21 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Yoksa bende asker takıntısı mı var?

Başbuğ Paşa, kuvvet komutanları... Sırtlarında savaş üniformaları... Bir savaş gemisinin güvertesinde, topların altında sıralanmışlar.

Başbuğ Paşa konuşuyor.

Yüz hatları çok gergin.

Hepimize neyi nasıl yapmamız gerektiğini söylüyor, adeta işaret parmağını gözümüzün içine sokarak...

Her şeyi de biliyor.

Yoksa bende asker takıntısı mı var?.. İlker Başbuğ Paşa’yı Oruç Reis Firkateyni’nde gördüğüm günden beri avucum kaşınıyor. Kaç gündür de direniyorum. Hadi bu seferlik pas geçeyim dedim.

Ama olmuyor işte.

(...)

Genelkurmay Başkanı...

İlker Başbuğ Paşa...

Yanında kuvvet komutanları...

Hepsinin sırtında savaş üniformaları, bir savaş gemisinin güvertesine çıkmışlar, topların altına dizilmişler, gözlerimizin içine baka baka neyi, nasıl yapmamız gerektiğini bize söylüyorlar.

Biz nasıl yazacağız?

Gazeteci milleti nelere dikkat edecek?

Medya nasıl davranacak?

Savcılar ne yapacak?

Yargının askerle işbirliği nasıl olacak?

Edepli akademisyen ne demek?

Siyasetçi ne yapmalı?

Savaş gemisinin güvertesinde, topların altında, Başbuğ Paşa’yı o kendine has biraz da sinirli başöğretmen edasıyla konuşurken gördükçe, itiraf edeyim, vücut kimyam gitgide bozuluyor.

Benim neyi nasıl yazacağıma karışabiliyor. Savcılara askerle nasıl işbirliği yapmaları gerektiğini söylüyor. Akademisyenlere, siyasetçilere sallıyor vs...

Hangi yetkiyle?..

Nereden alıyor bu gücü?.. Omuzundaki yıldızlardan mı, elindeki silahından mı, altında durduğu toplardan mı?..

Bunların hiç biri kendisine böyle bir hakkı veremez. Benim ne yazmam gerektiğine karışamaz. Savcılara talimat veremez. Siyasetçileri suçlayamaz. Akademik dünyaya karışamaz. Medyaya nizam vermeye kalkışamaz.

Bunların hiç birini yapamaz.

Askerin siyasetle işi yoktur.

Başbuğ Paşa siyaset yapıyor.

Yani suç işliyor.

Kaçıncı defadır yapıyor bunu. Ve asıl askeri yıpratmak, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak budur.

Başbuğ Paşa’nın bize ne yapacağımızı anlatmak yerine, başında bulunduğu kendi kurumunun içine dönüp onu adam etmesi, bazı açılardan temizlemesi gerekir. Silahlı Kuvvetleri, devlet içinde devlet konumundan kurtarıp demokrasilerde olması gereken yere oturtmaya çalışması gerekir.

Bunları yazınca rahatladım.

Bende ‘asker takıntısı’ yok, biliyorum, bende demokrasi takıntısı var.

Hasan Cemal

Milliyet, 20.12.2009

21.12.2009


Atatürk neden ve nasıl tabulaştırıldı?

Mustafa Kemal Atatürk’ün totemleştirilmesi, o henüz yaşarken başlamıştı ama geliştirilmesi ve ‘mükemmelleşmesi’ ölümünden sonra oldu. Bu yüceltme ve kutsallaştırma hareketinin, Osmanlı döneminde toplumun temel tutunum unsurlarından olan dinin, Türk ulus-devletinin kuruluşu sırasındaki laikleşme hamlesi kapsamında, toplumsal yaşamdan çıkarılmasının doğurduğu boşluğu doldurmak için, ulusçuluğun yarı din haline getirilmesi sırasında mı, yoksa Mustafa Kemal’in dünyaya bakışının ve eylemlerinin Kemalizm adı altında total bir ideolojiye dönüştürülmesi çabaları sırasında mı ortaya çıktığı tartışılabilir. Ama görülen odur ki, Cumhuriyet modernleşmesi, başından beri bazı sıkıntıları aşmak için Mustafa Kemal’in ‘Atatürk’ olarak totemleştirilmesine ve dolayısıyla tabulaştırılmasına şiddetle ihtiyaç duymuştu.

