"Gerçekten" haber verir 20 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Hiçbir toplum yoktur ki, içlerinde faiz alışverişi ortaya çıksın da, onlar kıtlık ile cezalandırılmış olmasınlar.

İmam Ahmed

20.03.2009


Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi

Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numûnesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübâhâta meyyal olan Sahabeler, elbette ihtiyârlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve numûnesi olan Habîbullahın (asm) âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak muktezâ-i seciyeleridir.

Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimâiye-i insaniye dükkânında, bâzı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri zehr-i kàtil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve bâzı şeylerin ve mânevî metâların verdikleri güzel neticeler ve kıymettar eserler, bir tiryâk-ı nâfi ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder; herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır; öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimâiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekàvet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları tevlid ettiğinden, secâyâ-i âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahabelerin, zehr-i kàtilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nurânî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve imâna en nâfi bir tiryak, en kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan Sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyât ve letâifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarûrîdir.

Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi; bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkàniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?

Sözler, s. 451, (yeni tanzim, s. 794)

LUGATÇE:

maâlî-i ahlâk: Yüksek ahlâkî değerler.

mübâhât: İftihar edici bir güzellik; günâhı ve zararı olmayan şeyler.

sıdk: Doğruluk.

kizb: Yalan.

âlâ-yı illiyyîn-i kemâlât: Kemâlâtın en yüksek derecesi.

ahlâk-ı içtimâiye: Toplum ahlâkı.

revaç: Sürüm, geçerlik, rağbet.

Bediuzzaman Said Nursi

20.03.2009


İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet olamaz -2-

Devlet yönetiminde Kur’ânî esaslar ve demokrasinin unsurları

“Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz.”18

“Ve dedim ki: Asıl, şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-ı meşrûtiyet-i meşruadır.”19

“Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrûtiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim…”20

Hürriyetçi bir yönetim sisteminden beklenenler nedir? İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, seçim, parlamento, adalet, anayasa, kuvvetler ayrılığı.

Demokrasi, adaleti temin için bu özellikleri bünyesinde bulunduran ve günümüze kadar da sürekli gelişip tamamlanarak gelen, insanoğlunun çoğunlukla üzerinde anlaştığı en hürriyetçi yönetim sistemidir.

Üstadımız da Kur’ân’ın, “yönetme ve idare etme” açısından hakikî mesleğinin hürriyet, adalet, kanun karşısında eşitlik, hukukun üstünlüğü ve meclis olduğunu söylemiştir. Kısaca, bu kavramları ihtivâ eden hürriyetçi sistemi “meşrûtiyet-i meşrûa” olarak adlandırmıştır. Dolayısıyla İslâmiyet ile demokrasi bağdaşmaktadır.

Üstadımız bir şeyin daha üzerinde önemle durmuştur: Temeli Kur’ânî esaslara dayalı bir yönetim biçiminin, asla istibdada müsait olmadığı konusu üzerinde.

“Ve mütehakkimane istibdadın Şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim.”21

“‘Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir’22 hadisinin sırrıyla, Şeriat âleme gelmiş; ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.”23

“Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, Şeriatı-hâşâ ve kellâ-istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm.”24

Çünkü aksi düşünceye kuvvet verecek eğilimler, Cumhuriyet öncesinde mevcuttu. Ne yazık ki bu eğilimler, Cumhuriyet tarihi boyunca da sürmüş, günümüzde bile sempati toplamaya devam edegelmiştir.

Açıkçası, Üstadımız istibdadın her çeşidine karşıdır. Din adına istibdada sahip çıkılmasına ise kalben üzülecek kadar karşıdır. Zira tarih boyunca uygulanagelen istibdat çeşitleri, bizzat İslâmiyete zarar vermiştir: “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinat ile cebirdir, rey-i vahiddir, suistimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mâhisidir. Sefalet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta her şeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.

“Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmidir ki, Cebriye, Râfıziye, Mutezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlit etmiştir.”25

“Bence taklidin temelini atıp, ihtilâfâtı çıkarmakla Mutezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyet’ten intaç eden mesail-i diniyedeki istibdad-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde mukayyet olan şeyde ıtlaktır.”26

İslâm âlemine en büyük zararı, gerçi ilim sahasında uygulanan istibdat vermiş, dalâlet fırkalarını doğurmuştur. Ancak, istibdadın bütün çeşitlerini, bilhassa ilmî istibdadı doğuran, siyasî istibdattır. O açıdan din adına siyaset sahnesine çıkanları, böyle büyük bir tehlikeye kapı açma riski beklemektedir.

“…yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrûtiyeti, meşruiyet unvanı ile telâkki ve telkin ediniz.”27

Üstadımız, yeni tip bir istibdadın önüne geçebilmek için, meşrûtiyetin, “meşruiyet unvanı ile telkin ve öyle telâkki” edilmesini istemiştir. Çünkü meşrûtiyetin muhtevasının Kur’ânî olduğu ve onun çerçevesinde kalınması gerektiği açıktır. Cahil kişiler ve avam tabakası hürriyeti sınırsız serbestlik olarak anlarsa sefahat ve itaatsizliğe sürükleneceklerdir. Hürriyet, İslâm ahlâk ve adabı içinde yaşanmalıdır. Hürriyeti sınırsız yaşama uğruna, “Allah’ın kulu” olduğunu unutan fert, nefsin istibdat ve esareti altına girer.

Üstadımız, o zamanın anayasal parlamenter rejimi olan meşrûtiyetin, dünyevî saadet, yani sosyal refah ve kalkınma için, kaçınılmaz bir şart olduğunu da ifade etmiştir.

“Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardideyiz.”28

Çünkü adaletin tahakkuku ve Kur’ân’ın emrettiği muhteva ve şekilde uygulanan bir şûrâ, yani meclise dayalı seçimli bir rejimin kalkınma ve medenîleşme yolunda şansı, diğer yönetim biçimlerine nazaran daha yüksektir.

Meşveret-istişare ve meclis

İstibdadın hayat bulamaması, hakikî adaletin gerçekleşmesi için parlamento, Ku’rân’ın iki âyetle emretmiş olduğu meşveretin bir tezahürüdür ve meclisin yaptığı kanunlarla hayat bulur.

“Onların işleri aralarında meşveret iledir.”29

“İşlerinde onlarla istişare et.”30

Kanun üstünlüğü, düzen ve dirlik için şarttır. Meclisin, hukuku üstün tutarak yaptığı kanunlarla, ancak sağlanabilir. Kanun önünde eşitlik ise adaletin temelidir.

İstibdadın hâkim olduğu zamanlara damgasını vuran şey kuvvetti. Toplumlarda hükümferma olan, akıldan çok hislere kulak vermek ve hissiyatla hareket etmekti. Tabiî “yönetim metodu” da “zorbalık”tı. Bu yönetimleri ayakta tutan unsurun “cebir kullanma” olması ise beklenen bir sonuçtu.

Meşrûtiyet yönetiminde kuvvetin yerini hak, cebrin yerini muhabbet, hissiyatın yerini fikir almıştır. Demokratik yönetim biçimlerinin hâkim olduğu dönemlerin vasıfları şunlardır: Hukukun üstünlüğü, akıl, bilgi, kanun hâkimiyeti ve kamuoyuna itibar. Bu durum, istibdat yönetimleri ile hürriyetçi yönetimler arasında, iktidar süreleri açısından büyük bir fark doğurmaktadır. Dayandıkları metotlar, onlardan ilkini kısa, ikincisini ise, âdeta Hızır gibi kıyamete kadar sürecek bir ömre sahip kılar.31

İcma-i ümmet, rey-i cumhur,

meyelân-ı âmme çoğunluk

iradesi, seçim-referandum

“İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta muteber ve muhteremdir.”32

Demokratik yönetimlerin esaslarından olan parlamento, Kur’ân’ın emrettiği “meşveret”tir. Ayrıca çoğunluk iradesi, seçim, referandum gibi demokratik usuller, İslâmiyetin kaynaklarından olan “icma-i ümmet ve rey-i cumhur” esaslarına tam bir uygunluk arz eder.

