"Gerçekten" haber verir 11 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Türkiye model olacaksa...

Obama, Türkiye’nin bütün dünyaya, özellikle de Müslüman ülkelere İslamiyet’le laikliğin, demokrasinin, hukukun ve piyasa ekonomisinin bir arada yaşayabileceğini göstermesi bakımından model bir ülke olabileceğini söylüyor.

Güzel söylüyor...

Ne var ki, bunun böyle olabilmesi için önce bizim buna inanmamız gerek.

Ama bakıyoruz bugün Türkiye’de laiklik ve demokrasiyle İslamiyet’in bir arada yaşayabileceğine inanmayan ciddi bir halk kesimi var. Bu kesimin aydınları yıllardır İslamiyet’le demokrasinin ve laikliğin neden bağdaşmayacağını teorik olarak ispata çalışıyorlar. Bu kesimin politik sözcüleri yıllardır, Obama’nın övdüğü modelin bir takiyeden başka bir şey olmadığını, yakında gerçek yüzünün ortaya çıkacağını söylüyorlar. Bu kesimin basın yayın organları Türkiye’nin hızla demokrasiden uzaklaştığını ve dinci bir tek parti rejimine dönüşmekte olduğunu söylüyorlar.

Obama ülkemizin kimliğini överek anlatıyor.

Oysa bizim içimizden önemli bir kesim bu kimlikten nefret ediyor. Bu kimliğin bütün tezahürleri karşısında tüyleri diken diken oluyor.

İnkara lüzum yok. Bu ülkede hâlâ, İmam Hatipli bir Kasımpaşalı’nın başbakan olmasını, “imam kılıklı” adamların bakanlık koltuklarında oturmasını Türkiye’ye yapılmış en büyük haksızlık olarak gören; “Çıkrıkçılar Yokuşu”ndan gelenleri küçümseyen; ayakkabılarını evinin kapısının önünde çıkan birinin Merkez Bankası Başkanı olmasını akıl almaz bulan milyonlarca insan var. Bu insanlar Obama’nın “çok etkilendim” dediği başbakanlarını “demokrasinin bir defosu” olarak görüyor, türbanlı kadınları kedi pisliğini saklar gibi dış dünyadan saklamaya çalışıyor; onlar eşlerinin kolunda Avrupa’ya gidiyor ve imajımızı bozuyor diye “rencide” oluyorlar.

Onların kafasında sadece tek bir şey var: Bir mucize olması ve Türkiye’nin medeniyetler arasındaki büyük fay kırığını atlayıp kapağı karşı tarafa atabilmesi...

Böyle bir zihniyetin güçlü bir biçimde yaşadığı bir ülke o fay hattının onarılmasına yardımcı olabilir mi?

Türkiye model olacaksa önce bizim bu modeli sevmemiz, içimize sindirmemiz, bizi model yapan kimliğimizle barışmamız gerekir.

Bu işin bir boyutu...

Diğer boyutu ise şu:

Bir ülkenin, bir rejimin, bir çizginin başkalarına model olabilmesi için, o örneğe bakanlarda imrenme hissi yaratması, aynı yolu izleme isteği uyandırması gerekir.

Bir başka deyişle Türkiye’nin model olabilmesi için, Batı’nın bizi beğenmesi yetmez. Asıl olan, model alacak olanların, yani bir Malezyalı Müslümanın, bir Nijeryalı’nın, bir Afgan’ın beğenmesidir.

Bunun için de o ülkenin kendi iç barışını kurmuş, kendi meselesini halletmiş olması, o laik rejimin dinle barışmış olması beklenir.

Oysa bugün dünya Müslümanları Türkiye’ye baktıklarında, halkın diniyle sürekli kavga eden bir devlet görüyorlar.

Örnek almaları beklenen o ülkede, dindar kesimin bazı taleplerinin temsil edilmesine izin verilmiyor. İslami duyarlılıkları siyasi alana yansıtmaya çalışan partilerin tepesinde demoklesin kılıcı gibi kapatılma tehdidi sallanıyor. İslam dininin vazgeçilmez ögelerinden olan tarikatlar suç sayılıyor. Dini eğitim yapan eğitim kurumlarında bile baş örtüsü yasaklanıyor. Ailelerin çocuklarını Kur’an kursuna yollamalarının önüne olmadık engeller çıkarılıyor. Başörtülü kadınların demokrasinin sembolü olan seçim sandığı başında görev alması bile tartışma konusu oluyor.

