Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Zeynep GÜVENÇ

Bulutların üstünden



Beyazın maviye boyanması, mavinin beyazı kıskanıp buz rengine bürünmesi, uçsuz bucaksızlığın tarifi ve tefekkür. Karmakarışık şekillerle hayal dünyasında birçok yaratığa benzettiğim bulutların üzerinden yazıyorum bu satırlarımı.

Sıla-i rahimin ardından, yaşadığım topraklara dönüş vakti geldi. Canım ülkemden, yaşadığım yere geri dönüyorum. Tatil bitti artık. Pasaport kontrolünden geçerken Asmalı Konak dizisinin son bölümündeki son sahne canlandı gözlerimin önünde, yavaş aktı zaman, sanki biri ona “dur” dedi, çok yakmasın yazıktır, ellerinde valizler ve tek başına. Arkamda el sallayan bir kalabalık. Bakmak ve bakmamak arasında gidip gelmeler. ‘Yolculuk hayatın ta kendisi aslında’ ama bunu bilsem de yutkunuyorum. Son kez elimi sallıyorum beni uğurlamaya gelen yakınlarıma. Birbirimize; “Bak sakın ağlama! Yoksa ben de ağlarım” diye bakıyoruz, ama bunu hiç söylemiyoruz. Sonrası yok. Çünkü önümü göremiyecek kadar büyük bir duman sarıyor etrafımı. Buz istiyorum. Keser mi bilmiyorum. Neden bu kadar zor olduğunu kestiremiyorum gidişimin. Oysa ki çoğunluğun rüyası ‘macera dolu Amerika’ya gitmekle şereflenmişim. Bu ne mızmızlık.

Neyse ki bir dakikası asırlık geçen uçağa binme teranelerini atlatıp uçakta yerimi aldıktan sonra düşünmek ve okumak için arayıp da bulamadığım kadar çok zamanımın olduğunu fark ediyorum. Önce yanıma aldığım kitaplarımdan özenle seçtiğim birini alıyorum, başlıyorum okumaya, ‘Of ya 11 saat nasıl geçer ki’ demeden bir de bakıyorum gelmişim. Gelmişim dediğim, aktarma yapacağım bir şehrin havalimanındayım. Bir Avrupa ülkesinde olsaydı üç dört saatte gezmeye gider gibi. “O da yolculuk mu?” diye sormuştum Mekke’de yaşayan halamı gördüğüm zaman. Ya develerle geçilen çöller zamanında yaşasaydık?

Her nedense yanıma bir kâğıt parçası almayı unutmuş olmama hayıflanırken, “Uzun ve yorucu uçak transferi sırasında Chicago haritası satın almam işe yaradı” diyorum kendi içimden. Yani birşeyler karalayabilmek için minicik de olsa bir fiş kâğıdım mevcut. Bir yanımda henüz on ikisinde olduğunu düşündüğüm bir çocuk hip-hop müzik dinliyor ve kendinden geçmiş halde, top atsanız duymaz denir ya o cinsten. Fakat benim minicik bir kâğıda birşeyler karaladığımı görünce (delirmiş olduğumu sanmalı ki) bana doğru garip bakışlar atıyor. Ben de Amerikalılardan—ve sadece onlara karşı kullanılmak üzere—sahte bir gülüş devşiriyor; ona aynıyla karşılığını veriyorum o garip bakışların. “Camı açar mısınız lütfen?” diyorum bu milletin en beğendiğim özelliklerinden biri de “please” (lütfen). Hani bizde emir kipi kullanılır ya genelde. Ne gerek var ki canım, karşıdaki anlıyor işte. Ama siz siz olun, başka memleketlere yolunuz düşerse eğer, bu kelime dilinize pelesenk olsun, aman ha unutmayın “lütfen” demeyi, cümlenin başına, sonuna, ortasına, her neresine gelirse.

Ben, belki yukarı koyduğum valizimin içinde bir defter olacaktı, yoksa onu büyük olana mı koydum diye düşünürken, bir kontrol edeyim bari dememe kalmadan, diğer yanımda oturan İspanyol bayanın kafasına çanta düşürmez miyim, al sana sakarlık. Tam da bulutların üzerinde bir iç yolculuğu yaparken. (Şükür ki hafif bir sırt çantasıydı düşen) Olacak iş değil yani. Aman olsun diyorum, bu hengâmede fırsat kaçmaz, yaz yazabildiğini, senden geleni değil de sana geleni...

Yolculuğumdan birkaç gün önce Katolik bir arkadaşım, çocuğunun mutlaka Allah’a inanması gerektiğini söylüyordu. Sebebi ise çok ilginç: “Ben uçaktayken bulutlara baktım ve dedim ki bunları kim yapabilir? Lütfen komik olmayın, kim ne derse desin, Allah’tan başkası yapamaz bu gökyüzünü ve bulutları. Onun varlığına ve gücüne öyle derinden inanıyorum ki, aksini söyleyen yalan söylüyor.” Şimdi konuşma sırası bulutlarda: “Namaz” diyor bulutlar, “Şükür” diyor, “Bakabilmek üstüne kurulu her cümlenin içindeyim” diyor da sen görüyor musun? Bana gazetecisi, iş adamı, yurdum insanı, çocuklar ve sayısız insan baktı fakat sen ne gördün?

E ben şimdi geri geri geliyorum on bir saat uçuyorum ve hiçbir namaz vakti girmiyor nasıl oluyor bu yahu? Bir bakarsın gece, bir bakarsın gündüz. Harala gürele geçen son zamanlarımda aman ha unutmayayım dediğim pusulama da kavuştum çok şükür de, nasıl bir çıkış olmalı bu huzura? Her neyse...

“O da kazaya kalsın canım,” “E artıkın o kadarını da Allah kabul eder yani, yolcusun” “Çok mühim alış verişim geldi, acilen kıyafet ya da yeni çıkan makyaj malzemelerinden bakmam lâzım, ama bir girilince de çıkılmıyor ki dükkândan (dükkân dediysem, Amerika’daki alış veriş merkezleri neredeyse yüz haneli bir köy kadar)” cümleleri çınlıyor kulaklarımda. Ya da “hadi” diyorlar bayan arkadaşlar, “Giyinme kabinlerini kullanalım namaz için, yeterince geniş zaten,” “İyi de” diyorum “Ya kıble?” “Aman canım sen de çok inceliyorsun, sen kıldın da taaaaaaaaaaaa koskocaman gayr-ı müslim memleketinde kıblesi kaldı.”

Bulutlar? O namaz ki “savaşta bile” terk edilmemiş,

Namaz...

Üç saatte iki rekât teheccüt kılan Peygamber ümmetiyken biz şimdi neredeyiz?

Nereden çıkıyoruz cümleye “Bu zamanda bile namaz kılıyo”dan mı? Yoksa “Sabahlara kadar zikretsek azdır, Seni yeterince tanıyamadım ya Rabbel Alemin”den mi?

Gündelik hayatın akışında bizi “Allahuekber” dedirten birçok şey karşılayabilir. Ama sarsılmak gene başka birşeydir. Evinde sıcacık odanda namaz değil, Kars’ın buz tutmuş kuyularında alınan abdestle namaz. Etrafında beş tane cami var canım (yok daha neler) ne gerek var üniversitenin içine mescid yapmaya diyen rektör yardımcısına cevap, (Amerikan üniversitelerinde mescid olduğunu bilmiyor mu? diye sormak gerek), ders saatlerini kaçırmamak için dersliklerin masalarında kılınan namaz, senin gibilerin içinde cemaatle kılınan namaz değil, kimsenin kimseye benzemediği yabancı bir ülkede, varsayalım ki bir benzinlikçide alelade bir koli kartonu üzerinde kılınan namaz, mescitlerin sana ait alanlarında ülfet olmuş bir namaz değil, Müslüman olmayan bir memleketin en işlek caddesindeki ağaç altında kılınan namaz. Ve gökyüzünde bulutların üstünde, sadece O’nun için eğilmek. Her yerde ve Bir şey için ve her durumda...

Ya Rabbi, şu bulutlar beni nereye götürdü böyle, irili ufaklı pamuk döşekler...

Sen ne büyüksün.. YA AZiM.

07.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (31.07.2006) - Geldiği gibi

  (24.07.2006) - Bebek ve dil

  (17.07.2006) - Gitmek mi, kalmak mı?

  (10.07.2006) - Kendini bir ‘şey’ sanmak

  (03.07.2006) - Ezan sesi

  (26.06.2006) - Yalancı ışıklar

  (19.06.2006) - Kıymet bilmek

  (12.06.2006) - Komşuluk

  (05.06.2006) - Dejenerasyon

  (29.05.2006) - Gurbetin çocukları

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004