verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri munta-
        
        
          zırdım. lillâhilhamd, iki emare birden kalbime geldi.
        
        
          Birinci Emare
        
        
          : İman-ı tahkikî, ilmelyakinden hakkal-
        
        
          yakine yakınlaştıkça, daha selp edilmeyeceğine ehl-i ke-
        
        
          şif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: “sekerat vak-
        
        
          tinde, şeytan, vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip te-
        
        
          reddüde düşürebilir.” Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız
        
        
          akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra,
        
        
          hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli
        
        
          o yerlere yetişemiyor. öylelerin imanı zevalden mahfuz
        
        
          kalıyor.
        
        
          Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, ve-
        
        
          lâyet-i kâmile ile keşif ve şuhut ile hakikate yetişmektir.
        
        
          Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir. İkin-
        
        
          ci yol, iman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle, bür-
        
        
          hanî ve kur’ânî bir tarzda akıl ve kalbin imtizacıyla hak-
        
        
          kalyakin derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet de-
        
        
          recesine gelen bir ilmelyakin ile hakaik-ı imaniyeyi tasdik
        
        
          etmektir. Bu ikinci yol
        
        
          Risaletü’n-Nur
        
        
          ’un esası, mayası,
        
        
          temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyor-
        
        
          lar. Başkalar dahi insafla baksa,
        
        
          Risaletü’n-Nur
        
        
          hakaik-ı
        
        
          imaniyeye muhalif olan yolları gayr-i mümkün ve muhal
        
        
          ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.
        
        
          İkinci Emare
        
        
          :
        
        
          Risaletü’n-Nur
        
        
          ’un sadık şakirtleri, hüsn-i
        
        
          akıbetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece
        
        
          kesretli ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların
        
        
          içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.
        
        
          
            bedahet:
          
        
        
          açıklık, aşikâr, ispata ih-
        
        
          tiyaç olmayacak derecede açık-
        
        
          lık.
        
        
          
            bürhanî:
          
        
        
          bürhana, delil ve ispata
        
        
          dayanarak.
        
        
          
            cihet:
          
        
        
          yön.
        
        
          
            delil:
          
        
        
          bir davayı ispata yarayan
        
        
          şey, bürhan.
        
        
          
            dua:
          
        
        
          Allah’a yalvarma, niyaz.
        
        
          
            ehass-ı havas:
          
        
        
          seçkinlerin en
        
        
          seçkini, ileri gelenlerin en başın-
        
        
          daki.
        
        
          
            ehl-i keşif:
          
        
        
          bazı sırları, bilinme-
        
        
          yen hakikatleri, Cenab-ı Hakkın
        
        
          lütuf ve ihsanı ile bilen velîler.
        
        
          
            emare:
          
        
        
          alâmet, belirti, nişan.
        
        
          
            feyiz:
          
        
        
          bolluk, bereket; ihsan, ba-
        
        
          ğış.
        
        
          
            gayr-i mümkün:
          
        
        
          mümkün olma-
        
        
          yan, imkânsız.
        
        
          
            hakaik-ı imaniye:
          
        
        
          imana ait ha-
        
        
          kikatler, imanî gerçekler.
        
        
          
            hakikat:
          
        
        
          gerçek, doğruluk; görü-
        
        
          len bir şeyin aslı, esası.
        
        
          
            hakkalyakin:
          
        
        
          imanî meselelerin
        
        
          hakikatini tam olarak anlama.
        
        
          
            hükmetme:
          
        
        
          karar vermek, inan-
        
        
          ca varmak.
        
        
          
            hüsn-i akıbet:
          
        
        
          iyi netice, hayırlı
        
        
          son.
        
        
          
            ilmelyakin:
          
        
        
          ilim yoluyla kesin
        
        
          olarak bilme.
        
        
          
            iman:
          
        
        
          inanç, itikat.
        
        
          
            iman-ı bilgayp:
          
        
        
          gayba, görünme-
        
        
          yenlere inanmak.
        
        
          
            iman-ı kâmil:
          
        
        
          mükemmel iman.
        
        
          
            iman-ı şuhudî:
          
        
        
          gözle görürcesine
        
        
          inanmak.
        
        
          
            iman-ı tahkikî:
          
        
        
          tahkikî iman,
        
        
          imana dair bütün meseleleri in-
        
        
          celeyip delil ve bürhan ile inan-
        
        
          ma.
        
        
          
            imkân:
          
        
        
          mümkün olma, olabilirlik.
        
        
          
            imtizaç:
          
        
        
          bileşik hale gelme, kay-
        
        
          naşma.
        
        
          
            kesretli:
          
        
        
          çokluğu olan, çok fazla.
        
        
          
            keşif:
          
        
        
          gizli bir şeyi veya bir sırrı
        
        
          kalp gözüyle görerek öğrenme.
        
        
          
            Kur’ânî:
          
        
        
          Kur’ân’a uygun, Kur’ân’a
        
        
          ait.
        
        
          
            letaif:
          
        
        
          manevî duygular.
        
        
          
            lillâhilhamd:
          
        
        
          Allah’a hamd olsun
        
        
          ki!.
        
        
          
            mahfuz:
          
        
        
          hıfz olunmuş, korun-
        
        
          muş.
        
        
          
            makbul:
          
        
        
          kabul edilmiş, geçerli.
        
        
          
            muhal:
          
        
        
          imkânsız, olması müm-
        
        
          kün olmayan.
        
        
          
            muhalif:
          
        
        
          muhalefet eden, bir fiil
        
        
          ve düşünceye karşı zıt düşünce-
        
        
          de bulunan.
        
        
          
            muntazır:
          
        
        
          bekleyen, gözeten.
        
        
          
            mümteni:
          
        
        
          imkânsız, olamaz.
        
        
          
            nevi:
          
        
        
          çeşit, tür.
        
        
          
            Risaletü’n-nur:
          
        
        
          Nur Risalesi, Be-
        
        
          diüzzaman Said Nursî’nin
        
        
          eserlerinin adı.
        
        
          
            ruh:
          
        
        
          dirilik kaynağı, hayatın
        
        
          temeli ve sebebi olan manevî
        
        
          varlık.
        
        
          
            sadık:
          
        
        
          doğru, gerçek; sözün-
        
        
          de, vaadinde, işinde doğru
        
        
          olan.
        
        
          
            samimî:
          
        
        
          içten, candan, gönül-
        
        
          den.
        
        
          
            sekerat:
          
        
        
          ölmek üzere olan bir
        
        
          canlının kendinden geçmesi.
        
        
          
            selp:
          
        
        
          ortadan kaldırma, iptal
        
        
          etme; olumsuzlaştırma.
        
        
          
            sır:
          
        
        
          kalbe konulan bir lâtife.
        
        
          
            sırr-ı vahiy:
          
        
        
          İlâhî vahyin sırrı,
        
        
          hakikati.
        
        
          
            sirayet:
          
        
        
          yayılma, dağılma.
        
        
          
            şakirt:
          
        
        
          talebe, öğrenci.
        
        
          
            şuhut:
          
        
        
          gözle görme, müşahe-
        
        
          de.
        
        
          
            tahkik:
          
        
        
          doğru olup olmadığını
        
        
          araştırmak, inandığı şeylerin
        
        
          aslını, esasını bilerek inanma.
        
        
          
            talebe:
          
        
        
          öğrenci.
        
        
          
            tarz:
          
        
        
          biçim, şekil.
        
        
          
            tasdik:
          
        
        
          bir şeyin veya kimse-
        
        
          nin doğruluğuna kesin olarak
        
        
          hükmetme.
        
        
          
            tereddüt:
          
        
        
          kararsızlık, şüphe-
        
        
          de kalma.
        
        
          
            velâyet-i kâmile:
          
        
        
          kâmil velâ-
        
        
          yet, olgunluğa ermiş velâyet.
        
        
          
            vesile:
          
        
        
          aracı, vasıta.
        
        
          
            vesvese:
          
        
        
          şüphe, kuruntu, kal-
        
        
          be gelen asılsız kötü ve sinsi
        
        
          düşünce.
        
        
          
            vusul:
          
        
        
          kavuşma, ulaşma, eriş-
        
        
          me.
        
        
          
            zaruret:
          
        
        
          zorunluluk, mecburi-
        
        
          yet.
        
        
          
            zeval:
          
        
        
          zail olma, sona erme,
        
        
          yok olma.
        
        
          
            | 38 | K
          
        
        
          
            astamonu
          
        
        
          
            L
          
        
        
          
            âhiKası