Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

YÖK muktedir de hükümet çaresiz mi?

Yeni üniversitelerle ilgili bu son durumdan hareketle, hükümetin ilk günlerinden itibaren YÖK’le ilgili politikalarında tam anlamıyla başarısız olduğunu artık kabul etmek gerekir. Pek çok kişi, bu ve benzeri durumlarda hükümeti mazur görmeye, mazur göstermeye çalışmaktadır.

Ancak biz, uzun yıllar üniversite mevzuatı çerçevesinde çalışan bir kişi olarak, üniversitelerle ilgili olarak son dört yıldır yaşanan sorunlarda hükümetin ciddi ölçüde sorumlu olduğunu düşünmekteyiz. Gerçeklerin üzerini, hangi mülahazayla olursa olsun örtmemek gerekir. Birkaç bakımdan bunu açıklamaya çalışalım. YÖK daha kurulduğu ilk günlerden, 1981’den itibaren başta üniversite camiası olmak üzere pek çok kesim tarafından tartışılmaktadır. Bugünkü YÖK başkanı dahil olmak üzere birçok akademisyen, mevcut kanunu eleştirmiş, uygulamalardan zarar görmüş ve genel olarak sisteme karşı çıkmıştır. Sözü fazla uzatmadan, Kasım 2002 sonrasına geldiğimizde, hükümet YÖK sistemini değiştirme iddiasını ortaya attığında, YÖK’ün yanında yer alan tek bir kişi bile bulunmamaktaydı. Başta üniversite camiası olmak üzere bütün sendikalar ve dernekler, farklı siyasî görüşten insanlar ve kuruluşlar, hasılı herkes, YÖK’ün karşısında yer alıyor, sistemin değişmesini istiyordu. İlk olarak Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu zamanında bir taslak hazırlanmıştı. Türkiye’de pek uygulanma kabiliyeti olmayan, uçuk fikirler içerse de bu, üzerinde tartışılabilir bir taslaktı, mutabakat zemini oluşturabilir nitelikteydi. Daha sonra bakan değişince bu taslak rafa kaldırıldı, yeni bir taslak hazırlandı. Yeni taslak bir sır gibi, kamuoyundan uzun bir süre saklandı, nihayet biraz da kamuoyu baskısıyla açıklandı. Şunu hiç tereddütsüz ifade etmek gerekir ki, o taslak, mevcut kanundan daha geriydi. YÖK sistemini değiştirecek hiçbir hüküm içermiyordu, aynı merkeziyetçi yapıyı muhafaza ediyordu.

Hükümetin yapması gereken ne?

Sadece, YÖK yönetiminin ve görevdeki rektörlerin değişmesini sağlayarak üniversite reformu yapacağını iddia ediyordu. O taslaktan sonra hükümetin gerçek niyetinin YÖK sistemini değiştirmek değil de, aynı sistemi kendi “yandaş”larıyla sürdürmek niyetinde olduğu düşünülmeye başlandı. Birçok devlet kurumuna, yönetim kurullarına, ehil kişiler yerine, müfettiş raporlarıyla suçlansalar bile “arkadaş” atamaları yapmak gibi sabıkaları bulunan hükümetin, YÖK konusunda da aynı niyette olduğu kanaati uyandı. Böylece, YÖK’ün karşısında yer alan geniş bir blok, yavaş yavaş kanun değişikliğine karşı çıkmaya başladı. Tepkiler üzerine “reform” rafa kalktı. Yaklaşık altı ay sonra üniversite sınavlarının hemen öncesinde, bu sefer, birkaç maddelik bir değişiklik denemesi yapıldı. Daha hazırlanışından itibaren açık hukukî yanlışlar içeren bu düzenleme hamlesi, beklendiği gibi, Cumhurbaşkanı’ndan döndü ve ortada bırakıldı. Hükümetin aslında bir üniversite reformu peşinde olmadığı kanaati kamuoyunda güçlendi. Zaten bir daha, yeni üniversiteler kurma projesine kadar YÖK meselesi gündeme gelmedi. Yeni üniversitelerin kurulmasında ise doğruyu söylemek gerekirse, tespit edilen ihtiyaçlar kadar, YÖK sistemine dolaylı bir müdahale amaçlanmaktaydı. YÖK’ü bütünüyle değiştirmek amacıyla yola çıkan hükümet, pek cüzi neticeler istihsal etmeyi yeterli sayacak bir noktaya gelmiş bulunmaktadır.

Bu noktada yapılması gerekenlerden söz etmeliyiz. YÖK kurumsal olarak buna karşı çıksa da sisteme muhalif olan bütün kesimlerin kabul ettiği mesele, merkeziyetçi, tektipçi sistemin değiştirilmesidir; üniversiteleri ergin kurumlar olarak kendi başlarına bırakmak, özgür, serbest ve rekabetçi bir ortam meydana getirmektir. Aksi halde, YÖK yönetimi karşıtlardan da oluşsa, yandaşlardan da oluşsa, sistem korunduğu sürece Türk üniversite hayatı temel sorunlarından kurtulamayacaktır.

Türkiye, bilim ve üniversite konusunu hak ettiği ciddiyetle ve samimiyetle, küçük hesaplar peşine düşmeden ele almak zorundadır. Bilim ve üniversite, makro planlama ve stratejiler bakımından bir siyaset meselesidir; bu akademik hüviyetleriyle bilim adamlarının, YÖK’ün veya üniversite yönetimlerinin işi değildir. Nasıl bir ülkenin hukuk siyasetini yargıçlar, para siyasetini bankalar belirleyemiyorsa, bilim siyasetini de bilim adamları belirleyemez. Bu, geniş anlamıyla, bir siyasî tercihtir. Elbette, bu siyasetin oluşturulmasında bilim adamları çok etkin olacaktır; buna kimse itiraz edemez. Ama bir ülkenin bilim siyaseti, siyasî iktidarların dışında, bir tabu konuymuş gibi, sadece belli görüşlere mensup kişilere has bir yetki alanıymış gibi kamuoyunun bilgisi ve denetimi dışında oluşturulamaz. Belli görüşlere mensup olanlar, özel üniversitelerini kurabilirler; ancak kamunun finansmanını sağladığı devlet üniversitelerinde kamunun bilgisi, tercihleri ve denetimi devre dışı bırakılamaz. ‘Halk sadece parayı versin, gerisine karışmasın, başkalarının aklı ermez, bu işi sadece biz biliriz’ mantığı, demokratik ülkelerde geçerli olamaz. Siyasî iktidarlar, anayasa çerçevesinde, bilim ve üniversite hayatının temel kurallarına uyarak bilim hayatına ve siyasetine de yön verebilmelidir. Dünyanın pek çok ülkesinde, üniversiteler ve yükseköğretim sistemi hükümetlerden tamamen bağımsız değildir. Türkiye üniversiteleri de en özgür ve bilimsel bakımdan en özerk dönemini, güya siyasî iktidardan bağımsız 1981 YÖK kanunu döneminde değil, milli eğitim bakanının “üniversitelerin başı” olduğu 1946 tarihli ve 4936 sayılı ilk Üniversite Kanunu döneminde yaşamıştır. YÖK’ün gücünü, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ise sınırlarını ifade etmek üzere, bir değerli anayasa hukukçusu Anayasa’ya atıf yapmakta, ‘millet egemenliğini Anayasa’da gösterilen organları eliyle kullanır’ demektedir. Bu söz yanlış değildir; ama eksiktir. Anayasa’da belirtilen organların hepsi, varlıklarını ve yetkilerini belli ölçüde Anayasa’dan ve çoğu zaman da kanunlardan almaktadır. Anayasa da sonuçta bir kanun olduğuna göre, Meclis, Anayasa’da belirtilen organları ve yetkilerini değiştirebilir veya ortadan kaldırabilir. Meclis’i tahfif etmemek ve ettirmemek lazımdır. Bunun için yapılması gereken Meclis’e ait yetkilerin kullanılmasıdır.

YÖK’ün yetkilerinde sorun var...

Bu çerçevede, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun, özellikle YÖK’ün yetkileriyle ilgili maddeleri gözden geçirilmeli, üniversiteler üzerinde tasarruf yetkileri kaldırılmalı, bu yetkiler planlama ve koordinasyona çevrilmelidir. Üniversitelerde rektörler seçimle belirlenmeli, YÖK’ün rektörleri atama ve görevden alma yetkileri kaldırılmalı, cumhurbaşkanının bu konudaki yetkileri de sınırlandırılmalıdır. Rektörlerin üniversitelerde “tek adam” yönetimine son verilmeli, yetkiler büyük ölçüde seçimle oluşturulmuş kurullara devredilmelidir. Malî ve bilimsel denetim etkin hale getirilmelidir. Bu hususların, Anayasa değişikliğine gidilmeden, belli ölçüde yapılması mümkündür. Ancak, gerçek bir reform için mutlaka Anayasa’nın 130 ve 131. maddeleri değiştirilmelidir. Başka hususlarla beraber, bunları da içerecek, iyi hazırlanmış bir Anayasa değişikliği, 2007 yılında yapılacak genel seçimlerle birlikte bir referandum halinde halkın önüne getirilmelidir. YÖK konusunda ve diğer pek çok konuda, asıl problem, değişikliklerin mevcut iktidar tarafından yapılmasına izin vermemekten kaynaklanmaktadır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, yargı kararlarıyla da yapılmak istenen budur; başka hükümetler zamanında hukuka uygunluğu hiç tartışılmayan iş ve işlemler, son birkaç yıldır hukuka aykırı bulunmaktadır. Mahkemeler o kadar ileri gitmektedir ki, son zamanlarda, açıkça, hukuk kuralları koymakta veya hangi hukuk kurallarının nasıl konulacağını göstermeye çalışmaktadırlar. Bu, tamamen “yargıçlar iktidarı”nı tesis etmeye yönelik bir süreçtir.

Bu süreçte, kamuoyu doğru ve yeterli bir şekilde aydınlatılmalı, Anayasa ve hukuk düzenini “yargıç yorumları”yla tadil etmeye çalışanlar açıkça eleştirilmeli, yaptıkları yanlışlar halka anlatılmalı, bu çerçevesiyle konu tartışılmalıdır. Bunun için, önce, davalar kesin hükümle sonuçlanana kadar yargı kararları hakkında konuşmayı cezalandıran Basın Kanunu’nda tadilat yapılmalıdır. Daha önce, sadece ceza davaları için söz konusu olan bu düzenleme, bütün davaları kapsar hale getirilmiştir; bunun sebebini anlamak çok güçtür. Dünyanın her yerinde, ceza yargılamasına dair istisnalar saklı kalmak kaydıyla, yargı kararları tartışılabilmektedir. Hakaret içeren söz ve yazılar için zaten ceza kanununda hükümler mevcuttur. Hukuk çerçevesinde, ilmî yöntemlerle olsa bile yargı kararlarının tartışılmasını engellemek, keyfî kararlara zemin hazırlamaktan başka bir amaca hizmet etmez. Yargıçlar iktidarı sorunu başta ABD olmak üzere, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanmış ve çözülmüş, aşılmıştır. Ama önce böyle bir sorunu fark etmek ve üzerine gitmek gerekir. Aksi halde, Milli Eğitim Bakanlığı’nda olduğu gibi, Sağlık Bakanlığı’nda olduğu gibi, idarenin atamalar dahil iş ve işlem yapabilme imkanı ortadan kaldırılır, siyaset ve yürütme kilitlenir. Hiç kimse, hukuku, yapacakları işlerin bir “kılıf”ı olarak görmemeli ve kullanmamalı; buna teşebbüs edene de müsaade edilmemeli, bu kişiler en azından teşhir edilmelidir. Hukuk bir el çabukluğu, bir hokkabazlık işi değildir; gerçekten hürmete layık olan hukuk birikimimizi, basit siyasî hesaplarla heba etmeyelim.

Zaman, 21.8.2006

Doç. Dr. Mustafa Şentop

22.08.2006


 

Şu 1701 nelere kadir!

BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının Lübnan’daki savaşı nihayete erdireceğini sananlar, hatta bundan yola çıkıp o topraklara asker filan göndermekten bahsedenler, feci halde yanılıyor. Zira 1701, Ortadoğu’nun kaygan zemininde zaten hiçbir şeyin değişmemesi, Türkçe tercümesiyle, ‘İsrail’in Arap topraklarındaki işgallerinin yarattığı derin sorunların çözümlenememesi’ maksadıyla diplomatik ayak oyunlarıyla kotarılmış bir metinden ibaret. Tıpkı öncekiler gibi...

Ama 1701’e gelmeden, geçmiş yazılarımda aktarmış olduğum BM sahnesinde oynanan oyunların en çarpıcı örneklerinden birini anımsatayım: BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı... 1967 savaşı sonrası İsrail’i işgal ettiği Batı Şeria, Gazze Şeridi, Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası’ndan çekilmeye çağırmak için çıkarılmıştı. ‘Son çatışmada işgal ettiği topraklardan’ çekilmesine atıf yapıyordu. BM’nin resmi bütün dillerinde ‘topraklar’ kelimesinin başında tanım edatı kullanılmışken, İsrail’in temel aldığı İngilizce metinden bu tanım edatı, yani ‘the’ uçuruluvermişti. Diğer dillerde ‘İsrail güçlerinin işgal edilen BÜTÜN TOPRAKLARDAN çekilmesi’ olan karar, İngilizcesinde ‘İsrail güçlerinin işgal ettiği TOPRAKLARDAN çekilmesi’ne dönüşüvermişti. Yani metni ‘Kimi topraklar canım işte!’ diye okuyan İsrail, o zamandan beri sadece 1981’de Sina’dan çekildi. Eh, haklılar, 242’nin İngilizce versiyonu kendilerini bu kadar zorluyor!

Gelelim 1701’e... Bu karar 242’den vahim. Birileri kalkıp diplomasinin inceliklerinden söz edebilir. Ama diplomasi, ülkeler arasındaki sorunların çözümü için araçsa, o zaman 1701 ‘çözüm getirmemek için yapılmış’ demek lazım herhalde. Dileyen, İsrail lobisinin yönlendirdiği Amerikan diplomasisinin inceliğine de yorabilir.

Efendim, BM Genel Sekreteri Annan, dün söylenip duruyordu, Bekaa’ya komando indiren ‘İsrail’in 1701’i ihlal ettiğini...’ Ama pek haksız doğrusu! Zira İsrail’e Lübnan’a canı istediğinde komando indirip hava harekâtı düzenlemesinin yolunu açan bizzat 1701. Neden mi?

1701 gerçekte ne İsrail’i Lübnan işgalini bitirmeye çağırıyor, ne de Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlanmasını garantiliyor. 1701 gereği İsrail’in Lübnan ordusu ve UNIFIL’in güneye konuşlanmasına paralel olarak çekilmesi öngörülüyor. Kilit nokta ‘paralel’de. İsrail’in ne zaman ve ne kadar çekileceği meçhul. İsrail Hizbullah’la ilgili şüpheler taşırsa çekilmek zorunda değil. 1701, İsrail’e ‘Lübnan’dan çekil’ demiyor, çekilmeye karar verme hakkını İsrail’e bırakıyor. Hizbullah’ın ‘tüm saldırılarını durdurması’, İsrail’in ise sadece ‘saldırıya yönelik askeri operasyonlarını’ durdurması kısmı da, İsrail’in ‘Kendimi savunuyorum’ gerekçesiyle yapacağı her saldırıya zemin hazırlıyor.

Efendim, karara bakılırsa, savaşın sebebi Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırmasıymış! Ben şahsen ABD ve İsrail’in İran ve Suriye’yle savaş provasına yoruyorum. Ama öyle ya da böyle, karardaki gerekçeye kargalar bile güler! Yıllardır iki taraf sürekli adam kaçırırken, esir değişimleri güzel güzel yapılabilirken, füze ve top ateşleri açılırken, ses hızını aşan İsrail savaş uçaklarının rutin rotası Beyrut’ken, İsrail neden aniden savaşa girişti, diyenler için söylüyorum. Hak hukuka saygılı bir uluslararası kararda, bir sınır çekişmesini İsrail’in ‘önceden planlı’ biçimde Lübnan nüfusu ve altyapısını hedef aldığı saldırı olarak sunmak gerekirdi, olmadı işte!

Yine ilginç bir husus Hizbullah’ın kaçırdığı iki İsrail askerini ‘koşulsuz serbest bırakmaya’ çağrılması. Buna karşılık İsrail’in elindeki binlerce Lübnanlı esirin ancak çözülmesi gereken bir ‘hassasiyet konusu’ olarak sunulması. Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırma sebebi olan esir değişimi amacına atıf bile yok. Hadi bunu da geçelim, karara göre, İsrail askerlerinin bırakılmasını sağlamak uluslararası toplumun sorumluluğu. Ama Lübnanlı esirlerin durumu bilinmeyen birtakım ‘aktörlerin’ çabalarına bağlı. Başvuru adresiniz de yine İsrail!

Sonra kararda tuhaf bir durum var. 12 Temmuz’dan beri ‘her iki tarafta yüzlerce ölüm ve yaralanmadan, sivil altyapının büyük hasara uğramasından’ söz ediliyor. Bir tarafta tamamına yakını sivillerden oluşan 1300 civarında ölüm, diğer tarafta ancak üçte biri sivillerden oluşan 150 civarında ölü. Bir tarafta 30 bine yakın bina, elektrik santralları, köprüler, otoyolların yerle bir olduğu yıkılmış bir ülke, diğer tarafta kimi evlere düşen birtakım roketlerin bıraktığı hasar... Böylesi bir uluslararası belgede iki tarafın kayıpları nasıl eşdeğer tutulabilir?

Gelelim Lübnan’ın hanesine yazılanlara... Kararda Lübnan hükümetinin yedi maddelik planı pek memnuniyetle karşılanıyor. Özellikle de ‘devlet otoritesinin tüm ülkede meşru silahlı kuvvetler yoluyla yeniden kurulması, hükümetin yetkisi dışında kimselerin silahlanamaması’ kısmı. Ama biliyorsunuz Hizbullah bir siyasi güç ve Lübnan hükümetinde. Zaten hükümet 1701’e imza atarken Hizbullah’ın onayını almıştır. Eh, o zaman 1701’den, Hizbullah’lı Lübnan hükümeti istediğine silah taşıma izni verebilir manası pekâlâ çıkarılabilir. Zaten kararda ‘milis’ gücün silahsızlandırılmasından söz ediliyor, oysa Lübnan hükümeti nezdinde Hizbullah’ın silahlı kanadı ‘milis’ gücü değil, ‘direniş gücü’. Hem şu meşhur 1559 sayılı kararı Hizbullah’ın silahsızlandırılması gerektiğine yoranlar da pek yanılıyor. Zira bu kararda da yine ‘milis’ atfı var. Diplomasinin inceliklerini hep İsrail kendine yontacak değil ya!

Ve sorunun temelinde yatan, Hizbullah’ın direniş gücü olarak meşruiyetini dayandırdığı İsrail’in Şebaa çiftlikleri işgali konusunda 1701 hiçbir şey demiyor. Annan çözüm planı ortaya koyacakmış! Ne diyelim, kolay gelsin.

Velhasıl, diplomasinin gücüyle ‘savaşın kendi halinde devamına’ karar verildi. 1701’in manası budur.

Radikal, 21.8.2006

Ceyda KARAN

22.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004