Partiler

Üstadımız, partilerin, demokratik parlamenter sistemin gereği olduğunu kabulle birlikte, onların “siyaset yapma” ölçülerini, “muktesit meslek” tâbirini kullanarak belirlemiş ve geçmemeleri gereken kırmızı çizgileri, bir soruya verdiği şu cevapta açıklamıştır:

“Dediler: ‘Fırkacılık lâzım-ı Meşrutiyettir. ”

“Dedim: ‘Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiğinden, nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud-adem gibi, birinin vücudu ötekinin ademini ister.’

“ ‘İnat, bazen müfrit fırka mutaassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lânet eder. Sû-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhtar... Vâhi emareyi bürhan, bürhanı vâhi emare görür.’

“ ‘İşte şu zulümdür. ‘İnsan ise şüphesiz ki, çok zalimdir’33 sırrını gösterir. Zira, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdit edilmemiş; meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyema, enenin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icat eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.’

“ ‘Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecmâ-ı evsaf-ı masume olan şahsına, hatta ehibbasına, hatta meslektaşına zulmünü teşmil eder. ‘Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez’34’e karşı temerrüt eder.’

“Meselâ, muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfla bir kere demiş: ‘İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.’ Sırf o mürai ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş'um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâm’ı müşkül mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâm’ın ciğerine saplamış olan hasım, ‘Sükût et’ demiyor. ‘Alkışla, mütelezziz ol, beni sev’ diyor, onları misal gösteriyor.’

“ ‘İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir. (Diğerlerini buna kıyasla)’ ”35

Bu ifadeleriyle, ülkeye fayda sağlayabilmeleri için partilerin, asgarî müştereklerde birleşmeleri gerektiğini belirten Üstadımız, aynı zamanda parti taassubunun, dikkat edilmediği takdirde, insanlara, Cehennemi gerektirecek kadar büyük zulüm ve günahları işletebileceğine dikkat çekmektedir. Hatta böyle bir taassubun, kişiyi vatan ve milletin aleyhine bir duruma sokabileceğini, dini ve dindar çoğunluğu incitebilecek davranışlara zorlayabileceğini ifade etmektedir.

Rakibinden intikam almak uğruna, sırf onun yalancı çıkması adına ortak değerlerin, kutsalların, hatta dinin zararını isteyecek, bunun için duâ edecek ve o zarar gerçekleştiğinde sevinç duyacak kadar riyakârlaşanlar için, ancak haşirdeki mizanın tartabileceği dehşette bir günah ve zulmün işlenmiş olacağını belirtmektedir.

Üstadımız, “Şeytan’dan ve siyasetten Allah’a sığınırım”36 sözünü, böyle bir siyaseti din adına yapanları uyarmak için söylemiştir:

“İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hatta Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki, bir salih âlim kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.

“Eski Said ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasîyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.’ Bunun için Eski Said, ‘Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım’ dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.”37

Böylece, başlangıçta, metnine yer verdiğimiz, Üstadımızın, “siyasette muktesit meslek” dediği kavramın, particilik açısından da ne derece önem arz ettiği görülmektedir.

Asr-ı Saadetten günümüze

hürriyet mücadelesi

Meşrûtiyet bir isimdir, önemli olan onun hakikati, yani müsemmasıdır.

“Tebeddül-ü esma ile hakikat tebeddül etmez”38

Bu ölçüyü doğrulamak üzere, yine Bediüzzaman bir makalesinde,

“Bütün kuvvetimle derim ki:

“Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikta nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

“Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukala mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim”39 demektedir.

Üstadımız bu kaideye binaen, cumhuriyet ve demokrasiyi, “meşrûtiyet-i meşrua” kavramının ihtiva ettiği değerleri temsilen desteklemiştir. Bu desteğini, Cumhuriyet döneminde, çok partili demokratik hayata geçildiğinde, oyunu Demokrat Parti lehinde kullanarak açıkça göstermiştir. Bu tutumu ile parlamenter sistemi benimsediğini ve ona sahip çıktığını izhar etmiştir.

Üstadımızın, “Eskişehir Mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hulefa-i Raşidîn, her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi”40 şeklindeki ifadesi; onun, isimden ziyade muhtevaya önem veren anlayışının başka bir göstergesidir.

Dört Halife Döneminde, halifeler, hilâfet görevleri ile birlikte aynı zamanda Sahabenin seçerek iş başına getirdikleri cumhurbaşkanlığı görevini de yürütmüşlerdir.

Öyle ise seçimin varlığı, Asr-ı Saadet uygulamalarındaki hürriyetçilik anlayışı bakımından bizlere şu ipuçlarını vermektedir:

Seçim, bir kamuoyu varlığına delildir (efkâr-ı amme).

Seçim, seçilen açısından bir memuriyeti, görev talebini ve görev-liyakat dengesinin gözetildiğini ortaya koymaktadır. Hem de bu görev sıradan değil, bütün bir toplumu temsil ve ona hizmet etme sorumluluğu yükleyen cumhurbaşkanlığı görevidir. Nitekim Hz. Ebubekir’in “Ben en iyiniz olduğum için bu görevi üstlenmiş değilim” meâlindeki sözü ortadadır. “Kavmin efendisi, ona hizmet edendir.”

Seçim, bir çeşit muhalefeti zaruri olarak ortaya çıkarır ki, Hz. Ali’nin geciken biatı hem muhalefetin varlığını, hem de muhtevasını, niteliğini ortaya koymuştur. Hz. Ali kısmen geciken biatiyle, gerçi muhalif bir duruş sergilemiş olsa da, kamuoyunun eğilimine saygı duymuş ve halifelerin en güvendikleri danışmanları olarak, bir bakıma onlara şeyhülislamlık yapmıştır. Bu durum, bir taraftan asgari müştereklerde birlikte el ele çalışan, diğer taraftan iktidarı her an denetleyen bir muhalefet anlayışına örnek teşkil etmektedir.

Yine seçim, kanun varlığı ve hâkimiyetine de delildir. Zira yönetici seçmekten beklenen, düzen ve asayişin temini ile adaletin sağlanmasıdır. Kanunlar olmadan ve kanun hâkimiyeti sağlanmadan bu beklentilerin elde edilmesi, ancak istibdat ile mümkündür. Oysa istibdat, Asr-ı Saadet’e hiç yakışmayan ve adından dahi söz edilemeyecek tek şeydir. Ayrıca Hz. Ömer’e bir Sahabi’nin “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz” uyarısını, bu anlamda hatırlamamak mümkün değildir.

(Devam edecek)

Dipnotlar: 18- A.g.e., 21. 19- A.g.e., 22. 20- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22. 21- A.g.e., s. 22, 22- Keşfü’l-Hafa, l:462, Hadis no: 1515. 23- Tarihçe-i Hayat, s. 56. 24- A.g.e., s. 57. 25- Münâzarât, s. 22. 26- A.g.e., 32. 27- A.g.e., 22, 24. 28- A.g.e., 21. 29- Şura Sûresi: 38. 30- Âl-i İmran Sûresi: 159. 31- Münâzarât, s. 32-33. 32- A.g.e., s. 40. 33- İbrahim Sûresi: 34. 34- Enam Sûresi: 164. 35- Sünûhat, s. 68-70. 36- Sünûhat, s. 64. 37- Hutbe-i Şamiye, s. 53. 38- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 40. 39- Sünûhat, s. 14. 40- Tarihçe-i Hayat, s. 357.

OĞUZ UMURCA

20.03.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis