Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Eğilen başlar



“O rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar” demişti Akif. Oysa bolca eğiliyor başlarımız. En kibirlimizden, en mütevazı olanımıza kadar…

Kimi zaman sabah mahmurluğunu atamamaktan, kimi zaman akşam eve yorgun argın dönmekten eğiliyor.

Kimi zaman beynimizi kemirip duran bir fikir eğdiriyor, kimi zaman “hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı” duygusu…

Şöyle başımızı göğe kaldırıp bulutların aldığı şekillere, yıldızların parlaklığına, ayın dolunaylığına, hilalliğine, yağmur damlasının ıslaklığına, kar tanesinin geometrik şekline, rüzgârın saatteki hızına dair söyleyecek birkaç cümle aramak da olmasa, hep yerde veya karşıda olacak gözlerimiz; hep yerde ya da yere 90 derece açıyla duracak başımız.

Belki “başımızı kaldıracak vaktimiz” olmadığı için eğik geziyoruz, belki yer yarılsa içine girmeye kendimizi önceden hazırladığımız için.

Belki yükseklerde olsa da gözümüz, bir gün kendimizi orada bulacağımızı bildiğimiz için.

Belki binebildiğimiz pek çok araç orada kendine yol bulduğu, belki karnımızı doyurduğumuz şeylerin çoğu orada yetiştiği için.

Belki rükûya bir türlü gitmeyen başımız, bizden bir şekilde intikam alıyor.

Belki tüm yükü aklımıza verdiğimiz, kalbimizle paylaşmadığımız için, başımız bu ağırlığı kaldıramıyor.

Belki kurduğumuz tüm hayaller suya düştüğü için, belki bir fırsatını kollayıp diz çökmek, yalvarmak istediğimiz için…

Belki hiçbiri… Biraz yeryüzüne, yani dünyaya bu kadar eğilimli olduğumuzdan eğiliyor başımız.

Sadece eğiliyor ya da başka pek çok şeyi hiçbir amaç gütmeden yaptığımız gibi, amaçsızca. Bir film seyreder gibi, uzakta bir yere bakar gibi, hiçbir şeye hiçbir anlam yüklemeden, her anlamı hayattan çıkarıp, laylaylom yapar gibi…

Biraz öylesine, biraz böylesine, biraz çaresizlikten, biraz yorgunluktan, belki düşen şekerden, yükselen tansiyondan, artan kolesterolden, sıkıştıran kalpten, artan nefes darlığından, yoğunlaşan tempodan, boğucu stresten, yorucu iş yoğunluğundan… Eğiliyor başımız…

Kimi zaman saygıdan, kimi zaman korkudan, kimi zaman gizlenmeye çalışılan bir öfkeden…

Bazen kendini karşıdakinden aşağı görmekten, bazen karşıdakini kendinden üstün görmekten…

Eğiliyor, o rükû olmasa da eğiliyor başlarımız.. Belki de o rükû olmadığı için bu kadar çok eğiliyor…

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Şöhretin iç yüzü



Ara sıra eğlence programlarında görülen, hatta irili ufaklı kimi dizilerde rol alan ve namı “Beton Bayram” diye bilinen bir bodyguardın açıklamalarını aktaralım istiyorum.

Çünkü, “şöhret” denen cazip hayatın aslında ne kadar sefih ve bazı “şöhretli”lerin ise yaşadığı çirkin hayatı gösteren önemli açıklama bunlar.

Diyor ki Bayram Kılıç:

“Uğruna şampanya patlatılan star, kuliste altını kirletti...” (Starbox)

“Sahne arkasında kadın pazarlanıyor!”

Duy da inanma.

“Ben o dünyanın hiçbir yüzünü sevmedim. Çünkü o starlar size yansıyan kişiler değil. Bir star düşünün, hayranıyla fotoğraf çektirip tokalaşıyor. Sonra hayranı gidince lanetler okuyup ellerini yıkıyor. Ben böyle anlara o kadar çok şahit oldum ki. O saf ve temiz yürekli hayranlara içim acıyordu hep.”

Muhabir soruyor:

“Başka neler gördünüz ‘çok kirli’ diye nitelendirdiğiniz alemde?”

“Mesela bir popstarın kuliste güvenliğini sağlıyordum. Bir hayran kulise kadar geldi ve çok sevdiği popstarın imzalı fotoğrafını istedi. Ben de kendisine yardımcı olacağımı söyleyip, kızcağızın isteğini popstarımıza ilettim. Ama kendisi bir fotoğraf imzalayıp vermek yerine, hayranına ve bana küfürler savurarak ‘Herkese fotoğraf verirsek işimiz var’ dedi. O an yaşadığım acıyı asla unutamam. Daha acı olayları anlatmak istiyorum, ama edebim elvermiyor.”

Soru:

“Belki bu söyledikleriniz çok azınlıkta kalıyordur?”

Cevap:

“Siz öyle sanın. Birçoğunun özel hayatı tabana vurmuştur. Büyük bir çoğunluğu kredi kartıyla yaşıyor. Eğer kadın sanatçı ise, sabah kalkıyor ve cüzdanı dolu bir erkeği nerede ve ne şekilde bulup günü tamamlayacağının hesabını yapıyor. Genç kızlarımız onların hayatının bu yüzünü bilmediği için onlara özenip heba oluyorlar.”

Soru:

“Kulislerde neler gördünüz?”

Cevap:

“Siz kuliste sanatçılar konsere, gösteriye hazırlanır bilirsiniz değil mi? Ama oralarda kadın pazarlandığını bilmezsiniz. Bunları söylediğim için bana tepki gösterecekler ama gördüklerimin ne kadar doğru olduğunu bu sözlerin muhatapları çok iyi bilir. Özellikle de sanatçılarımızın menajerleri kuliste neler yaparlar, en iyi kendileri bilir. Bunlardan yorulduğum bir an ‘Bu pis işi bırakıp ayakkabı boyayacağım’ dedim ama başaramadım.”

Soru:

“Hep böyle miydi bu camia?”

Cevap:

“1999’dan sonra bozuldu camia.”

Soru:

“Yozlaşma nasıl başladı?”

Cevap:

“Bir furya patladı. Yani kolay para kazanan, kolay kimlikli, kolay karakterli insanlar ortaya çıktı. Eskiler birer birer sahneden çekildikçe kolay para kazanmak isteyenler çıktı ortaya. Alemdeki iyi kişileri ayrı tutmak isterim.”

Soru:

“Peki siz kendinizi nasıl korudunuz?”

Cevap:

“Bana hiç kimse ‘Al şu bin doları da şu kişiyi şuraya götür, getir’ deme cesaretini gösteremedi. Bazılarını biliyorum, üç kuruş için her şeyi yaptılar ama şimdi kahve köşelerinde ömür tüketiyorlar.”

Soru, “Şöhret olmak isteyenlere mesajınız?”

Cevap:

“Aman, sakın! Sanat dünyasından uzak dursun gençler. Özellikle genç kızlarımıza söylüyorum. Bakın ben çocukları çok severim. Benim de bir kızım var. Bütün dünyam o. Ne kendi kızımı, ne de bir başkasının kızını o alemin içinde görmek istemiyorum.” (Serdar Benli, Star)

Bu sözleri söyleyen sıradan bir “koruma” değil, Sezen Aksu’dan, Tarkan’a kadar Türkiye’nin önde gelen şarkıcıların canını emanet ettiği bir isim... Ve 18 yıldır sürdürdüğü mesleğini, gördüğü iğrençlikler sebebiyle bırakmış... Yorum yapılamayacak kadar açık ve net. Görün ve öğrenin. Yorumu ise size ait.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

AB yolunda keyifli tren yolculuğu



Avrupa Birliği 8 Kasım’da Türkiye ilerleme raporunu açıklayacak. Şimdiden satır başlıkları, hatta bazı detaylar basına sızdı/sızdırıldı. Belki de erkenden tedbir almamızı isteyen Avrupa dostları var. Ya da derinliğimizi ve psikolojik eşiğimizin sabır sınırını sınamak isteyen Avrupalı grup işbaşında.

AB yolculuğumuz, katarın yük fazlalığı, yenilenemeyen alt yapı ve trenlerin eskimiş motor sisteminden dolayı ağırlaşsa da, zannedildiği gibi bir tren kazası değil, bir tren molası verebilir. Çünkü her istasyonda alınması ve bırakılması gereken yolcular ve yükler vardır.

Demokrasi dışı yüklerini atan tren, yeni yolcuların daha farklı beklentilerine göre de iç tanzimini yaparak yola devam etmeli. Ağır aksak gideceğiz bu yolda. Artık sadece “Kara tren”ler yok. Mavi, Boğaziçi ve diğerleri de var...

Brüksel hattına tren kaldıracağız. Yeni ufuklara açılırken, medeniyetimizin, folklorumuzun, geleceğimizin vagonlarına yerleştirdiğimiz kendi dokumuzla ve dekorumuzla yol alacağız. Avrupa’nın demiryolu ağları, trenin teknik standart olarak uygunluğuna bakar. İçindeki yolcuya, muhtevaya birinci derecede bakmaz.

Avrupa’nın kılcal damarları olan demiryollarında demokrasi trenimizin hız yapmasına, içinde kendini yaşadığı kompartımanlarında randevularına gitmesine ne mani var? Neden kendimize güvenmiyoruz? Kendine ve düşüncelerine güvenemeyenler, neden millete güvensizlik aşılıyorlar?

Haydarpaşa İstasyonunun 100 yıllık Osmanlı’dan kalan mirası ile Brüksel’e kalkan hattın yanında, Sultan Abdülhamid’in ruhaniyetinden özür dilemek adına Hicaz demiryolunu da açmalıyız. Şu anda Medine’de müzeye çevrilmiş o nurani bağı “faziletten döşenmiş demiryolu” yapmalıyız.

Yılların en homurtulu, gecikmeli, kömürlü ve de eziyetli “Kara Tren”leri ya da hiç de “ekspres” olmayan Kurtalan Ekspresi bir marazla hatırlanıyor. Elbette ki kaza ihtimalimizi arttıran bu trenleri Avrupa yoluna sokmazlar.

Bir de burnumda tüten bir tren yolu daha olmalı. Günlük, saatlik seferler halinde. Şanlıurfa’nın Suriye sınırındaki Suruç ve Akçakale ilçelerinden geçen doğu trenini, daha güneye yeni bir hat döşeyip hemencecik Şam’a “dolmuş tren” uygulaması yapsak ne kadar anlamlı olur.

Harran ovasının dümdüz, bereket fışkıran ve kadim medeniyetimizin tohumlarını yeşerten ufkundan tren yolu ile hayalen Osmanlı ihtişamına taşınmak ve Şam-Bağdat-Tahran hatlarında doğunun, İslâmın ve Asya’nın bütünleşen halklarına ziyaretler yapmak ne muhteşem bir tasavvur!

Tahakkuku yakın olan bu tasavvurların aklî planları ve samimiyet yolları döşendikçe, Avrupa’ya gönderdiğimiz yolcularımız da isterlerse, hava yolu ile bize Ortadoğu kavşağında hızla gelip yetişirler. Öyle ya ne de olsa onlar “bizim Avrupalılarımız.”

Bu arada Karadeniz’den kalkan geminin bizi ulaştırdığı Orta Asya girişinden de trenimizin tarih bilincini ve düşünme vagonlarını, idrakin lokomotifi ile daha ilerilere taşımamıza da bir engel görünmüyor.

Bir haksızlığın iç itirazını aldım şu anda. Evlad-ı Fatihan’a selâm vererek Trakya’dan Balkanlara uzanıp, mazimizin medeniyet çekirdeklerini sulamak ve oraların bostana dönen yeni köprüleri ile bizdeki akrabalarını buluşturmak da ayrı bir sürur kaynağı olacaktır.

Ankara’dan kalkan trenin Haydarpaşa’da yolcularını almış trenlere eşlik etmesi en doğrusu. Bürokrasinin egemen davranışı ile eskiden korkan cari sistemin “istemezük” gürültüsüne kapılmadan, Balkanlardan Avrupa’ya, Karadeniz ve Doğudan Rusya’ya ve Orta Asya’ya, güneydoğudan Orta Doğuya uzanacak açılımların beyin haritalarını ve güzergâhın zeminine vakıf bir yaklaşımla hazırlık yapacak Ankara’ya çok görevler düşüyor.

Bu arada güneyden karşı sahillere ve bizi özleyen eski topraklara bir ekonomik, sosyal, siyasî köprü atmaya ne dersiniz?

Bu yazı, eskiye hasret bir nostalji yazısı değildir! Geleceğe namzet bir vizyonun tarihten aldığı misyonla üstlenmesi gereken Türkiye’nin büyük devlet olma idealidir.