Şimdi siz, mesela Nijeryalı Müslümanlara “bizi model alın” derken “siz de kendi ülkenizde ikinci sınıf sayılmanın acısını yaşayın” demiş oluyor- sunuz...

Siz, Taliban rejiminden bunalmış bir Afgan kadına “Türkiye modelini örnek al” derken, başındaki örtüyü çıkarmadan üniversiteye gitmeyi, memurluk yapmayı, öğretmen olmayı, oğlunu subay yapmayı, milletvekili olmayı aklından çıkar, demiş oluyorsunuz.

O böyle bir modeli kabul edebilir mi? Filipinli Müslüman, böyle bir rejimi ithal etmek ister mi?

Evet, Türkiye model olabilir.

Ama ancak liberal bir laiklik yorumuyla.

İnanç ve ibadet özgürlüğüne saygı duyarsa... Dindar yurttaşlarının kamusal alana dinsel kimliklerinden tamamen soyunup çırılçıplak girmesini istemekten vazgeçerse... Kamusal alanda o kimliği taşımanın, o kimliği başkalarına dayatmak anlamına gelmeyeceğini kavrarsa...

Eğer Türkiye 1995’ten beri yaşadığı travmayı atlatabilir, 28 Şubat’ın din düşmanı çizgisinin bütün kalıntılarından kurtulabilirse; toplumsal barışını sağlayıp yıllardır bu iç çatışmada heder ettiği bütün enerjiyi demokrasinin derinleşmesi mücadelesine kanalize edebilirse gerçekten de model olabilir.

Bugün, 10.04.2009

Gülay Göktürk

11.04.2009


Bediüzzaman ve iktisat

Kapitalizm ölüm döşeğinde, sosyalizm ise çoktan çökmüş durumda. Bediüzzaman’ın 70-80 yıl öncesinden ana hatlarını çizdiği ekonomik düzeni, bugünkü ortamda incelememiz gerekiyor.

Üstad, iktisadın temellerini “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” âyeti vasıtasıyla kâinatın şaşmaz kurallarına bağlıyor. Kâinatta ne israf vardır, ne de cimrilik... Hiçbir nesne var iken yok olmaz, sadece şekil değiştirir. Her şey ne eksik ne fazla, sadece olması gerektiği ölçüde vardır. Kâinat düzeninde hiçbir maddenin fazlalığı veya noksanlığı söz konusu olmadığına göre, bu düzene uygun bir iktisat uygulaması da, kaynakların en etkin şekilde kullanılmasını sağlar ve ‘kıt kaynaklar ve kaynakların israfı’ diye bir sorunun ortaya çıkmasını en başından engeller. Zaten, iktisat biliminin görevi israf ve savurganlığa yol açmadan her türlü insan ihtiyacının karşılanmasını temin etmektir. Batı patentli iktisadın üzerine inşa edildiği; ‘kıt kaynaklarla, sınırsız ihtiyaçları karşılamak’ gibi her yönüyle saçma sapan, bir zihniyetin dünyamızı hangi noktalara getirdiği malum.

Üstadın iktisat görüşüne göre, ekonomik sektörler, dinamik, gerçek anlamda beşerî faaliyetler olan ‘ticaret, sanayi ve tarımdır’. Sanayi, hammaddenin mamul madde haline getirilmesidir ve hammadde kaynaklarının önemli bir bölümü madenler olduğuna göre, sanayinin madenciliği de kapsadığı sonucuna varabiliriz. Son senelere kadar adeta banal bir iş olarak görülen tarımın ise insanlık için en anlamlı, en hayatî sektör olduğu artık Batı dünyasında genel kabul görüyor. Geleneksel iktisat geçimlik ziraatı aşağılayarak ve tarımı tamamen ticaretleştirerek kıtlığa yol açtı. Şuursuz bir verimlilik tutkusuyla, aşırı ilaçlama, hormonlamayla meyveyi, sebzeyi hastalık saçar hale getirdi. İşlenmiş tarım ürünleri yaftası altında, tarım maddelerinde doğallığı ortadan kaldırarak herkesi kanserojen maddeler yemeye mecbur etti. Ticaretin faziletleri saymakla bitmez; dünyanın en ücra köşesindeki nimetler, ticaret sayesinde ayağımıza kadar ulaşır. Ticaret ile sanayi ve tarım birbirini karşılıklı bir etkileşim içinde destekler ve geliştirir.

Bankacılık ve bankacılık benzeri uğraşlardan ise uzak durulmalıdır; çünkü bankacılık, hakiki değer oluşturmaz, para ticaretidir. Banka, kaynağını toplumdan sağlamasına rağmen, bu kaynağın dağılımında toplum yararını hiç gözetmez. Bu sebeple gelir dağılımındaki adaletsizliği körükler. Kapitalist düzende, banka sistem gereği kaynağı elinde tuttuğu için sanayi, tarım ve sair tüm iş kollarına egemen olmuştur. Bankacılıktan doğan küresel krizin bugünkü aşamasında, bazı devletlerin batacağı, dünyada yeni ve büyük bir savaşın patlak vereceği söyleniyor. ABD ve Avrupa anlaşmazlığa düşüyor, Avrupa Birliği içinde ihtilaflar baş gösteriyor. Üstad’ın, “Kavga kapısını kapatmak için, banka kapısını kapat.” sözü, mucizevî bir öngörü halinde karşımızda duruyor. Her türlüsü haram olan, insanları ve halkları birbirine düşman eden faizin yerini, fakirle zengin arasında köprü kurarak sınıf çatışmasını önleyen zekat ve sadaka almalıdır. İktisadın hem öznesi, hem de hedefi konumundaki insan, asla israf etmemeli, kanaatkâr olmalıdır; o helâl kazanç için çalışır, fakat hırsa kapılmaz. Böylece aşırı hırsın doğuracağı kötü sonuçlardan korunmuş olur.

Bediüzzaman’ın kurguladığı ekonomi, ne kapitalizm ne de sosyalizm olup, kendine özgü unsurlar taşır. Ama, bu iki rejimin kötülüklerini, yanlışlıklarını dışlar, olumlu ve doğru taraflarını içine alır. Üstad, kapitalizmdeki kazanç motifini kabul eder, ancak manevî değerlerin imhasına yol açan, aşırı tüketime dayalı tarafını reddeder. Sosyalizmin her şeyi devlete mal ederek insanı ve toplumu durgunlaştıran yanına karşı olmakla beraber, hiç olmazsa manevî değerlere dokunmayan uygulamasından hoşnuttur. Onun iktisadî düzeni hem canlıdır, dinamiktir hem de İslâmî değerlere saygılıdır, o değerlerle beraber yürür.

Zaman, 10.04.2009

Sami Uslu

11.04.2009


‘Model ortaklık’ mı, ‘model ortaklığı’ mı?

ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinde verdiği ana mesajın ne olduğu konusunda farklı görüşler var. Başkan Obama’nın söylediklerinden, onun 11 Eylül’den sonra özellikle eski Başkan Bush’un İslam dünyasına yönelik olarak izlediği saldırgan ve küstah siyasetin ülkesinin imajında açtığı yaraları tamir etmek ve bu imajı Müslüman dünyası ve Türkiye nezdinde düzeltmek amacı güttüğü anlaşılıyordu.

Bu onarma çabasına, İslâm dünyasına dönük olarak ABD’nin gelecekte daha fazla anlayış ve diyaloga dayalı bir siyaset izleyeceği vaadi de eşlik ediyordu. Mesele böyle ortaya konunca, haliyle, Türkiye bu yeni siyasetin odak noktasına yerleşmektedir. Başkan Obama bunu “model partnership” kavramıyla ifade etti. Türkiye’de bu meseledeki algı farklılığına da işte bu kavrama ilişkin farklı anlayışlar neden olmuş görünüyor.

Obama döneminde ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği veya dayanışmanın temelini oluşturması önerilen “model partnership” gerçekten de farklı şekillerde anlaşılmaya müsait bir kavram. Bu kavramın, şimdiye kadar hep yapıldığı gibi, “model ortaklık” olarak okunması mümkündür. Bu aslında, “aramızdaki ortaklık bir model oluşturuyor” anlamına gelse de, bunu ortaklık için en uygun “model”in Türkiye olduğu şeklinde okumaya hazır pek çok kimsenin var olduğunu gördük.

Nitekim, Türkiye’yi model olarak görmeye alışkın olanlar bu sözden bir kere daha “Atatürk Cumhuriyeti”nin paha biçilmezliği sonucunu çıkardılar. Bunlar Obama’nın mesajını, İslâm dünyasındaki “tek laik demokrasi” olan Türkiye’nin bu dünya için bir model olduğu şeklinde anladılar. Obama’nın Atatürk’ün gerçek mirası olarak “laik demokrasi”yi vurgulamasını da bunun bir kanıtı olarak sundular.

Oysa, daha dikkatli bir bakışla, bu kavramla kastedilenin “model ortaklık”tan ziyade “model ortaklığı” olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Zaten, ilk okumanın isabetsizliği, Türkiye’nin “model” olduğu üstünde odaklanmak suretiyle, terkibin “ortaklık” unsurunu büsbütün gözardı etmiş olmasından da anlaşılabilir. Buna karşılık, “model ortaklığı” ise, Türkiye’nin eşsizliğini (ünikliğini) değil fakat iki devlet (ABD ve Türkiye) arasındaki benzerliği öne çıkarmaktadır. Yani, Obama demek istiyor ki, modellerimiz arasındaki benzerlik (ortaklık) işbirliği yapmamızı kolaylaştırabilir.

Peki, nedir bu benzerlik veya ortak yön? Obama’ya göre bu stratejiyle değil, değerlerle ilgili olan bir benzerliktir. Her iki devleti de karakterize eden, halklarının Hristiyan veya Müslüman olması değil, fakat yurttaşlık temelinde bir araya gelmiş, din özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve özgürlüklere saygılı laik demokrasiler olmalarıdır. Başka bir ifadeyle, toplumlarımızın farklı dinlerden olmasına ve farklı uygarlık geleneklerine dayanmamıza rağmen, bu ortak değerler etrafında pekalâ işbirliği yapabilir ve bu yolla dünyaya örnek olabiliriz. Dahası, farklı kültür ve uygarlıkların kavşak noktasında olması Türkiye’nin iki uygarlık dünyası arasında birleştirici bir rol oynamasını kolaylaştırabilir.

Bu yorumun farkı, bir yandan eski “stratejik ortaklık” anlayışı yerine değerlerde ortaklığı öne çıkarmasında, öbür yandan da meseleyi Türkiye odaklı olmak yerine iki devlet arasındaki benzerlikler temelinde ortaya koymasındadır. Şüphesiz böyle anlaşılması halinde bile Obama’nın mesajı Türkiye’nin láik bir demokrasi kurmadaki “başarı”sını gözardı etmiyor. Hatta, gözardı etmek bir yana, bunu abartıyor bile. Bu bakımdan, Obama’nın Türkiye’nin mevcut durumunun gerçeğe sadık bir resmini vermekten çok, bir temennisini dile getirdiği söylenebilir. Kanaatimce, burada, “laik Cumhuriyet” övgüsünü din özgürlüğünü, hukuk devletini ve demokrasiyi neredeyse dışlayacak kadar ileri götürenlere bir mesaj vardır.

Star, 10.04.2009

Mustafa Erdoğan

11.04.2009


Korkmaktan kork

Ermeni’den kork, Rum’dan kork, Kürt’ten kork, dış güçlerden kork, iç mihraklardan kork, kork, kork kork...

***

Korkmaktan sıkılmadık gitti. Ne zaman güçlü ve büyük bir ülke olduğumuzu göreceğiz ve biraz rahatlayacağız?

***

Obama’nın ziyareti ile Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması yeniden gündeme geldi. Ancak gelir gelmez hükümet ‘Gündemimizde böyle bir madde yok’ açıklaması yaptı. Ruhban Okulu Ortadoks dünyası için önemli bir merkez. Bugün orası kapalı olduğu için Patrikhane, öğrencilerini başta ABD olmak üzere Batı’ya göndermek zorunda kalıyor. Bu da teknik olarak birçok sorun çıkarıyor. Oysa okul açılsa bölgede önemli bir merkez olacak.

Ve o merkez nedeniyle İstanbul yeniden Konstantinopol ol-ma-ya-cak.

Akşam, 10.04.2009

Nagehan Alçı

11.04.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis