Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Fransa engeli



Fransa Meclisinin, “Ermeni soykırımını inkâr edenlere hapis ve para cezası verilmesi” yönündeki kanunu kabul etmesi, haklı olarak büyük tepki topladı. Yürürlüğe girmesi için Senato ve Cumhurbaşkanının da tasdik etmesi gereken kanuna, Fransa dışındaki Avrupa’dan da büyük tepki var.

Fransa’nın aldığı bu karar, her ülkede ‘yanlışta ısrar edenler’in varlığını bir defa daha gösterdi. Böyle bir konu, ‘kanun’ çıkarılarak mı halledilir? Bu kanun, kişilerin ‘düşme’sini engelleyebilir mi? ‘Düşünülen’ bir meselenin, ifade edilmesini, dile getirilmesini cezalandırmak 21. yüzyılın hürriyet anlayışıyla bağdaşır mı? Bağdaşmayacağını en başta ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaştığı ifade edilen ülkelerin vekilleri bilmeliydi.

“Keskin sirke küpüne zarar verir” kaidesince, ortaya konulanacak ‘tepki’lerde itidalli ve ağırbaşlı olmakta da fayda var. Neticede, ‘kâr’ beklerken ‘zarar’la karşılaşmak da mümkün.

Kabul edilen kanunun yürürlüğe girmesi için Senato ve Cumhurbaşkanının da tasdiki gerekiyor olsa bile, alınan karar bu haliyle de vahimdir. Kabul edilen kanunu, Senato ya da Cumhurbaşkanı tasdik etmeyip yürürlüğe sokmamış olsa bile, maalesef ‘ekmek’ kırılmış görüntüsü veriyor. Ama asıl önemli olanın, 577 milletvekili bulunan Fransa Meclisinde, ilgili kanun için sadece 129 vekilin toplantıya katılmış olmasıdır. Fransa’daki ‘sistem’i ayrıntılarıyla bilemiyoruz, ama ilgili kanunun sadece 106 oy ile kabul edilmiş olması, Fransız vekillerinin de bu kanuna çok sıcak bakmadığını göstermez mi?

Üstelik, alınan karara en az Türkiye kadar tepki gösteren Avrupalılar da var. Meselâ, kamuoyunun yakından tanıdığı Joos Lagendijk, “Aptalca bir karar. Yasanın Senato’dan geçmemesi için çalışacağız” demiş. Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubunun eşbaşkanı Daniel Cohn Bendit de, “Fransa, ifade özgürlüğünü engellemeye çalışıyor” şeklinde konuşmuş. (Vatan, 13 Ekim 2006)

Hadisenin temelinde yatan asıl sebebi de İngiliz The Times gazetesinin başyazarı Michael Binyon tesbit etmiş. Binyon şöyle diyor: “Ankara, AB müzakere sürecine darbe vuracak milliyetçi bir tepki verebilir. Türkiye’nin üyeliğini destekleyen İngiltere’de, Fransız parlamenterlerin gerçek amaçlarının aslında Türkiye’nin böyle bir tepki vermesini sağlamak olduğuna yönelik güçlü bir kuşku var. Bu tepki, müzakere sürecini sabote etmek için kullanılabilir. Fransa, Türkiye’nin AB sürecini engellemeyen taraf olma imajından kurtulmuş olur. Bu çok ikiyüzlü ve tehlikeli. Türkiye Avrupa’nı değerli bir ortağıdır.” (agg.)

Kararın, Türkiye’nin AB üyeliğini sabote etmeyi hedef aldığı başka nasıl ifade edebilir ki? İçerdeki engellemeler yeterli olmayınca, uluslar arası ifsat şebekeleri devreye mi girdi dersiniz? Öyle ise, içerde ve dışarda; Türkiye’nin AB yolunu tıkamak isteyenlerin tuzağına düşmeyelim...

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sahur programları



r.

Hem seviyeli, hem de hoş sohbetlerin yanısıra, ilahilerle bezeli bu program, damak zevki bırakıyor.

Hilal TV’de Sahurdan Sehere’de Yusuf Özkan Özburun, konuklarını ağırlıyor. Kendine has entelektüel üslûbunu avami bir dille birleştiriyor.

Star’da artık “star” olmuş bir hoca; Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu... İftarda başlattığı sohbetini “sahur”da sonlandırıyor.

Şu dipnotu düşsek yerinde:

Ramazan ayında, iftar saatinde Hülya Avşar ve M. Ali Erbil’in ratinginin düşük olmasına sebep, Hatipoğlu gösteriliyor.

Mümkündür.

Daha önce de yazdım. Kimse Avşar’ın tavrını, Erbil’in sulu şakalarını o mübarek dakikalarda izlemez, merak etmez...

Gelelim, TV 5’e... Hüseyin Goncagül ve yardımcısı “İbiş” sahur saatlerinde, gelen konukları ağırlayarak sohbet ziyafeti çekiyor.

Kanal 7’de, Eyüp Sultan’da Sahur’u Ömer Döngeloğlu ve Dursun Ali Erzincanlı sunuyor. Daha doğrusu, Erzincanlı sadece şiir sunumu yapıyor. Ömer Döngeloğlu maaşallah, sesinin yettiği kadar, insanları aydınlatma çabasında!

TRT’nin “Kahveci Dede ile Sahur Programı”nda ise, yeni görünümüyle Ulvi Alacakaptan’ı izliyoruz.

Görebildiğimiz ve izleyebildiğimiz bunlar. Sahur programlarında mahmur gözlerle program yapanların ellerine ve dillerine sağlık.

KURTLAR VADİSİNİN DÖNÜŞÜ

Lise ve dengi okullarda şiddet artıyor. Gün geçmiyor ki, bir genç, öğretmenine bıçak çekip, yaralamasın...

Bu arada müjde(!):

Kurtlar Vadisi, tekrar vizyona girecekmiş.

Dizi, 12 milyon dolara Show TV’ye transfer olmuş.

Eski ekiple 15 bölüm yayınlanacak dizi için yapımcı firma, ayrıca bölüm başına 1 milyon dolar alacakmış. Gelen haberler bu yönde.

Yayına girerse, siz seyreyleyin gümbürtüyü: hava raporu verir gibi, bölgelerden şiddet haberleri gelirse, şaşmayın.

HAVAYA UÇURMUŞ

Habere bakın: “Hoca Arena’yı uçurdu.”

“20 Dakikalık Arena Özel ilk yüzde ikinci oldu!”

Malum o saatlerde Türkiye-Moldavya karşılaşması hem totalde, hem AB Grubunda birinciydi.

Milli maçın hemen ardından Cüppeli Ahmet Hoca’nın tatil görüntülerini yayınlayan Arena Özel ikinci sırayı almış.

E tabii. Servis yapanlar bu işi gayet iyi biliyor.

Uğur Dündar “tavukçuluk sektöründe” kazandığı sempatisini “irtica” haberiyle yerle bir etti. Gıda sektöründe “soruşturmacı, araştırmacı”lığını gösteren Dündar, “irtica” haberleriyle kendine sunulan görüntüleri, sadece “usta”ca montajlayarak ekrana verdi.

“Araştırmacı, soruşturmacı” etiketin yanına bir de “montajcı” etiketi konsa isabet olacak.

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Belirleyiciler



Hayat büyüklere göre şekil alıyor

Şu an pek çok şeyden şikâyetçi isek, bu aslında büyüklerimizden kaynaklanan bir sonuçtur. Çünkü şu an yaşıyor olduğumuz pek çok şeyi, ‘uygula’ diye büyükler bize takdim etmişlerdir. Onun için ortaya çıkan mahsurlardan da onların sorumlu olmasını beklemek normal olsa gerek.

Hemen hemen hayatımızın her döneminde ‘belirleyici’ büyükler vardır. Çocukluk yıllarında evlerdeki belirleyiciler, eğitim yıllarında okullardaki belirleyiciler, iş yıllarında da iş yerlerindeki belirleyiciler bulunmaktadır. Eh bu kadar belirleyici olunca, ayakları üzerinde duracak olan bireye pek bir iş de kalmamış olacaktır. O belirleyiciler bizim için bir şeyi belirlerken, uygulayıcı olan bize hiçbir şey de sormazlar. Çünkü bizim için doğru olanı sadece onlar bilirler.

Bu tabiî onlardaki doğruya kapalı olma anlamına gelmiyor. ‘Nasihat’ toplumumuzda yerine başka bir şey konulamayan bir değerdir. Ama onun da kendisine ait şartları vardır. Nasihatlerin takdimi, bindirme emirlerle ‘yapın’, ‘edin’, ‘uygulayın’ şeklinde uygulayıcıya ulaşmayacaktır.

Mutsuzluklarımızın seçimi kendimizden

Üzerinde yaşadığımız dünyada mutluluğumuza da, mutsuzluğumuza da kullanılabilecek haddinden fazla malzeme var. Bunlar kullanıcıların ilgilerine bağlıdır. Bakış açısına göre mutsuzluk malzemeleri bile mutluluk için kullanılabilir. Aslında bu noktadan bakıldığında hayatımızın kontrolünün düşündüğümüzden çok daha fazlası kendi ellerimizdedir. Ama bunu görmeyince etkin hale de gelmemektedir.

Yapabileceklerini görmek kişi için büyük bir kazanımdır. Elinin ulaştığı noktayı gören, bu ulaştıklarını kendi mutluluğu için kullanabilir. Ama aklını mutsuzluğu için de kullanan o kadar çok insan var ki!

İşin bu boyutu da düşündürücü.

Küçük yaşlara dikkat

Hayatın mutsuz eden yönünün nasıl oluştuğunu büyükler öğretmiştir bize. Çünkü mutsuzluklarımızın hemen hepsinin tohumları içimize küçük yaşlarda atılmıştır. ‘Sorgulamadan yaşamak’ (taklit) hastalığına daha o küçük yaşlarda tutulmuşuzdur. Büyüklerin “dediğim dedik…” bindirmeleri, ‘benim düşüncem’ kavramlarını kökünden kazımıştır. ‘Katılmıyorum, ben böyle düşünmüyorum, bana uymaz… cümleleri yeni moda cümleler. Dün böyle cümle kurmak, saygısızlık, terbiyesizlik, baş kaldırmışlık… alâmetleri olarak değerlendirilirdi. Onun için böyle cümlelere fırsat verilmezdi.

Gerçi bu gün de çok bir şey değişmiş değil. Çünkü halen yanlış yapanlar cezalandırılır. Neden? Yanlış denen şey, büyüklere uymayan uygulamalardır da ondan. Onların söyledikleri dışındaki her şey bir yanlış içerir ve cezayı gerektirir. Yapana göre yanlış da olsa, büyüklerin söyledikleri yerine gelecektir. ‘Neden?’ sorulmadan.

Yine onun içindir ki, yanlış da olsa dediklerini yapanlar ödüllendirilir. ‘Aferin’ler onlar içindir. Bu ödül aynı zamanda, ciddi bir mesajdır, ‘İstediklerimi yapmaya devam et…’ anlamı içerir. Bu ödül ve ceza verici güçlü de olunca kabul görmemesi düşünülmez.

Haklı veya haksız olan yok;

gücü elinde bulunduran var

Bir yerde emir varsa, düşünce yok demektir. Düşüncenin olduğu yerde de emir yoktur. Çünkü düşünce zaten (yapılması gereken) gereğini beraberinde getirir. Orada düşünce alış verişi vardır. Düşünceler birleşerek daha güçlü hale gelir.

Emir ise, haklı olmak veya olmamakla ilgilenmez. Emir, sadece sonuçta neye hizmet ederse etsin, yerine getirmeyi gerekli kılar.

Gücü yeten yetene

Evet, evde, okulda, iş yerlerinde, gücü elinde bulunduranların işine gelen bir yaklaşımdır bu. Onun için herkes bir alttakine bindirme yapıyor. Bir gün önce işe başlayan, bir gün sonra işe başlayana hayatı yaşanmaz kılabilmektedir. Önce doğanlar sonra gelenleri çok yoruyorlar. Konu nedir? Kıdem farkı. Çünkü emirler vardır ve emirler yerine gelmeyince cezalar uygulanır.

Kimsenin direnç göstermek gibi bir lüksü de yoktur. Direnç göstermenin daha kötü sonuçlara yol açacağına inanıyorlar ki, bu da genelde doğrudur.

En acı manzara da, şu veya bu şekilde, pek çok kişi, istemediği bir sürü şeyi yapıyor. Bu tavırla oluşturulmuş milyonlarca gönülsüz insanlar topluluğundan çok bir şey de beklenmez. Yaptıkları işten de hayır gelmez. Çünkü adam yerine konmamışlık, en büyük moral bozukluğudur.

Yaptığın bir işi sorgulamamak kadar ağır bir davranış olabilir mi? Adam, şunu söyleyebiliyor, ‘Ben sana düşünce üretmeyi değil, emirlerimi yerine getirmeyi emrediyorum.’ Böyle bir anlayıştan ne çıkar Allah aşkına. Kahredici bir yaklaşım.

İnsanlar yaptıkları iş ve şartları ne olursa olsun, “Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diyen bir anlayış özlemi içerisindedirler. İnsana yakışan da budur.

Al birini, vur ötekine

Yönettiği insanların duâlarını alamamış bir yönetici idareci sıfatı kazanamamış demektir. Bizim, her şeyi bilen ve hiçbir öğretmenine bir şey sormayan müdür bey ile, bünyesinde çalıştırdığı yüzlerce insanı aynı kategoride (danışılmayan, görüş alınmayan) gören işletme müdürü ve bu vatanı sadece ben severim, bu vatan benden sorulur diyen askerî ihtilâl söylemi arasında hiçbir fark yok. Kafa aynı kafa. Düşünceyi yok sayan her ortam, kendince bir ihtilâl izi taşır. Al birini vur ötekine…

Hepsi ‘belirleyici’ anlayışın hayata yansımış şekilleri.

Bu anlayış sürüp gittiği sürece, ‘sürünüp gidiyoruz’ anlayışı da sürüp gidecektir.

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Niye Kara Hüseyin değil de, Kara Mustafa?!



Geçtiğimiz Salı günü TBMM Genel Kurulunda Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik hakkında gensoru görüşmeleri vardı.

Başta Deniz Baykal olmak üzere CHP grup başkanvekillerince verilen önergenin kapsamı şuydu: “Nitelikli ortaöğretim kurumlarında atıl kapasite oluşturarak kamu kaynaklarını israf ettiği, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığını işlevsizleştirerek ders kitapları ve yardımcı kitapların içeriğinde sorunlar oluşturduğu, YÖK ile çatışmaya girdiği, kadrolaşmak ve yargı kararlarını uygulamamak suretiyle görevini kötüye kullandığı iddiaları…”

Ancak görüşmenin muhtevasından çok yapılan konuşmalar enteresandı. Görüşmeler sırasında hayli gergin ve tartışmalı anlarda yaşandı.

Önerge vesilesi ile CHP’li vekillerin sunumu ile günyüzü görmemiş, maniler ve bilmeceler dinledik.

Bazen tartışmalarla, bazen gülüşmelerle, bazen de sataşmalarla geçen gensorunun öngörüşmelerinden tutanaklara yansıyan bazı bölümleri aktarmak istiyoruz.

* * *

CHP Sinop Milletvekili Engin Altay’ın okuduğu mani ve bilmecelerle başlayalım:

“Ecevit’in kafası. Cum Sezer’in sopası. Aptal olduk hepimiz. Kafaları kopası…”

“Size bir tekerleme okuyayım mı arkadaşlar, bir tekerleme okuyayım. ‘Mini mini birler. Çalışkan ikiler. Tembel üçler. Dayak yiyen dörtler…”

CHP’li Altay bu tekerlemeleri okurken, AKP milletvekillerine seslenerek kitapta yer alan bir şu bilmeceyi sordu: “Tepesi delik Kara Mustafa. Hadi bilin de göreyim…” Altay bilmecenin cevabını almadan kendisi cevap verdi. “…ama, bunu kime sorsanız Mustafa Kemal çağrışımı yapar. (AKP sıralarından gürültüler) Yapar, yapar. Tepesi delik Kara Mustafa… Bu niye Kara Hüseyin değil de, Kara Mustafa?”

Altay’ın bu sözlerine daha sonra kürsüye gelen AKP'li Avni Doğan şöyle cevap verdi: “Çok soğuk ve tehlikeli bir lâf ve başka bir şey söyleyeyim: Bu Mecliste, bu Türkiye’de ‘Kara Kemal’ deyince, kimsenin aklına, Mustafa Kemal gelmez; bu kürsüde, bunu, iddia eden arkadaştan başka. Atatürk’le ilgili, Mustafa Kemal’le ilgili ‘Kara’ sıfatını aklına getirecek bir Türk vatandaşı tanımıyorum ben…”

Altay yeni bir tane de tekerleme okuyarak konuşmasına devam etti. “Atatürk’ün Hayatı… Lâkaytlığa bakın, lâkaytlığa… Atatürk’ün Hayatı: ‘Selanik’te doğdu, Mustafa Kemal oldu, düşmanları kovdu, miki sana ne dedi, üç kere atla çık dedi, bir iki üç…’ Bu, ne demek şimdi? Nasıl tekerleme bu? Böyle bir tekerleme olabilir mi?”

* * *

Şimdi de CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce’den inciler, pardon tekerlemeler dinlemek isterdik, ama okuduğu tekerleme yazamayacağımız kadar “uygunsuz” ... zaten İnce de bu tekerlemeyi okuduktan sonra “Ben bunların yarısını okuyamam burada. Bak, bayan arkadaşımız orada” dedi.

İnce, “Aldım ele, vurdum yere, tu Allah belânı vere” bilmecesini sordu… O sorunun cevabını beklemeden kendisi söyleyiverdi: Sümük…

“Çıldırtıyorsunuz adamı” dedikten sonra çıldırma nedenini şöyle açıklıyordu İnce, soru önergelerimize cevap vermiyorsunuz, hukuka uymuyorsunuz…”

CHP’li milletvekillerinin kürsüden okuduğu bir çok mani veya tekerlemeyi burada “uygunsuz” olduğu için yazamıyoruz…

* * *

Görüşmelerde bir de “kim kimin önünü kestiği tartışması yaşandı. CHP’li Berhan Şimşek’in “…Allah’tan, her konuda olduğu gibi, CHP var da, önünüzü kesiyor” sözüne karşılık, AKP Grup Başkanvekili Eyüp Fatsa, “…Vallaha, ben, AK Parti Grubunun yaptıklarına engel olabilen ve önünü kesen bir CHP olduğuna inanmıyorum; ama, elli yıldan beri CHP’nin önünü kesen Türk milletinin olduğuna inanıyorum” diye cevap verdi ancak biz kim kimin önüne kestiğini bu sözlerden anlayamadık…

Konuşmalara ve iddialara cevap vermek üzere kürsüye çıkan Bakan Hüseyin Çelik, okunan mani ve bilmecelerin ders kitapları içinde olmadığının altını çizerken, bunların “korsan” kitaplar olduğunu bildirdi. Yani, CHP’lilerin “yardımcı kitaplarda var” diyerek okudukları maniler bakanın bu cümlesi ile çürütülmüş oldu.

Yani, CHP’li vekillerin okuduğu maniler bakanın iddiasına göre korsan kitapmış! Peki, şimdi ne olacak? Bunları okumak isteyenler korsan kitap satan yerlere veya CHP’li vekillere gitmeleri gerekecek…

Netice de yapılan oylama sonucu CHP’nin Bakan Hüseyin Çelik hakkında verdiği gensoru önergesinin gündeme alınması, 153’e karşı 333 oyla reddedildi.

Ancak akıllarda “Kara Mustafa”dan kimin kastedildiği tartışması ile CHP’li milletvekilleri tarafından “korsan kitaplardan” okunan mani ve tekerlemeler kaldı…

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kaygan zemin



Erdoğan’ın ABD yolunda uçağına aldığı gazetecilerle sohbetinde “Oyumuz ilk kez yüzde 26’ya geriledi” açıklamasında bulunmasının üzerinden iki hafta geçti.

Ama derin bir iz bıraktı. Hâlâ tartışılıyor.

AKP’nin yaptırdığı bir kamuoyu araştırmasının sonucunu yansıtan bu açıklamanın ardından, aynı neticeyi değişik açılardan teyid eder nitelikte başka anketler de yayınlandı.

“Askerlik yan gelip yatma yeri değildir; Ananı al da git” sözleri başta olmak üzere, toplumda genel olarak olumsuz değerlendirmelere konu olan sivri çıkışların ve üslûp hatalarının AKP’ye 20 puan kaybettirdiğine ilişkin araştırma sonucu bunlardan sadece biri.

Gerçi arada AKP oylarını yine yüksek gösteren bazı anketler de çıktı.

Ancak bizzat Başbakanın “Oylarımız düştü” açıklaması, AKP’nin bundan sonra yaşayacağı süreç açısından bir dönüm noktası olacak gibi.

Çünkü bu ikrar, kurulduktan sonra girdiği seçimi ezici bir çoğunlukla önde bitiren ve iktidardaki dört yılında da alternatifsiz görünen AKP’de ilk defa bir “gerileme” trendinin ortaya çıktığını ve “tılsım”ın bozulduğunu gösteriyor.

Kimileri alışılmış siyaset mantığına pek uymayan bu açıklamanın “hikmet”ini Erdoğan’ın “dürüst ve güvenilir” kimliğiyle izah ederken, “Böylece yarın AKP’deki yükselişi açıkladığı zaman da insanlar hiçbir tereddüde düşmeden inanacaklar¨ yorumu yaptılar.

Ancak burada asıl üzerinde durulması gereken nokta şu: Başbakanın sözünü ettiği gerileme nereden kaynaklandı? AKP hangi sebep veya sebeplerle ilk kez düşüşe geçti?

Ve bu değerlendirmeye bağlı olarak, AKP bundan sonraki süreçte ne yapacak da, gerilemeyi durdurup tekrar yükselişe geçecek?

Siyasetin ne kadar kaygan bir zemin olduğu mâlûm. “Durma, düşersin” uyarısının en fazla geçerli olduğu alanların başında siyasetin geldiği de. Aynı şekilde, bir defa gerilemeye başladıktan sonra, bu trendi tersine çevirip yeniden yükselişe geçmenin normal şartlara kıyasla çok daha fazla enerji ve gayret sarfını gerektirdiği de. Çünkü evvelâ gerilemenin yol açtığı eksiler telâfi edilip normale dönülecek, sonra ilâve artıya geçilecek...

Dolayısıyla, AKP’nin işi eskiye göre daha zor. Olayın tabiatından kaynaklanan zorluğun yanı sıra, yakın zamanlara kadar AKP’nin yelkenlerini şişiren rüzgârların artık ters yönden esmeye başlamış olması da söz konusu.

Geride kalan dönemde AKP’nin en önemli “avantaj”larından biri, karşısında kayda değer ciddî bir alternatifin bulunmayışı idi.

Ama bütün bunlara rağmen AKP gerilemeye başladıysa ve yine Başbakanın aynı araştırmaya istinaden söylediği gibi kararsızlar yüzde 32 gibi bir orana çıktıysa, iktidar partisi için alarm zilleri çalıyor, muhalefet içinse alternatif oluşturma alanları açılıyor demektir.

Bu tablonun oluşmasında, iç içe geçmiş birçok faktörün payı olsa gerek. Ama Erdoğan “Dört yılda geliriniz azaldıysa bana oy vermeyin” tavrıyla konuyu hafife alıyor gibi.

Köşkü kafasına koyduğu ve sonrasında “Arkama bakmam” demeyi düşündüğü için mi?

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Öldürülenler ve yaşatılanlar



Kur’ân-ı Kerim’den hatırlanacağı üzere, Hz. İbrahim (as) ile Nemrut’un mücadelesi hayat ve ölüm konusunda odaklanmıştır. Konuyu Bakara Sûresi’nden takib edelim: “Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, ona: ‘Benim Rabbim odur ki, hem diriltir, hem öldürür’ dediği zaman: ‘Ben de diriltir ve öldürürüm’ demişti. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir!’ deyince o inkârcı şaşırıp kaldı.”

Nemrut, “Ben de diriltir ve öldürürüm” derken bunu ispat için, inkârcılığın nelere sebep olacağını da göstermek istercesine ahmakçasına bir zulüm işler; sokaktan getirttiği, suçsuz iki adamdan birinin boynunu vurdurur, diğerini de affeder. Güya birine ölüm diğerine de hayat bahşetmiştir. Âyetten de anlaşıldığı gibi Nemrut’un aczini ortaya koyan, sesini kesen, güneşin doğuşu ve batışı ile ilgili delildir.

Görünüşte Hz. İbrahim’in (a.s.): “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!” demesi konu değiştirmek gibidir. Hatta bir kısım âlimler Hz. İbrahim’in tarzını “hâfi delilden, zâhir delile çıkmak” olarak değerlendirip münâzarâ taktiği olarak tavsiye etmişlerdir. Risâle-i Nur’da ise konu daha farklı olarak değerlendirilmektedir. Yirminci Mektub’da ifade edildiği gibi Hz. İbrahim’in (a.s.) tarzı “cüz’î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyaya intikaldir ve bir terakkîdir.” Yani Hz. İbrahim (a.s.) başta söylediği, sadece Âlemlerin Rabbine mahsus olan imate ve ihya, yani öldürme ve diriltme konusunda ısrarlıdır. Bunun bir bütün olduğunu Nemrut’un sarayındaki cüz’î ölüm ve diriliş ile daha büyük ve küllî bir hadise olan semadaki güneşin doğması ve batması yani bir nevî ölmesi ve dirilmesi hadisesinin bir bütünün parçaları olduğunu göstermek istemiştir. Semadaki güneşe hakim olamayan âciz insanın yeryüzündeki hayata ve hadiselere de hakikî hâkim olamayacağını ortaya koymuştur.