Doç. Dr. Mete Kaynar, “Totem, tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük” adlı makalesinde, bu sıkıntıların başında Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki farkı tanımlayabilecek, yeterli kavramsal referanslara sahip olunmaması ve toplumu Cumhuriyet modernleşmesinin gereklerine ikna edecek, onu bu yolda harekete geçirecek bir düşünce setinin oluşturulamaması geldiğini söyler. Kaynar’a göre, Atatürk’ün ardından gelen İsmet İnönü, gerekliliği ve hedefleri, henüz toplumun tüm katmanları tarafından içselleştirilmemiş olan Cumhuriyet modernleşmesini bir ileri bir aşamaya götürecek tutarlı bir programa ve/veya böyle bir programın yokluğunda bile toplumu ardından sürükleyecek karizmaya sahip değildi. Tek çare, ihtiyaç duyulan referansın, totemik bir figür haline getirilen Atatürk’e ve onun eylem ve söylemlerinin tabulaştırılmasıyla oluşturulan Kemalizm/Atatürkçülük düşüncesine yapılmasıydı.

(...)

DARBELERİN MEŞRÛİYET TEMELİ

Atatürk’ün totemleştirilmesi ve tabulaştırılmasına en büyük katkıyı 1960’dan sonra sık sık sahne alan darbeciler yaptı. Bütün darbeler ‘ulu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak’, ‘onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak’ ve ‘Atatürk’ün tarif ettiği türden bir demokrasiyi yeniden tesis etmek amacıyla’ gerçekleştirildi. Böylece, adı ister ‘ihtilal’, ister ‘muhtıra’, ister ‘balans ayarı’, ister ‘e-darbe’ olsun hepsi de gayri meşru olan bu müdahaleler, güya partiler ve ideolojiler üstü bir referansa dayanarak yapılmış gibi sunularak, toplum gözünde meşrulaştırıldılar. Dolayısıyla darbecilerin, kendilerine tertemiz ve güçlü bir dayanak sağlayan Atatürkçülüğü biraz daha kutsallaştırması, biraz daha tabulaştırmaları gayet mantıklıydı. Bu konudaki şampiyon ise 1980 darbecileriydi. Mustafa Kemal’in kurduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yerine Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun (AKDTYK) kuruluşu; Nutuk’un sadeleştirilmiş baskılarının yapılması ve yayılması; okullarda Atatürk köşelerinin mecbur tutulması; Ankara’da bir Atatürk heykel fabrikası kurulması; Atatürk’e ait olduğu tartışmalı vecizelerin kamusal alanlarda boy göstermesi; kahvehanelere Atatürk resimlerinin asılmasının mecburi kılınması; Kenan Evren’in Atatürk pozlarında konuşmalar yapması (hatta Atatürk gibi tren penceresinden bakan fotoğraflar çektirmesi) gibi adımlarla Atatürkçülüğün adeta sivil bir din haline getirilmesi 12 Eylül darbesinden sonra oldu.

NUTUK'TAKİ 19 MUCİZESİ

Mete Kaynar’ın derlediği bazı örneklerin gösterdiği gibi, son yıllarda iş şirazesinden çıktı. ‘Kuran’daki 19 mucizesi’ gibi Nutuk ve Gençliğe Hitabe’de 19 sayısının ‘mucizevî tezahürleri’ üzerine kafa patlatanlar oldu. Her yıl 15 haziran - 15 temmuz tarihleri arasında Ardahan’daki Karadağ sırtlarına düştüğü iddia edilen Atatürk silueti ‘Atatürk'ün İzinde, Gölgesinde Damal Şenlikleri’ adı altında kutlanmaya başladı. Bu iş öylesine ciddiye alınmıştı ki, 2003 yılı kutlamaları sırasında, tam Atatürk silueti Karadağ sırtlarına düşmeye başladığı saatlerde bir çobanın hayvanlarını otlatarak Atatürk siluetinin önünden geçmesi devletin tepesinde öfke patlamasına neden oldu. Çobanın tavrı Atatürk’e hakaret, vatana ihanet olarak adlandırıldı ve konu TBMM’ye taşındı.

Bir başka uhrevi işaret, Ayvalık-Edremit arasındaki Gömeç İlçesi’nin yaslandığı yüksek dağların üzerindeki Atatürk’ün yüzü formundaki kaya parçasıydı. Bölge, Gömeç Belediyesi tarafından ‘Atatürk Kayaları İzleme Noktası’ adıyla ziyarete açıldı. Şırnak’ın Cizre İlçesi sınırlarındaki Cudi dağındaki bir tepede siluet olarak tespit edilen Atatürk’ün yüzü şeklindeki oluşum ise bölge askeri harekât alanı içinde yer aldığından henüz layık olduğu tarzda bir hac yerine çevrilemedi.

MADAME TUSSAUD MÜZESİ

Londra’daki Madame Tussaud Mumya Müzesi’ndeki Atatürk mumyasının, ‘Atatürk’ün gerçek karizmasını, gerçek ihtişamını yansıtmadığı’nı ilk dile getirenlerden biri Vatan gazetesi yazarı Zülfü Livaneli, 7 Aralık 2002 tarihli köşe yazısında, müzedeki Atatürk’ün heykelinin bir türlü doğru dürüst yapılamamasını, Avrupalılara göre “Mustafa Kemal adlı bir Türk beyaz tenli, sarışın ve mavi gözlü olamaz. Bu yüzden Atatürk'ü bazen Pakistanlıya, bazen Hintliye benzetmek için uğraşır dururlar” diye açıklamıştı. Bu durum sadece Livaneli’yi değil, emekli Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İbrahim Fırtına’yı da rahatsız etmişti. Fırtına’nın şikâyetleri ile devam eden ‘karizmatik Atatürk mumyası’ talebi, en sonunda Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç tarafından yerine getirildi. Mustafa Koç’un parasal, Anıtkabir Komutanlığı’nın teknik ve malzeme desteği sayesinde yeni, heybetli ve karizmatik bir Atatürk mumyası 10 Kasım 2005 tarihinde müzedeki yerini aldı.

Şimdi böyle marazi bir zihniyet ikliminde, Mustafa filmine yönelik tartışmaları garip bulmak mümkün mü? Bence hayır. Ama bu marazi tutum, aynı zamanda Atatürk’ün öngördüğü modern ulus-devletin bekasının, Atatürk’ün dondurulmuş, katılaştırılmış hatta fosilleştirilmiş imgesinden başka dayanağı olmadığını, bu dayanak çökerse tüm modernleşme sürecinin, toplumun, devletin ve Cumhuriyet’in de çökeceğini ima ediyor. Anlaşılan Atatürkçülük şampiyonları Cumhuriyet’e benim duyduğum kadar güven duymuyorlar.

Görülen odur ki, ‘Atatürk ağlar mı’, ‘Atatürk içer mi’, ‘Atatürk sever mi’, ‘Atatürk korkar mı’, ‘Atatürk yanlış yapar mı’ gibi son derece insani sorular etrafında koparılan fırtınalar ve düzenlenen linç törenleri, ‘evet bunların hepsi mümkündür, çünkü Atatürk bir insandı, tanrı değil’ diyenlerin sayısı, cezalandırmakla başa çıkılmayacak kadar artıncaya dek sürecek. Darısı başka tabuların başına!

Notlar:

Bu yazı, 1 Aralık 2008 tarihli Anlayış Dergisi’nde yayımlanan yazımın güncellenmiş hali. Yazıyı yazarken, Mete Kaynar’ın daha sonra Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Tarihi’nin 9. cildinde (İletişim, 2009, s. 1089-1120) yer alan “Totem, tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük” başlıklı yazısından yararlandım.

Ayşe Hür, Taraf, 20.12.2009

21.12.2009


Paşa’ya arîza

Bİrİne açık mektub yazanın asıl maksadı muhâtabına ulaşmak değil kamuoyuna seslenmekdir. Ama başka çâreniz yoksa kamuoyuna seslenerek de muhâtabınıza ulaşabilirsiniz. Faydası dokunur mu ayrı mesele ama hiç değilse içinizde ukde kalmaz. Paşam, sizde “gardiyan sendromu” var. Yâni kendinizi bekçi, milleti ise her fırsatda her türlü iğvâya kanacak geri zekâlı mahkûm gibi görme eğilimi. Eğer öyle olmasa ikide bir muhârebe kıyâfetiyle ve bâzen arkanıza otuz kırk meslekdaşınızı takıp bâzen bir savaş gemisinin güvertesinden millete akıl ve davranış kuralları öğretme hevesine kapılmazsınız.

Hayır, Paşam, sizin 74 milyonluk bu millete akıl öğretme hakkınız olmadığı bir yana, böyle bir yeteneğiniz bulunduğu da doğru değil! Şâyet aksini iddia ediyorsanız önce bu “hidâyet”e nasıl erdiğinizi inandırıcı tarzda bizlere anlatmanız gerekir ki bizim de o “yarım” aklımız ersin!

Gerçek şu ki, Paşam, siz sâdece ve sâdece bu devletin, aylığı o sığır sürüsü gibi gördüğünüz 74 milyonluk kitle tarafından ödenen bir memurusunuz. Aylığınızı da o 74 milyonluk kitleye siyâsî akıl öğretmek için değil o kitlenin “dış tehlikelere karşı” emniyetini sağlamak için alıyorsunuz. Eğer millete siyâsî akıllar öğretme arzûnuz dayanılamayacak kadar şiddetliyse o zaman o sırtınızdaki paşa üniformasını paşa paşa çıkarır, paşa gönlünüzün dilediği değişik bir kılıkla halkın önüne çıkarak değerli fikirlerinizi kamunun istifâdesine sunarsınız, bakalım ne diyecekler!

Sizin gibi düşünmeyenlere ve üstelik sizi eleştirme cür’etini gösterenlere “vatan hâini” yaftasını yapıştırmak da son derece muhâtaralı bir yoldur, Paşam! Çünki siz öyle dersiniz, başkası size aynı şeyi söyler ve ortaya fevkalâde tadsız durumlar çıkabilir. Biliyorsunuz ki candan bağlı olduğunuzu iddia etdiğiniz demokratik toplum düzeninde problemler müzâkere ve münâkaşa yoluyla hallolunurlar. Zaten o rejimlerde kumandanların politikaya müdâhalesi derhâl azlolunmaları netîcesini doğurur. Kaldı ki siz üzerinize vazîfe olmayan işlere müdâhale ederseniz başkalarının da aslen sizin üzerinize vazîfe olan işlere müdâhale hakkı doğar ki pek de çıkar yol değildir. Meselâ bilfarz Ulaştırma Bakanı bir basın toplantısı düzenleyip sizin askerî yeteneklerinizi yerden yere vursa bu herhalde hoşunuza gitmez. Ama yok eğer bu üzerinize vazîfe olmayan işlere karışma hakkını elinizdeki silahlardan aldığınıza inanıyorsanız o zaman size nâçizâne tıpkı maaşlarınız gibi o silahların paralarını da bizlerin ödediği gerçeğini hatırlatmak zorunda kalırız. Son 50 yıldır nerelerde kullanıldıklarına dâir “eksiksiz” bir liste de taleb edebiliriz.

Bir de, Paşam, konuşmalarınıza muhtemelen biz zavallı câhilleri etkilemek üzere serpiştirdiğiniz filozof ve mütefekkir isimlerini ve alıntılarını hiç kullanmasanız daha iyi olur. Çünki o vakit kendinizi ansızın bir akademik münâzaranın tam göbeğinde bulursunuz ki o da sizin için avantajlı bir pozisyon sayılmaz.

En derin saygılarımla...

Yağmur Atsız

95’li Yedek Piyâde Teğmen

Yağmur Atsız

Star, 20.12.2009

21.12.2009


Stres, çatışma ve savunma

Her olumsuz, her aşırı davranış; beden, rûh ve duygularımızı kötü yönde etkiler. Stresin tesiri, uyaranlara yüklediğimiz mânâ ve duygularımızın durumu ve hâlet-i rûhiyemize bağlı. Hissî (duygusal) tepkilere, farklı anlamlar vererek ondan kurtulmaya çabalarız.

Meselâ, sonsuza dek yaşamak, içten gelen, fıtrî bir arzu, gemlenemez bir dürtüdür. Normal bir insan, sıkıntılı da olsa, idam olmaktansa, müebbed hapsi tercih eder. Ölümün kesinliği ise; bu arzumuzu mahveder. Ancak, âhiret, haşir (öldükten sonra dirilmeye imân) ile bu duyguları tatmin ederek sıkıntısından kurtulabiliriz.

İnançsızlık, ibâdetsizlik, teşekkürsüzlük de sıkıntı sebebi. Ateist, “Müslümanlar, ‘Öldükten sonra herkes dirilecek, Cennet var’ diyor; belki de var!” diye düşünür; yokluğun yakıcı azabından geçici olarak rahatlar. Fakat, Cennet için de ibâdet etmek gerekir. Buna karşılık, “Belki de yoktur!” deyip ibâdet külfetinden de zahiren kurtulur.

Buna benzer yaklaşımlarla, his, duygu bazından hâdiselere verilen anlam, daha önce uygulanan kurtuluş reçeteleri, girişimleri ve edinilmiş değerler savunma mekanizması olarak önemli rol oynar. Ancak, hâdiselere duygular açısından yaklaşmak, objektif yorumlamaya engel olur. Problemi çözme yerine kaçış yolları aranır veya çeşitli savunma mekanizmaları geliştirilir. Bunlar, bilhassa iç çatışmalardan kaynaklanan endişeleri izâle eder. Psikolojide çatışma, “İçten gelen güçlerin başlatmak istediği bir davranış ve fiilin; yine içten gelen güçlerimiz tarafından engellenmesidir” şeklinde tanımlanır.

Aslında her davranış, her fiil, her hareket, her tutum, her rûhî olayda şuûrî veya gayr-i şuûrî karşı güç vardır. “Ulvî-behimî, müspet/olumlu-menfî/olumsuz” gibi zıt duyguların karşılıklı bulunması bunu ifâde eder. Şu halde, her an bir çatışma söz konusudur. Dolayısıyla endişe, sıkıntı, stresin de bulunması normaldir. Önemli olan, bunlara karşı kullanılacak savunma mekanizmalarının kalitesi ve çözüm metodlarıdır.

Aşırıya kaçmayan, bir tutku hâlini almayan; bağımlılık yapmayan; gerçeği aramaya, objektifliğe engel olmayan; başarıya, müsbete, olgunluğa yönlendiren savunma mekanizmaları içten gelen dürtüleri, geçici olarak engeller ve benliğimizi korurlar. Bunlar, bir tehlike veya sıkıntıyla baş etme, savaşma veya kaçma şeklinde gelişir.

Burada önem arz eden; sıkıntının kaynağını tesbitle güçlü delillerle aklı, kalbi, hissi ve duyguları tatmin etmektir. Bu da ancak, iman esaslarını tahkik seviyesinde özümsemekle mümkündür. Çünkü, kaçma şeklinde veya bir iki konuda geliştirilen savunma mekanizmaları; bir müddet sonra; gerçek bağlantılarımızı ve uyumumuzu bozar; çeşitli hastalıklara, duygu sapmalarına, aşırılıklara ve ruhî bunalımlara sebep olur. Ölümün kesinliği karşısında, avcıyı gören deve kuşu gibi; kafamızı kuma gömmekle gerçeği değiştiremeyiz.

Bastırma/nisyan, yer değiştirme, yansıtma, hayal kurarak atlatma, akla uydurma, yüceltme, özdeşleşme/aynîleşme, fedâkârlık/özgeçicilik, gerileme, saplantı, şakaya vurma, çile çekme gibi önemli savunma mekanizmaları vardır. Bunun yanında, gerçekleri çarpıtma/kaçma, tepki oluşturma, boyun eğme, ket vurma, içe yansıtma, denetleme, kırılma, bölünme, duyguları dönüştürme, sembolleştirme, dışlaştırma gibi bölümleri de vardır.

Psikolojinin ise henüz yeteri kadar üzerinde durmadığı en etkili, kalıcı ve yan etkisiz savunma mekanizmaları zikir/ibâdetle kalbin gıdasını vermek, tefekkürle akıl melekesini geliştirmek, ümitvâr olmak, doğruluk, ihlâs, affetme, adâlet, cesaret, çalışma, diğergamlık, feragat-fazîlet, hüsn-ü zan, şefkat, tevekkül, kanaat, iktisat gibi hasletlerdir.

Ali FERŞADOĞLU

21.12.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl