ân dellâllığı ile ilgili vazifesini yapmış, Risâle-i Nur’un telifini tamamlamış, İmam-ı Ali’nin (ra) Eskişehir’de müjdelediği bütün hedeflere ulaşmış bir Said Nursî’nin duruşu; elbette 1936’da henüz Medresetüzzehra’nın stratejisini çok sıkıntılı ve gizli şartlar altında talebelerine ulaştırmaya çalışan Said Nursî’den farklı olacaktı. Bahsettiğimiz iki dönemin de, Türkiye’nin tek partili Kemalist zamanlarına ait olduğunu unutmadan okuma ve karşılaştırmalar yapmaya devam edeceğiz.