Güneşin doğuş ve batışı bir nevî ölüm olduğu gibi, yeryüzündeki canlılar için de vazgeçilmez bir unsur olması, günlük ve mevsimlik periyotlarda da onlar için de bir nevî ölüm ve diriliş olması, Hz. İbrahim’in (a.s.) tevhidle ilgili delillendirmesinin ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Ayrıca eski medeniyetlerden bazılarının bu hususiyetinden dolayı “hayat kaynağı” olarak gördükleri Güneş’e taptıkları bilinmektedir. Bunlar da dikkate alındığında Hz. İbrahim’in (a.s.) “Haydi sen de Güneş’i batıdan getir” demesi, Güneş’in batması ile rab olamayacağı, ancak bir memur olacağı ve sadece Âlemlerin Rabbinin bir memuru olduğunu ifade etmesi ilahlık dâvâsındaki Nemrut’u çaresiz bırakmıştır.

Yine Hz. İbrahim’in (a.s.) çocukluğundaki Güneş ve Ay ile ilgili tefekkürü de bu açıdan bakıldığında önemlidir. Batıp gidenlerin ilah ve rab olamayacağını hatta En’âm Sûresinde ifade edildiği gibi “Lâ ühıbbü’l-âfilîn” yani “Ben batıp gidenleri sevmem” diyerek hakikî sevgiye dahi lâyık olamayacağı hükmüne varmıştır.

Münâzarânın en önemli kısmı olan hayat, şu kâinatta en önemli hadisedir, Cenâb-ı Hakkın varlığının ve birliğinin, mutlak hakimiyetinin en açık ve en taklit edilemez delilidir. Nemrut’u yere seren sivrisinek gibi küçük canlılardan, nice bitki ve hayvanlara kadar hayat, nasıl Âlemlerin Rabbi için muazzam bir delil ise, her gün her mevsim vefat eden hasaba gelmez canlının ölümü, güneşlerin ve yıldızların batışı, âlemlerin değişimi ve dönüşümü de, Onun Hayy ve Kayyum olduğunu, ezelî ve ebedî olduğunu gösterir.

Evet Nemrut çağların gerisinde kaldı, ancak o anlayış bir yerlerde devam ediyor. Yerkürenin hareketinde ve güneşin doğuş ve batışındaki kudret ve rahmet elini hatırlamakta gaflete düşen insan sayısı az değil. Yeryüzündeki tüm açları doyurmaya ve memleketleri ihya etmeye yetecek bütçeler bütün insanlığı yok etmeye hazır silâhlara harcanıyor. Görünüşte bir yanda açlık, yokluk ve katliâmlar, öbür yanda lüks ve sefahat; öldürülenler ve yaşatılanlar olarak devam ediyor. Hakikatte ise Nemrut’un yaptığı gibi faydasız bir gösteri, esassız bir mugalata ve çaresiz bir savunma…

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Kendi kendimizle buluşabilmek



Buluşmak, kendimizle buluşabilmek, bir başka deyişle yüzleşmek, öyle kolay olmasa gerek. Her babayiğidin harcı da değil herhalde.

Kendini tanımak. Adeta bir ummana dalmak gibi. Bu buluşma ve yolculuk hakikate ermek aslında. Gerçeklerle yüz yüze gelmek. Haddini ve hududunu bilmek. Doğrularla buluşmak ve onları hazmetmek, özümsemek. İsabet kaydetmek. Var olmanın, yaratılmanın gaye ve sırlarına erişmek. Tatlıyı değil, acıya talip olmak gibi bir şey. Onun için de kolay değil.

Kolay olsaydı “her kişi” yapardı. Ama kendisiyle buluşabilen, yüzleşebilen “er kişiler” sayılı kişilerdir, bütün dünya tarihinde. İlk insan, insanlığın babası Hz. Âdem (as) ve annemiz Hz. Havva, kul olmanın gereği olarak kendileriyle buluşma yolundaki sarf ettikleri—rivayetlere göre—bir seksen senelik zaman dilimi var önümüzde. Pişmanlık, nedamet ve sonsuz kudrete sığınma, ilticadan sonra “nübüvvet” nişanesi ile vazife başına geçme serüveni.

Hz. Nuh’un (as) evlât ve eş imtihanından sonra Rabbinin emriyle kendisiyle buluşma ve yüzleşme vetiresi çok kolay olmadı elbette.

Bu çizgide son din İslâm’ın tebliğcisi, güneşler güneşi Hz. Muhammed (asm) var en öne çıkan ve parlayan. Önce en yakın akraba ve bütün sülâlesi var kendisiyle buluşma çizgisinde. Getirdiği hakikatlere karşı müthiş bir karşı direnme var. Bunlara karşı, iç dünyasındaki fırtınaları İlâhî vahiyle, nebîliği ve velâyetiyle durdurması var. Sonra, kavminin ileri gelenleriyle, diğer kavimlerle ve “ötekilerle / inançsızlarla” olan müthiş mücadelesi var sahnede.

İşte onun örnek hayatında, dış şartların, dünyanın bütün bu zorlukları karşısında kendisine gelmek, kendisiyle buluşmak ve yüzleşmesinin en müstesna ve şahane örneklerini yakalamak mümkün.

Ayakları şişinceye kadar ibadet etmek. “Allah’a yalvaran bir kul olmayayım mı Ya Aişe” diyebilmek. İsmet—günahsızlık—sıfatı olmasına rağmen “günde en az yetmiş defa tövbe, istiğfar etmek.”

En yakınından gelen baskı karşısında “Vallahi bir elime Güneş’i, diğerine Ay’ı verseniz bu dâvâdan vazgeçmem” kararlılığında sebat edebilmek.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyeti karşısında “Hud Sûresi’nin otuz ikinci âyeti beni ihtiyarlattı” itirafında bulunabilmek.

İnançsız, azgın, cahil insan yığınlarının akıl almaz işkence ve hakaretlerine karşı sabırla direnip: “Ya Rab! Bunlar hakikati bilmiyorlar. Sen bunlara doğru yolu, hidayeti göster!” hidayet temennisinde bulunabilmek.

Tarihin büyük komutanı Sultan Fatih’in Rum mimarla ve kadıyla olan mahkemeleşmedeki tavrı aslında iç dünyasındaki bir “buluşma ve yüzleşme”den başka bir şey değildir.

Yunus’un; eğri değil, “doğru” odun taşıma tercihi. Mevlânâ’nın “Kim olursan ol gel!” daveti. Veysel Karani’nin, Medine’ye kadar geldiği halde, annesinin tavsiyesine uyarak Nebîler Nebîsini (asm) görmeden Yemen’e geri dönme sadakati.

...Ve daha yüzlerce, binlerce tarihin şeref levhası hadiseler karşısında kalem durur, nefes kesilir, söz biter, hayat mânâ kazanır, insan olan insan silkinir!

Bu asırda şahikaya çıkan asrın gönül sultanının şu haykırışları: “Ey serkeş nefsim!” nidâsı.

“Ben nefsimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” tespit ve seslendirmesi.

“Ben nefsimi tebrie etmiyorum (temize çıkarmıyorum), zira terbiye etmemişim” itirafı.

“Bana eziyet edenlere, zindanlara atanlara, memleket memleket sürgüne gönderenlere hakkımı helâl ettim” fedakârlığı… vb. kendiyle buluşma, yüzleşme yolunda ibretâmiz örneklerdir.

Şimdi duralım ve düşünelim. Ben! Ve siz! Bu buluşmanın ve yüzleşmenin neresindeyiz? Aslında, görünüşte çok kısa, fakat uzun bir yolculuk bu “kendimizle buluşmak.” Bizim bizimle bulaşabilmemiz için ise, gösterişten uzak, kendi dünyamızda, biz bize olarak, sakin ve ıssız zamanlarda, hele bu mübarek gecelerde, bu uzun ince yolculuğa yavaş yavaş kendimizi alıştırmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Uzakta olan, çoğu zaman başkaları değil, bizzat biziz, “kendimiz!” Hayırlı “buluşmalar” dileğiyle.

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Ne mutlu gariplere!”



Bir hadis-i şerifte, “İslâm garip olarak başladı. Sonunda yine garipleşecek. Ne mutlu gariplere!”1 buyurulur.

Garibin ne anlama geldiğini, niçin müjdeye liyakat kesbettiklerini anlamak için tarih gemisine binip Asr-ı Saadeti ziyaret etmek, İslâmın doğuş yıllarını gözlemlemek gerekir.

O ilk yıllara bakın! Allah Resûlü (a.s.m.) tek başına çıkmış. Sadık eşi Hz. Hatice, sadık arkadaşı Hz. Ebû Bekir, sadık amcaoğlu Hz. Ali ve sadık bir avuç Müslümanla, ilk üç sene gizli sonra da açıktan yapılan bir dâvetle karşılaşıyorsunuz.

Ne kadar güç şartlarda İslâmın yayıldığını, parmakla gösterilecek kadar az bir insanın o toplumda maddî anlamda ne kadar garip olduğunu anlamakta gecikmiyorsunuz.

Onlar garipler, ama on sekiz bin âlemin Sultanına dayandıkları için sahipliler, güçlüler, zenginler. Dayanakları güçlü olduğu için güçlüler; korkusuzca dâvâlarını haykırabiliyor; onca sıkıntı, işkence ve ıztıraplara rağmen inançlarında en küçük bir sarsıntı geçirmiyorlar.

Evet, onlar bunu en zor şartlarda yapıyorlar. Putperestliğin dem ve damarlara kadar işlediği, mutaassıp bir toplumda tehlikelere aldırmadan başarıyorlar.

Yasir Ailesinin çektikleri sıkıntılar az mıydı? Yasir işkencelerle, hanımı Sümeyye de Ebû Cehil tarafından mızraklanarak şehit edilmemişler miydi? Oğulları Ammar bir Yasir’in çektiği çileler Resûlullaha (a.s.m.) kaçıp sığındırtacak derecede şiddetliydi. Bilâl-i Habeşî’nin, Habbab bin Eret’in çektikleri çileler dayanılmaz derecedeydi. Hz. Bilâl çöllere götürülüp yumurta konulsa pişirecek derecedeki şiddetli sıcaklarda gömleği çıkarılıp kumlara yatırılıyor, üstelik üzerine ağır taşlar konuluyor, Habbab bin Eret’in vücudu yağlarıyla korlar sönecek derecede dağlanıyor, ama dinlerinden dönmeyi düşünmüyorlardı. Hz. Ebû Zer’in, Hz. Ebû Bekir’in, bizzat Efendimizin (a.s.m.) çektiği çileler dayanılmaz derecedeydi. Hz. Ebû Zer öldürülesiye dövülüyor, Hz. Ebû Bekir yüzü gözü belli olmayacak derecede işkenceye maruz kalıyordu.

Gerçekten, “Nu mutlu gariplere!” hitabına tam lâyık olacak derecede bir tablo sergiliyorlardı.

Kıyametten önce de ümmetin bozulduğu, fitnelerin köşe bucak yayıldığı, İslâmın unutulduğu, şeklen yaşandığı, dinine bağlı insanların sıkıntılar çektiği bir dönemde de zorlukları göğüsleyecek olan gariplere müjde taşıyor bu hadis-i şerif.

Ne mutlu ilk ve son gariplere!

Dipnotlar: 1- Müslim, Hadis no: 232, 251; İbni Mace, 2:1319 (Hadis no: 3987-3988.)

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ara renkler, gri noktalar var



Fransız parlamentosunda "Ermeni diasporası" lehinde alınan karar ile "Bir milyon Ermeni'yi öldürdük" diyen Orhan Pamuk'a Nobel Edebiyat Ödülünün verildiğine dair karar arasında ciddî bağlar olduğu, şüphe götürmeyecek kadar açıktır.

Zira, bu her iki karar aynı gün ve hatta aynı saatlerde alındı.

İkincisi, her iki kararın da "Ermeni meselesi"yle doğrudan bir bağlantısı var.

Fransız meclisinin durumu zaten apaçık ortada. Orhan Pamuk hakkında ise, şu can alıcı soru—ister istemez—akıllara takılan bir çengeldir:

"Orhan Pamuk, şayet uluslar arası Ermeni lobilerini memnun eden o lâfları söylemeseydi, acaba yine Nöbel ödülüne lâyık görülür müydü?"

Bizim bu noktada kanaatimiz tam oturmuyor. Yani, yüzde seksen/doksan ihtimalle, Pamuk'a edebiyattaki ustalığından dolayı değil, Ermeni lehinde ve Türkiye'nin resmî politikaları aleyhinde sarf ettiği sözlerden dolayı söz konusu ödüle layık görülmüştür.

Bununla beraber, biz bu iki önemli gelişmeyi tümüyle siyah, yahut tümüyle beyaz olarak görmüyor ve öyle görmeyi doğru da bulmuyoruz.

Çünkü, bütün bu gelişmelerin seyri içinde, hemen her safhada "ara renkler", yahut "gri renkler" var.

Bunları görmemek, dikkatsiz bakışlarla meseleye bodoslamasına girmek demektir.

Aklın gereği odur ki, tablonun bütün renkleri hem görülebilsin, hem de tarif edilebilsin.

İşte, bizim gördüğümüz tablonun ara ve gri renklerinden sadece bir kısmı.

Önce, Fransızlar'dan başlayalım.

Fransa da ikidir

* Fransız parlamentosunda 570'ten fazla üye var. Oysa, "Ermeni soykırımı yoktur diyene ceza var" teklifinin oylamasına, bu sayının ancak beşte biri katılmış. Katılanlardan sadece 106 üye bu ceza taslağı lehinde oy kullanmış.

* Parlamentoda muhalefet ağırlıklı 106 kişiyle alınan bir karar, aynı parlamentonun geriye kalan 470 üyesini de gözden düşürmemeli.

* Bu kararın tatbik edilebilmesi için, iki–üç merhalenin daha kat edilebilmesi gerekir: Senato, Cumhurbaşkanı ve AB parlamentosu.

* "Derin Fransa", Türkiye'nin AB'ye üye olmasını istemiyor. Ancak, bu tavrını merdane bir şekilde ortaya koymuyor. Türkiye'yi reaksiyonlarla, aksülamellerle tuzağa düşürmek ve bu suretle AB'den dışlamak istiyor.

* Fransa'daki bu "düşünce yasağı" kapsamındaki maddelere benzer ağır ceza kànunları, ne yazık ki biz de var. Meselâ, 301. madde. Bizim Fransa'yı rahatça kınayabilmemiz için, öncelikle benzer türdeki kendi ayakbağlarımızdan kurtulmamız gerekmez mi? Ele verirken özgürlük talkını, lütfen kendimiz yutmayalım totaliter salkımı.

Pamuk'un ödülü

Gelelim Pamuk'un Nobel ödülüne...

Evet, Orhan Pamuk, şayet yukarıda belirttiğimiz aykırı konuşmaları yapmasaydı, büyük ihtimalle Nobel ödülüne de layık görülmeyecekti.

Ancak, her şeye rağmen, bu yüz yıllık uluslar arası edebiyat ödülünün Türkiye'den bir romancıya verilmiş olmasını, yine de ülkemiz adına bir avantaj olarak görmeli ve öyle de değerlendirilmeli.

Zira, buna karşı gelmenin bizim için hiçbir getirisi yok. Hatta, başka milletler nezdinde daha bir tuhaf karşılanırız.

Hani, çok sevinmeyip Pamuk'u alkışlamasak da, hiç olmasa sessizce durmasını ve gelişmeleri serinkanlılıkla takip edebilmeliyiz.

Öyle keskin renklere abanarak, bağırıp çağırarak, lehte yahut aleyhte nümayişler yaparak, milletimize, ülkemize hiçbir şey kazandıramayız.

Bırakalım bu su kendi mecrasından akıp gitsin. Bakalım, nereye kadar varıp gidecek. Şayet, bir yerde zarar verecek gibi olursa, yine de suyu başından kesmek değil, belki mecrasını değiştirmek için, uygun şartlarda bir müdahale söz konusu olabilir.

Hisleri ön planda tutarak önceden sert ve keskince bir tutum sergilemek, büyük devlet ve büyük milletin şanından olmasa gerek.

Duygusal değil, bize akıllıca bir duyarlılık içinde hareket etmek yaraşır. Günün Tarihi Demokrasi devrinde siyasetin milâdı 14 Ekim 1973: Milletvekili genel seçimleri yapıldı. 450 üyeli Meclis'te Ecevit başkanlığındaki CHP 185, Demirel başkanlığındaki AP 149, Erbakan başkanlığındaki MSP 48 ve Bozbeyli başkanlığındaki DP 45 milletvekili sayısıyla yer aldı. Seçim sonrasındaki oy sayısı, oy oranı ve partilere göre milletvekili dağılımı şu şekilde oldu: Parti % oylar vekil CHP: 33,29 3.570 185 AP: 29,82 3.197 149 DP: 11,89 1.275 45 MSP: 11,80 1.265 48 CGP: 5,26 564 13 MHP: 3,38 362 3 BAĞ: 2,80 300 6 Tabloda görünen oy oranı ile milletvekili sayısı arasındaki uçurum, hayli dikkat çekici. Bir başka husus, yüzde 33 oranında oy ile 185 milletvekili kazanan CHP, Meclis'te diğer bütün partilerin toplamından daha fazla bir etki gücüne sahip oldu. * * * Bu seçimin en önemli bir özelliği, Erbakan faktörünün siyaset sahnesinde aktif şekilde yer alması oldu. İlk kez 1973 genel seçimlerinde bir siyasî partinin lideri olarak siyaset terazisinde ağırlığını hissettiren Necmettin Erbakan, 1946'dan bu yana devam eden 60 yıllık demokrasi süreci içinde adeta bir "milât" teşkil etti. Dolayısıyla, bu çok partili dönemi "Erbakan'dan önce" ve "Erbakan'dan sonra" (yani EÖ ve ES) diye ikiye ayırmak mümkün. Meselâ, şöyle ki: 1) Erbakan'dan önce hür ortamda yapılan bütün seçimleri Demokratlar (DP, AP) kazandı ve her defasında da tek başına iktidara geldiler. Meselâ, hürriyet zemininde yapılan 1946 yılı İstanbul seçimleri (Anadolu'da aynı ortam yoktu), 1950 seçimleri ve ardından yapılan 1954 ile 1957 seçimleri; keza 1965 ve 1969 seçimleri. 2) Erbakan'ın parti lideri olarak seçime girdiği 1973'ten bu yana ise, Demokrat misyonlu partilerin oyları bölündü ve bugüne kadar yapılan hiçbir seçimde, Demokratlar tek başına iktidar şansını bulamadı. (Özal ve Erdoğan gibi siyasîler, Demokrat misyondan değil, Erbakan'ın misyonundan gelmedir. Bunlar, rejimin tabularıyla uğraşmamışlar, uğraşamamışlardır.) 3) Demokrasi tarihinde "seçim başarısı" nedeniyle iktidar yüzü görmeyen CHP, yine ilk kez Erbakan sayesinde birinci parti oldu ve bu partinin genel başkanı da (Ecevit) Başbakanlık makamına oturdu. Evet, Ecevit'i ilk kez başbakanlığa taşıyan kişi Erbakan oldu. 40 yıl siyasetle uğraştığı ve birkaç kez başbakan olduğu halde, Türkiye'ye kalıcı bir tek eser bırakmayan Ecevit'ten geriye ise, sadece hayatı sarsan derin kriz izleri kaldı. 4) Dinî argüman, siyasette mebzûl miktarda kullanılmaya başlandı. Siyaset, imam hatip okullarına, İlâhiyat fakültelerine ve hatta Kur'ân kurslarına fütûrsuzca bulaştırıldı. 5) Erbakan'ın başını çektiği siyasî hareket iktidara yaklaştıkça, Türkiye'de irtica yaygaraları çoğaldı. Ne zaman ki partisi iktidara geldi ve kendisi Başbakan oldu, o zaman da "28 Şubat kıyameti" koptu. 6) Demokratlar, Erbakan ve onun siyasî varyasyonlarının siyaset sahnesinde zayıflaması, yahut etkisini kaybetmesiyle ancak tek başına iktidar yüzü görebilir. Aradan geçen 33 yıllık çalkantılı dönemden sonra, bugün için öyle bir sürecin başladığını söylemek, kehanet olmasa gerek.

14.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Gaylule, Kaylule, Feylule uykuları



İstanbul’dan Elif Çetiner: “28. Lem’a 9. Nükte uyku bahsinde; a) Gaylule’de güneşin doğuşuyla kerahet vakti bitinceye kadar (40–50 dakika arası) uyku; rızık noksaniyeti ve bereketsizlik. b) Feylule’de ikindi namazından sonra akşama kadar ki tüm zaman dilimindeki uyku; ömrün noksaniyetine sebeptir. c) Kaylule olan sünnet uykusundan bahsediyor ki; kuşluk vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Soru 1: Kuşluk vakti güneş doğduktan ve bir miktar yükseldikten itibaren başlar ve öğleden biraz sonraya kadar denilen vakti saat olarak izah eder misiniz? Soru 2: Bazı arkadaşlar güneş tam tepede iken namaz kılmakla ilgili kerahet vaktinin uyku için de geçerli olduğunu söylüyorlar? Bu doğru mudur? Bu kerahet vaktinde uyunmaz mı?”

Gaylule uykusu fecirden itibaren güneş tamamen doğuncaya kadar geçen sürede uyumaktır. Bu zamanda uyumak sünnete uygun düşmez. Çünkü birçok iş kolunda sabahın erken saatlerinde işe başlamak rızkın bolluğuna ve berekete sebeptir. İnsanın işe motive olacağı en aktif zaman dilimi fecirden sonraki zaman dilimidir. Bu dilim, uykuyla geçmemelidir. Çünkü o saatte uyumak işe geç başlamak demek olacaktır ki, bu da iş kaybı, emek kaybı, zaman kaybı, kazanç kaybı, performans kaybı gibi kazancı bereketlendiren birçok ana unsurun devre dışı kalması mânâsına gelecektir. Bereketsizliğin sebebi budur. Fakat öte yandan kerahet vaktinde eğer iş ve yoğunluk uyumayı gerektiriyorsa pekâlâ uyunabilir. Meselâ gece mesaisi yapmış birisi sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vaktinin geçmesini beklemeden uyuyabilir. Ve bu sünnete aykırı düşmez. Çünkü adam günlük mesaisini yapmış, sabah namazını da kılmış, kerahet vaktinin geçmesini beklemeye artık dinî bir sebep yoktur. Burada kerahet vakti sadece bir zaman ismi olarak zikredilmiştir. Yoksa mutlak derecede uyku yasağı getiren bir zaman parçası olarak gelmemiştir.

Feylule uykusunda da aynı durum söz konusudur. İkindi namazından sonra güneş tamamen batıncaya kadar geçen zaman dilimi keza birçok iş kolu için en verimli zaman dilimidir. Bu saatte uyumak rızkı da, ömrü de noksanlaştırır. Çünkü insanın günün verimini muhasebe edeceği, ölçüp tartacağı, yarınki gün için yeni plânlar yapacağı, hayat için yeni moral ve motivasyon bulacağı bu zaman diliminde uyumak insanı bütün bu neticelerden genellikle mahrum bırakır. Buradaki uyku sakındırmasının da kerahet vaktine denk gelmesi ile ilgisi yoktur. Zaman dilimi bakımından sakıncalı görülmüştür. Fakat şüphesiz bunun da istisnası vardır: Meselâ, gündüz boyu aralıksız yoğun bir çalışma gösterip akşamdan sonra gecenin bir vaktine kadar yeniden yoğun bir çalışmaya girecek birisi için, eğer bu vakitte biraz boşluk söz konusu olursa, bu kişinin bu vakitte bir miktar kestirmesinde dinen bir sakınca olmaz.

Görüldüğü gibi Gaylule ve Feylule uykuları kerahetle ilgili olarak değil, fakat çoğunluk için zaman dilimi olarak sakıncalı bulunmuştur. Kaylule uykusu olan kuşluk vaktinden öğle sonrası vakte kadar güneşin en hararetli olduğu zaman dilimi içinde yarım saat kadar uyumak ise sünnette tavsiye edilmiştir. Bu tavsiyeyi öğle öncesi giren kerahet vakti delemez. Yani kerahet vakti geldi diye sünnet olan öğle uykusunun yapılamaması söz konusu değildir. Çünkü esasen kerahet vakitlerinde sadece namaz kılma yasağı vardır. Bunun da gerekçesi hadiste açıklanmıştır. Hadisçe bunun gerekçesi, o vaktin, kâfirlerin güneşe secde ettikleri vakit oluşudur.1

O halde kerahet vakitlerinden olan sabah gün doğarken ve akşam gün batarken uyumanın mekruh görülmesinin, bu vakitlerin kerahet vakti olması ile ilgisi yoktur. Bunun gerekçesi, sadece insan fıtratının bu vakitlerde daha performanslı oluşu ve bu performansı negatif olarak uykuda öldürmeyip pozitif mânâda değerlendirme gereğidir. Bu durumda Kaylule uykusu olan öğle uykusu, öğle öncesi kerahet vaktinde yapılabilmektedir.

Kaylule uykusunun tavsiye edildiği saat ise kaba kuşluktan ikindi öncesi zamana kadar geçen saattir. Bu saat kişiye ve iş yoğunluğuna göre ve kişiye özel olarak değişebilmektedir. Belirli bir saat verip itaat ehlini saatle sınırlandırmak doğru değildir.

***

Bandırma/Edincik’ten Fikri Burmaoğlu: “Ramazan Risâlesindeki 7. Nükte’de geçen ‘Evet bir tek Ramazan seksen senelik ömür semerâtını kazandırabilir, Leyle-i Kadir ise nassı Kur’ân ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hücceti kâtıadır’ sözünden anladığımız 80 sene mi, yoksa 160 sene mi? Yani Leyle-i Kadir’de bin ay geçiyor, Ramazan ayında seksen sene geçiyor. Bu durumda bunların toplamı mı kazanç? Yoksa sadece 80 seneyi mi kastetmekte?”

Burada kastedilen 80 senelik bir ömürdür. Bu seksen senelik zaman dilimi Muhammed (asm) ümmetinin ortalama ömrüdür. Yani içinde Leylei Kadir bulunan bir Ramazan’ı değerlendiren bir insan bir ömürlük sevap, feyiz ve hasenat kazanabilmektedir. Kastedilen budur. Allah itaat ehlinin sevap, feyiz ve hasenatını bol eylesin. Âmin.

Dipnotlar: 1. Müslim, Salati’l Misafirin, Hadis No: 294

14.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004