07 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

‘Asker millet’: Kendine karşı darbe yapan millet

TSK’nın sistem içinde kendisine uygun gördüğü yeri-rolü birkaç yıl önce yayımladığım birkaç yazıda özetle şöyle eleştirmiştim:

TSK’nın kendisini, olması gerektiği gibi, devletin bir kurumu (bir “aygıtı”) olarak değil, “milletin ayrılmaz bir parçası” olarak tarif etmesi terk edilmesi gereken ilk varsayımdır. Türkiye’de “ordu-demokrasi” ilişkisi bu tariften başlanarak konuşulmalıydı. Yani her şeyden önce “ordu”nun kendisini nereye yerleştirdiği, sonra da nereye yerleştirmesi gerektiği konuşulmalıydı. TSK’nın kendisini “milletin ayrılmaz bir parçası” olarak tarif etmesi, takdir edersiniz ki, ortaya çok sayıda sorun çıkartmaktadır. Bu bağlamda akla gelen ilk soru şudur herhalde:

TSK, kendisini, olması gerektiği gibi bir “devlet aygıtı” olarak değil de, niçin doğrudan “millet”e başvurarak tarif etmektedir? Bir “devlet aygıtı” olarak tarif edilmek ona niçin yetmemekte, az gelmektedir? Ben bu soruyu şöyle cevaplıyorum: Çünkü TSK, 27 Mayıs’tan başlayarak “eski rejim”dekinden farklı biçimde gerçekleştirdiği demokrasi karşıtı eylemleri (darbe, muhtıra, andıç vs.), bir “devlet aygıtı” olarak kendisinin değil, doğrudan “milletin” birer marifeti olarak sunmanın çok daha “pratik” olduğu sonucuna varmıştır.

“Askeri darbe” mi dediniz? Yanlış, çünkü bu işi gerçekleştiren “milletin ayrılmaz bir parçası” olan TSK’dır, yani bir bakıma “milletin kendisidir”.

“Muhtıra”, “andıç” vesaire mi dediniz? Yanlış, çünkü onun sahipleri zaten “milletin ayrılmaz bir parçası” değil mi?

Görüyorsunuz, aslında “karabasan” gibi bir şey bu! Sözünü ettiğimiz “tarif”e öyle özel bir akıl yürütmeyle varılmış ki, kimin kimden şikayetçi olduğu hepten karışmış. Bu akıl yürütme çerçevisinde “millet” adını verdiğimiz “egemen” darbe yapanın mı “ayrılmaz bir parçası”dır, yoksa tam tersine darbenin doğrudan mağduru mudur belli değil!

Bakın, anlatmaya çalıştığım bu “mantıksızlığın” çok iyi bir örneğini de var.

61 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünde bu 27 Mayıs askeri darbesinden şöyle söz ediliyordu: “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı Türk milletinin yapmış olduğu 27 Mayıs…”(!)

Görüyorsunuz, “deli çıkmak” işten değil…

Meğerse 27 Mayıs askeri darbesini TSK değil, “Türk milleti” yapmış. İsterseniz inanmayın; 20 yıl yürürlükte kalan bir anayasa diyor bunu.

Peki o halde soralım: TSK, -anayasada bile- 27 Mayıs askeri darbesini (adı üzerinde) kendisinin yaptığını niçin söylemiyor ya da söyleyemiyor.

Tabii ki, yazının başında söz ettiğimiz “tarif”ten, yani kendisini “milletin ayrılmaz bir parçası” olarak sunmasından dolayı. TSK çok iyi biliyor ki, 61 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünde “…meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı TSK’nın yapmış olduğu 27 Mayıs..” denildiği an “büyü” bozulacaktır! Bozulacaktır, çünkü bu durumda “millet” -belki?- “Bakın bizim seçtiğimiz hükümeti meğer TSK devirmiş” diyerek uyanacaktır. Ama TSK bunu istemiyor; o istiyor ki, bu ülkede iktidarı seçen de, yerinden eden de “Türk milleti” olsun. Bu süreçlerde kendisinin de, “ayrılmaz bir parçası” olduğu “milletine” yönelik küçük bir katkısı olabilir tabii ki… Ama bu öyle tehlikeli (de) bir denklem ki, bu yolun sonunda “Kendine karşı darbe yapan millet!” gibi eşi benzeri görülmemiş bir formüle ulaşmak kaçınılmazdır.

Şimdi aklıma geldi: Sadece askerin değil sivillerin de pek beğendiği “asker millet” tabiri yazı boyunca anlatmaya çalıştığım bakış açısının güzel bir özeti olmasın?

Kürşat Bumin, Yeni Şafak, 6.7.2009

07.07.2009


Şehit derneği kurulacaksa da biz kurarız...

Malum Nevzat Tandoğan’ın ‘tek parti zihniyeti’ni yansıttığı iddia edilen bir sözü vardır. Osman Yüksek Serdengeçti’ye hitaben “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek” dediği kayıtlara geçmiştir.

Buraya şuradan geldik. Şehitlik Türk insanı için kutsal bir kavram. Fakat bu kutsal kavram üzerinden derin bir mücadele yaşanıyor.

Baştan alırsak... Terörün gemiyi azıya aldığı doksanlı yılların başı. MGK, şehit ailelerinin teröre karşı ortak tepki göstermesi için dernekleşme yönünde bir tavsiye kararı aldı. Kısa sürede ülke genelinde 80’e yakın şehit derneği kuruldu. Yeni şehitler geldikçe dernekler büyüdü, sayıları arttı. Yakın zamana kadar istenilen amaca uygun bir tablo oluştu. Fakat son birkaç yıldır ‘şüpheli’ işler olmaya başlayınca aileler sadece ‘vatan sağolsun’ dememeye başladı.

Bu tip ‘çatlak’ seslerin yükselmesi üzerine ilginç bir gelişme oldu ve şehit derneklerine davalar açılmaya başladı. Davayı açan Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı 4 dernek. Gerekçeleri ise 2847 sayılı yasa. Kendileri dışında hiçbir derneğin ‘şehit’ ismini kullanamayacağını savunuyorlar. Tabi bu işin görünürdeki nedeni. Kulislere göre ‘çatlak seslerden’ rahatsız olan Ankara’nın şehit derneklerinin kontrol altına alınmasını istediği ifade ediliyor.

Hatta seçim öncesi iki ay İçişleri Bakanlığı yapan Osman Güneş genelge ile ‘Genelkurmay’ın kabul ettiği MSB’ye bağlı 4 dernek dışında hiçbir şehit derneğinin resmi günlerde Atatürk anıtına çelenk koyamayacağı’nı tebliğ etti.

Anadolu’nun çeşitli yerlerinde şehit derneklerine yerel garnizonlardan ‘kapatın’ baskısının gittiği ifade ediliyor. Davalardan bunalan şehit dernekleri ise Başbakanlığa başvurdu. Kapanma baskısına maruz kaldıklarını anlatan derneklerin ilginç hikâyeleri var. Çocuklarını bu ülke için şehit veren aileler isyanda. Eğer bir derneğe üye olacaksanız ancak bizim istediğimiz derneğe üye olabilirsiniz dayatmasına tepkililer. Özetle Tandoğan’ın adı sadece bir meydanda yaşamıyor.

Adem Yavuz Arslan, Bugün, 6.7.2009

07.07.2009


Türkiye’de demokrasi ve ABD

Türkiye’de asker-sivil ilişkileri alanında Cumhuriyet tarihinin en ciddi gelişmeleri yaşanırken “Olup bitene Washington nasıl bakıyor” sorusuna bir cevap gerekiyor. Evet, ama “hangi Washington?” Zira Washington’da Türkiye konusunda tam bir kafa karışıklığı hâkim. İki farklı cephe ve iki farklı bakış açısı birbirini ikna etmeye çalışıyor. Kaba hatlarıyla ifade etmek gerekirse durum şöyle: bir cephede AK Parti’den hiç hazzetmeyen ve Türkiye’de ciddi bir İslamcılaşma riski görenler var. Türkiye’deki gelişmeleri açıklamak için temel referans noktaları İslam ve laiklik. 1 Mart tezkeresi, Halit Meşal ziyareti, Davos gibi gelişmelerden hep AK Parti’nin temsil ettiği “İslami zihniyeti” sorumlu tutuyorlar. Bu cephe içinde artık gücü son derece azalmış neo-konlar olduğu gibi, aynı zamanda neokonlarla hiç alakası olmayan sıradan isimler de var.

İkinci grupta ise AK Parti’ye nispeten daha olumlu bakan ve Bush döneminde kaybedilen Türkiye’yi tekrar kazanmak gerektiğine inanan, bir cephe var. Bunlar Obama’ya ve Hillary Clinton’a yakın çalışıyorlar. (...) Referans noktası olarak çok daha sağlam bir kriter kullanıyorlar: Avrupa Birliği ve demokratik reformlar.

Burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Bu ikinci cephe Türkiye’de siyasi gerilim, muhtıra, kriz görmek istemediği için asker-sivil ilişkileri konusunda son derece dikkatli “realist” bir yaklaşım içinde. Onların gözünde Ergenekon, karanlık dipsiz bir kuyu. Türkiye’de zaten kutuplaşmış siyasi ortamı daha da geriyor. Bu nedenle fazla Ergenekon analizi yapmak yerine, daha şeffaf ve izlenebilir olan demokratik reformlara bakıyorlar. Zaten tam da bu nedenle Ergenekon davasına oranla AB reformları sürecini çok daha fazla ciddiye alıyorlar.

2007-09 DÖNEMİ BOŞA GEÇTİ

Gene aynı nedenle Türkiye’nin 22 Temmuz 2007 sonrasında ciddi bir fırsat kaçırdığına inanıyorlar. Geniş uzlaşma tabanlı, AB’ye yönelik yeni bir anayasa yerine, AK Parti’nin, biraz da MHP’nin tuzağına düşerek neden başörtüsü gibi zor bir konuya odaklandığını anlamakta zorluk çekiyorlar. Sonuç olarak Amerika’daki bu ikinci cephe Türkiye’nin 2007-2009 dönemini boşa harcayarak AB’deki Türkiye düşmanlarına gereksiz yere malzeme sağladığına inanıyor.

Bu cephenin birinci gruptan en temel farkı Türkiye’nin AB’ye girmesini gerçekten istiyor olması. Bush döneminden kalma neokonlar ise Avrupa’dan en azından AK Parti kadar nefret ediyor ve AK Parti’nin AB reform sürecini laikliğin teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gücünü azaltmak için desteklediğini düşünüyorlardı.

Bütün bunlar nedeniyle bu neokon cephenin Ergenekon ve asker-sivil ilişkileri konusunda nasıl pozisyon aldığını tahmin etmek zor değil. Türkiye’nin AB düşmanları ile Amerika’nın AB düşmanları arasında doğal bir ittifak olmasından daha normal bir şey olamaz. Ancak bu ulusalcı-neokon birlikteliği pek uzun sürmedi. Zira her iki akım da kendi ülkelerine yabancılaşmış durumdaydı. Amerika’da neokonlar ve Türkiye’de ulusalcılar kendi toplumlarındaki büyük demokratik değişime karşı kürek çekiyorlardı. Sonuç olarak gerek Amerika, gerekse Türkiye’deki demokrasi dalgası bu tip yapay ittifaklardan çok daha güçlü çıktı.

Her şeye rağmen Washington’da marjinal de olsa, askeri vesayet altında daha kolay kontrol edilecek oligarşik bir Ankara arzulayan bazı güç odakları olabilir. Bunlara verilecek en iyi cevap Türkiye’nin AB yolunda hiç yılmadan ilerlemesidir. Zaten Obama yönetiminin görmek istediği de bu. Önümüzde seçimsiz en azından iki yıl var. Artık mazeret kalmadı. Popülizme gerek duyulmayacak iki uzun yılımız var. Türkiye ve AK Parti bu fırsatı gene kaçırmamalı. Ergenekon önemli. Ama AB süreci daha da önemli.

Ömer Taşpınar

Sabah, 6.7.2009

07.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.