Büyük Maurya imparatoru Asoka, milattan önce 200’lü yıllarda bir dizi sefer yapar. Yaptığı seferlerde taş üstünde taş omuz üstünde baş bırakmaz. O kadar ki lakabı gaddar Asoka olmuştur.
Bu seferler sırasında Budizm ile tanışan Asoka yaptığı seferlerde yarattığı zulümden son derece pişman olur ve dini bir yaşantıya girer, avcılıktan ve seferlerden vazgeçer, et yemeyi bırakıp vejetaryen olur.
Pişmanlığını dile getirebilmek adına özür niteliğinde bir dizi ferman yayınlar. Bu fermanları dev sütunlar halinde ülkesinin vilayetlerine diktirir. Bu sütunlarda Asoka bölgesel yöneticileri adına insan haklarına saygı göstereceğine dair de birtakım sözler verir.
Bu niteliği ile Asoka sütunları tarihin ilk yazılı insan hakları belgeleri arasındadır. Asoka sütunlarında bu yana geçen 2200 yılda insanoğlu insan haklarına saygılı olmak adına birçok belge düzenlemiştir.
Medine Sözleşmesinden Magna Carta’ya oradan 1789 Fransız ihtilaline, 1948 insan hakları evrensel bildirgesine kadar çeşitli anlaşmalarla insan haklarını koruma altına alma çabası içerisine girmiştir.
***
Peki, bunca anlaşmadan sonra 2200 yılda ne kadar yol katettik? Geçen bunca zaman içerisinde İmparator Neron Roma’yı yakıp şarkı söyleyerek yangını izledi. Moğollar geçtikleri yerlerde bir zamanlar insanların yaşadığına dahi inanmanın zor olduğu seferler düzenledi. İki büyük dünya savaşı yaşandı ve bu savaşlarda 100 milyonun üzerinde insan öldü.
Naziler milyonlarca Yahudi’nin üzerinde acımasız deneyler yaparak katletti. Günümüzde ise Çin, Doğu Türkistan’da, İsrail ise Filistin’de adeta soykırım yapıyor. Bu durum ise “insan hakları kavramının göz boyamak adına pişman olmuş bir dizi zalimin oyunu mu?” sorusunu akıllara getiriyor.
Kral Asoka’nın içinde bulunduğu psikoloji halen günümüzde de etkisini sürdürüyor. Birileri zulmediyor aradan biraz zaman geçiyor ve ‘yanlış yapmışız’ diyorlar. Bir dizi barış antlaşması imzalanıyor. İnsan hakları nutukları atılıyor. Ama insanoğlunun zalimliği asla bitmiyor.
Bu noktadan bakınca Kuran-ı Kerim’in “çoğunluk zandadır, yanlıştadır” diyen hükümleri daha bir anlam kazanıyor. Halbuki Allah Teala bizlere insan haklarının önemini pek çok ayette hatırlatıyor.
İnsanoğlu da yaptığı anlaşmalar ve felsefi tartışmalar ile tekrar tekrar Kuran’ın emirlerini aktarıyor. Nefsini yenemeyen insan ise zulmetmeye devam ediyor ve anlamsız özürlerin ardına sığınmakla yetiniyor.
***
Belki de Hazreti Yunus’un duasında dediği gibi, bizler ilk olarak kendi nefislerimize zulmetmekten vazgeçmeliyiz.
Kendi içimizde dengeyi sağlamadan dünya barışı ancak bir hayal kalıyor. Tek bir insan dahi kendi heva heveslerine hakim olamaz, kendine zulmetmekten vazgeçemezken; kendine zulmeden bunca insanın bir araya geldiği insan topluluklarından pek tabi dehşet derecesinde zulümler inkişaf ediyor. Kişisel ve ulusal çıkarlar uğruna zulme ses çıkarmayan milyarlar yetişiyor. Oysa kendi nefsimizin çıkarlarını bir kenara bırakıp zulme karşı durmadıkça yerimizde saymaya devam edeceğiz…
“Lailahe İlla Ente Subhaneke İnni Küntü Minezzalimin. /Senden Başka ilah yoktur. Seni her türlü eksikten tenzih ederim. Şüphesiz ki ben kendine zulmedenlerden oldum.”
Barışın, Huzurun ve Kardeşliğin Hüküm Sürdüğü Günlere Uyanmak Dileği İle…