“Kara tren gecikir belki hiç gelmez” nakaratının, artık elektronik randevulaşmanın ve sanayi dilinin hakim olduğu gönümüzde, istediğiniz güzergâh ve zaman dilimini tercih edip o saatte emrinize amade trenle istikbale uçuyorsunuz. Biz treni değil, tren bizi bekleyecek artık.

Güle güle kullanın treni. O sizin geçici eviniz. Dershaneniz. Mektebiniz. Mütalaa yeriniz.

Lütfen şu endişeyi taşımayın, dahası yaşatmak isteyenlere itibar etmeyin:

-Ya bu tren yolundan çıkarsa?

-Çıkmaz efendim. Müsterih olun. Çünkü irademizle güzergah taahhüdü alarak bindik. İster Viyana, ister Mekke-Medine, ister Bakü, fark etmez, hepsi önceden keşfettiğimiz büyük mirasın hatıraları ile bizi karşılayacaklar.

Öncelikle Avrupa’ya gidecek tren, bizi daralmışlığın gümrüğünden kurtaracaktır. Ve arkası gelecektir.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

100. yıl fantezileri



Cumhuriyetimizin kuruluşunun 83. yılını idrak ettik. Tabiî bildik demeçler, değişmedik uyarılar, şablonlu terimler ve tekerlemeler aynı minval üzere devam ediyor. Fikr-i sabit ancak bu kadar olur hani. Korku, tasa, vehim, şüphe dolu yaklaşımlar. Her seferinde cumhurun, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla incitilmesi, zan altında bırakılması artık bayramları kutlamanın zevkini, coşkusunu da yiyip bitirdi. Böyle giderse bir zamanların 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramının halk katılımı olmadan kutlanması gibi resmî bayramların en büyüğü ve en anlamlısı olan Cumhuriyet Bayramı da halksız, katılımsız, kuru bir tören ve müsamereden ibaret bir şekilde kutlanacağa benziyor.

Özellikle Baykal, CHP ve bize has sosyal demokrat yaklaşımın penceresinden bakılacak olursa cumhuriyet, daraltılmış, sınırlandırılmış anlamıyla belli bir zümrenin belki de aristokrat bir kesimin, oraya, buraya, şu veya bu çevreye anlamlı laf atmalarının yıldönümü ve onların tatmin aracı olacak gibi. Böylesi bir cumhuriyet anlayışının Afrika’daki, Asya’daki cumhuriyet anlayışından farkını ayırt etmek gitgide imkânsız hale geliyor.

Sayın Baykal gibi her bayramda “askerî darbe” vurgusunun yapanlara kalırsa cumhuriyetimiz 100. yılında nasıl olacak acaba dersek, fantezi birkaç ihtimali yazmadan edemedik.

Bakınız bu anlayışa göre ilerde cumhuriyetimiz neleri başaracak?

* Cumhurbaşkanları hükümetlerin gönderdiği her yasayı veto ettiğinden, cumhurbaşkanına kısaca “vetomatik” ismi verilebilecek.

* Bilimsel ilerlemeler sonunda her şey makine sistemine geçtiğinden, insansız uçaklar gibi, insansız sistemler kullanılacak. Cumhuriyetin, halka ihtiyacı kalmayacak, halksız-insansız cumhuriyet uygulanacak.

* Yabancı ve dinî görüşlere karşı resmî ideolojileri gençlere aşılamak için eğitim ve ikna metodu yerine, hap ve ilaçlar geliştirilecek. Örneğin bir gence CHP’nin anladığı ve zamanında tatbik ettiği mânâda laiklik kazandırmak için “Laizpirin” hapı yutturulunca hemen sıkı ve fanatik bir laikçi genç haline gelecek.

Uzaydaki uydu sistemimiz gelişecek. Öyle ki vatandaşlar bile uydu haline getirilecek. Ne buyurulursa tereddütsüz, hiç itirazsız söylenenleri yapacak.

Hastanelerde hasta izleme modu uygulanacak. Hastanın hangi kuyrukta can verdiği anında otomatik olarak takip edilecek ve “Alo imam/Alo cenaze” hattıyla vatandaşa gecikmeksizin defin hizmeti verilecek. Muhtemel depremlerde de her vatandaş için önceden valiliklere ceset torbası gönderilmiş olacak. Böylece depremde ölen vatandaşların kefensiz gömülmesinin önüne geçilecek.

* Hücre ve gen teknolojisiyle yeni tür inek ve koyunlar üretilirken, yabancı fikirlerle dejenere olmuş genç kuşaklar—hani şu Yalçın Doğan’ın bahsettiği yüzde 65’i Cuma namazına giden gençler gibi—gen teknolojisiyle çağdaş gençler olarak ıslah edilecekler. İstenen fikir ve görüşlere inanan gençler olarak evrim geçirmeleri sağlanacak

* Yüksek vasıflı geliştirilmiş robot sistemiyle devleti yönetmek daha kolay olacak.Vatandaşların beyinlerine daha doğduğu anda yerleştirilecek çiplerle belli programlar yüklenerek sakin, huzurlu,itiraz etmeyen, sorgulamayan birer saygılı cumhuriyet vatandaşları olmaları sağlanacak. Devlete zararlı davranışlardan uzak olmaları temin edilecek.

* İnsanların düşünce ve kanaatlerini okuyabilen ve önceden tespit edebilen röntgen şuaları gibi millî güvenlik sistemi oluşturulacak. Böylece takiyye yapmak imkânsız hale gelecek. Kötü niyetli ve takiyye yapan sahtekâr vatan hainleri daha teşebbüse geçmeden karanlık yuvalarında ve sızdığı devlet kademelerinde biyo uyumlu radar sistemiyle yakalanıp cezalandırılacak.

* Kur’ân kurslarına gitme yaşı 55-60 yaş arası olacak. Daha sonra 66’ya bağlanacak. Türk milleti zeki ve ileri yaşlarda bile zihnen ve bedenen dinç olduğu için Kur’ân kursuna gitmelerinde fazla acele edilmeyecek. Onun yerine “Muhtarın görevleri, muhtar ihtiyar heyetinin sorumlulukları, Genelkurmay başkanın konuşma alanları veya DSİ il müdürünün ne gibi yetkilere sahip olduğu” gibi ivedi ve çok önemli bilgiler daha çocuk yaşta iken cumhuriyet vatandaşlarına ezberletilecek.

* Güneydoğu bölgesine doktorlar gitmediği için, robot doktorlar ya da yeterince millîleştirilmiş yabancı doktorlar gönderilecek.

* Uzay çalışmaları çok ilerleyecek. Aykırı vatandaşlar ve istenmeyen yazarlar, gazeteciler 301. maddeye benzer madde mucibince uzaya fırlatılacak ve orada yaşamaları sağlanacak.

Akıllı araçlar üretilecek. Kötü ve berbat karayollarımızda aklını oynatan araçlar için “Motorlu Araçlar Akıl ve Sinir Rehabilitasyon Merkezi” kurulacak. Eski ve hurda araçlara bu merkezlerde tedavi için yeşil kart dağıtılacak

Ve daha neler neler gelişecek bir bilseler vatandaşlar sevinçten çıldıracak. Bizimki de fantezi yani.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gerileme raporu



AB sürecinde kritik bir aşamanın daha eşiğindeyiz. Bu yıla dair ilerleme raporu 8 Kasım’da açıklanacak. Ve ondan sonraki süreci, bu raporun yankıları tayin edecek.

Aslında bu rapor iki hafta önce açıklanacaktı. Ama AB, geçen ayın başlarında, iki haftalık bir erteleme kararı aldığını duyurdu.

Gerekçe ilginçti: Hükümete, 9. reform paketini tümüyle Meclisten geçirmesi ve bu arada iyice kronikleşen 301 sorununa çözüm bulması için biraz daha vakit kazandırmak.

Böylece, bunların da gerçekleşmesi ve olumlu gelişmeler olarak ilerleme raporuna yansıması hesaplanıyordu. Ancak görünen o ki, bu hesap tutmadı. Ankara, kendisine verilen bu ilâve müddeti de boşa harcadı.

9. paket tamamlanamadı; dahası pakette yer alan ve askerî harcamalara Sayıştay denetimini öngören düzenleme “Acelesi yok” denilerek askıya alındı. 301 için de herhangi bir adım atılmadı.

Bu noktalardaki tıkanıklığın getireceği sıkıntıları doğrudan görme konumundaki Babacan ve Gül gibi kabine üyelerinin durumu değiştirme yönündeki çabaları ise, Çiçek’in başını çektiği ve Erdoğan’ın da destek verdiği statükocu tavrı aşamadı.

Gelinen noktada hükümetin havası bir kez daha AB’ye rest çekme ve Erdoğan’ın ağzından “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar, yolumuza öyle devam ederiz” söylemleriyle meydan okuma yönünde oluştu.

Başbakanın son çıkışında bu bilinen söylemine, “Maastricht kriterlerini İstanbul kriterleri yapar, yola öyle devam ederiz” şeklinde bir “yenilik” getirmiş olduğu da dikkat çekti.

Bilindiği üzere, Kopenhag kriterleri siyasetle, Maastricht kriterleri de ekonomiyle ilgili.

Ve buradaki sorun, farzımuhal AB ile ipleri tamamen kopardığı takdirde, Türkiye’nin Kopenhag ve Maastricht kriterlerini Ankara ve İstanbul kriterleri yaparak yola devam edip edemeyeceği. Ankara kriterleri yerine Mamak, İstanbul kriterleri yerine kartel kriterlerinin girdabına kapılma riski çok yüksek.

Özellikle demokratikleşmeyi öngören siyasî kriterlerde Brüksel’in yakın markaj ve sıkı takibine rağmen ne zorluklar yaşandığı dikkate alınırsa, AB faktörü devreden çıkıp yine kendi kendimizle başbaşa kalırsak ne vaziyete geleceğimizi tasavvur edebiliyor muyuz?

Demokratikleşme iradesi zayıflamış ve statükoya boyun eğmiş bir hükümet, bu tavrıyla mı AB kriterlerini, isimlerini değiştirerek uygulamaya devam edecek? Mümkün mü?

Nitekim, Brüksel’den “3 Ekim 2005’te müzakerelere başlama” sözünü aldığı 17 Aralık 2004’ten sonra AB sürecini neredeyse tamamen boşlayınca, zaten başından beri tam olarak eline alamadığı demokratik inisiyatifi sür’atle kaybeden ve askerin önüne koyduğu gizli anayasaya “evet” demek suretiyle de bugünkü tabloya gelişin kapısını ardına kadar açan da yine bu hükümet değil miydi?

AB içindeki Türkiye karşıtlarının peş peşe gelen son atak ve provokasyonları ayrı konu.

Ne yazık ki, AKP iktidarının tavrı, hem onların, hem de Ankara’daki AB ve demokratikleşme karşıtlarının ekmeğine yağ sürüyor.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Vakit öldürmek



Bir tanıdığınıza rastlasanız, sohbet esnasında, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorsanız, “Ne yapalım, vakit öldürüyoruz” deyiverir size. Bu cevabı da kanıksamışızdır. Oysa biraz düşünsek ne kadar anlamsız, lüzumsuz, yersiz, faydasız bir cevap olduğunu anlamakta gecikmeyiz.

Çünkü şefkat ve merhamet taşıyan bir insan, değil can taşıyan hemcinsini öldürmek, karıncayı dahi incitmez. Öldürse öldürse zararlı haşeratı öldürebilir.

Peki, vakit o kadar zararlı, zehirli, düşman bir varlık mıdır ki onu öldürdüğümüzü rahatça söyleyebiliyoruz?

Söze gelince “Vakit nakittir” demeyi çok iyi biliriz. “Nakdi vakitle kazanırsın, ama vakti nakitle kazanamazsın” demeyi de.

Acaba vakit öldürmek vaktin bolluğundan mıdır, işsizlik, güçsüzlük veya boş kalmaktan mıdır? Elindeki, cebindeki, kasasındaki para fazla bile olsa sokağa atmayan insan, nasıl olur da vakit öldürmekten söz edebilir?

Bu ömür sermayesiyle neler kazanılabileceğini bir düşünsek hiç bu kelimeyi kullanır, daha öte boş boş oturabilir miydik?

Askerlik yapanlar bilirler ki, eline silâh verilen insan önce onu kullanmasını öğrenir, atış talimlerine katılır. Silâhı nerede, nasıl kullanacağını bilerek hareket eder. Ne kurşunları keyfî olarak atar, ne de bile bile karavanaya atış yapar. Atışlarında 12’den vurabilmek için can atar.

Ömür silâhtan daha mı önemsiz ve değersizdir?

Geçenlerde bir dostu ziyarete gittiğimde, orada karşılaştığım bir tanıdıkla konuşurken, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda, “Vakit öldürüyoruz” demesin mi?

Emekli olmuştu, işi gücü, meşguliyeti yoktu. Belki de alışkanlık eseri bu cümleyi kullanmıştı. Ben hemen oracıkta bulunan Sözler’i açtım. Otuz İkinci Söz’ün 3. Mevkıf’ında yer alan (s. 584) hayatın önemiyle ilgili bahsi okudum, izah ettim.

Burada anlatıldığına göre hayat, Cenâb-ı Hakkın bize verdiği en kıymetli ve bakî hayatı kazandıracak bir sermaye, bir define ve “bakî kemâlâtın cihazatını câmi” bir hazineydi. Bakî hayatı kazandırabilecek böylesine değerli bir hazine boşu boşuna, lüzumsuz bir şekilde harcanabilir, har vurup harman savrulabilir, öldürülebilir miydi?

İnsanı Uçuruma Götüren Sözler’in yazarı bu söze de kitabında yer verdi mi, bilemiyorum. Vermemişse mutlaka bu da bulunmalı.

Kısacası cehaletin kurbanıyız toplum olarak. Öğrenmeye, şuurlanmaya çok ihtiyacımız var.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ekonomik gücün yakıtı da imandır!



Müslüman toplumun ekonomik hayatı; imtihan, imân, bilhassa “tevhîd-ulûhiyet”, cihad, hikmet, çalışmak, iktisad, kanaat, tevekkül, helâl-haram gibi mefhumların anlaşılması, uygulanması; zekâtın ihyası ve faizin yasaklanmasına bağlı. Çünkü bunlar da imânın kuvveti nispetine göre pratiğe geçer, hayata akseder.

İslâm’daki “ulûhiyet” düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir. Çünkü, her türlü sosyal veya ekonomik hareketin—hukukî davranışları da bu söylediklerimize katmak zorundayız—Allah hakkındaki düşüncelerle doğrudan ilişkisi vardır. Zîrâ, İslâm’daki “ulûhiyet” düşüncesi, Müslüman adamın kendisine bakışına, eşyaya bakışına, kendine ve eşyaya vereceği konuma, kazanmasına, harcamasına, çalışmasına, hattâ çalışma sahasına ve biçimine sınır getirecek, insanı her şey ya da hiçbir şey olmaktan çıkaracaktır.1

Müslümanların ilmi, ekonomik ve teknolojik gelişme sağlaması da yine iman gücü nisbetindedir. Allah’a, Kitaplara, Peygamberlere iman ile, teknolojinin en son sınırını çizen ve onların gösterdiği mu’cizelerden ilham alarak ilmî ve teknolojik çalışmalara meyledilir.

Ve kezâ, İslâm şartları, ibadetler imanın gücü nisbetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevî ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı otomatik olarak sağlar. Ekonominin itici gücü de temelde imandır. Zira, Kur’ân’a ve getirdiklerine iman; aynı zamanda zekâtı ihya ve faizden kaçınmayı gerektirir. İmanı güçlü olan; ekonominin itici gücü olan zekâtı verir; miskinlik ve sömürü vasıtası olan faize bulaşmaz. Bu da, ülkenin kalkınması, iş sahalarının açılması; insanların iş bulması ve alınlarının akıyla çalışarak üretime katılmaları demektir.

Diğer İslâm şartlarını yerine getirenler, cemaatle namaz ve Hacda olduğu gibi bir araya gelir; kaynaşır, danışır, fikir, kültür, tecrübe alış-verişinde bulunur. Bu ise, terakkî, kalkınma ve zenginlik demektir.

Mânâ, ruh; maddeden, bedenden daha güçlüdür. Madde kayıt altına alınırken, ruh ve mânâ sınırlanamaz. İşte imanını ruh seviyesine çıkaranlar, onu güçlendirmeyi başarırlar. Tarih şahittir: Müslümanlar İslâmiyete sarıldıkları zaman terakkî etmiş; uzaklaştıklarında da belâ ve musibetlere hedef olmuş; geri kalmışlardır. Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır; tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi. Tahkikî iman elde edildiğinde hayatın her katmanında, her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Ve o iman sahibi kâinata meydan okuyabilir!

Ekonominin itici gücü olan “zekâtın” ihyası ve “faizin” yasaklanması imanın bir gereği. Zekât, bir yönüyle sosyal hayatta dayanışmayı sağlarken, öbür cephesiyle kalkınmayı getiriyor. Bir taraftan ihtiyaçlar, bir yandan zekât; (ne kadar çok olursa olsun), “duran, hantal” parayı yer bitirir. Tükenmemesi için piyasaya sürülmesi, arttırılması ve “üretim”e kaydırılması gerekir.

Zekât, parayı piyasaya yöneltir! Çünkü zekât, bir kesinti, bir vergidir. Zekât vermemek için meşrû yoldan kaçırmak istenir. Trilyonlarca liralık iş yeri veya fabrikaya zekât düşmüyor. Böylece zekâttan kaçan para, yatırıma, üretime ve dolayısıyla ekonomiye kazandırılıyor. O takdirde de iş sahası açılıyor, üretim artıyor; kalkınma ve refah sağlanıyor; fakir ve işsizlere de iş sahası açılmış oluyor.

Dipnot: 1. Dr. Faruk Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, Seha Neşr., İst., 1988, s. 15.

02.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Oruç ve namazla ilgili muhtelif sorular



Demet Aydın: “Kaza orucu neye denir?”

Ramazan ayında ister özürlü, ister özürsüz oruç tutmayanların, Ramazandan sonra tutmadıkları gün sayısı kadar bire bir oruçlarını kaza etmeleri farzdır. Ramazan orucunun kazasının peş peşe yapılması gerekmiyor. Ara vererek yapılması mümkündür. Esas olan, Ramazan orucunu tutulmayan gün sayısınca kaza etmektir.

Ramazan orucunun kazası bayram günleri dışında her gün yapılabilir.

Ramazan dışındaki adak oruçları, başlanıp bozulmuş olan nafile oruçları ve kefaret oruçlarının da kazası yapılır.

Tutulmayan Ramazan orucu, önceden fidyesi verilmiş olsa bile, iyileştikten sonra tekrar gününe gün kaza edilmelidir.

Hastalığı nedeniyle oruç borcu olduğu halde; orucunu kaza etmeye güç yetiremeden, fidyesini de vermeden ölen kişilerin fidyelerini vârisleri verebilirler ve vermelidirler.

***

Ptekstil rumuzlu okuyucumuz: “Kazaya kalmış vakit namazları, vakit namazlarının arkasından mı kılınır, açıklar mısınız veya nasıl kılmalıyız?”

Kazaya kalmış vakit namazlarını, ister vakit namazlarının ardından, ister önünden, isterse başka bir vakit içinde olsun; hiç vakit arayışına girmeden, her vakit, her fırsat buldukça, hatta her saati bir altın fırsat bilerek kaza namazı niyetiyle kılmak mümkündür.

***

İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Oruçlu iken sabah kalktığımızda cenabetli olduğumuzu gördüğümüzde ve orucumuzu bozduğumuzda ne yapmamız gerekir?”

Oruçlu iken sabah kalktığında ihtilâm olduğunu anlayan birisi gusül abdesti alır ve orucuna devam eder. Bu nedenle orucu bozulmaz. Gusül alırken ağzından ve burnundan su kaçırmamaya özen gösterir. Ağzına ve burnuna su verirken dikkatli davranır.

Eğer sabah kalktığında cenabet olduğu düşüncesiyle orucunu bozmuşsa, yine ve derhal gusül abdestini alır. Fakat orucunu bozduğu için, Ramazandan sonra orucunu kaza eder. Orucunu yanlışlıkla bozduğu için kefarete girmez.

***

Yalçın Gücük: “Kaza orucuna niyet ederken Şevval orucuna da geçer mi?”

Bir taşla iki kuş vurmak güzeldir. Fakat mü’min oruç tutmakla zaten bir taşla on kuş vurmaktadır. İster Ramazan orucu olsun, ister Şevval orucu olsun, ister başka nafile oruç veya ibadet olsun. Fark etmiyor. Her ibadette en az bir taşla on kuş vuruluyor. Bunu şu âyet ilân ediyor: “Her kim bir hasene ile gelirse ona on katı sevap vardır.”

Fakat bizim de ibadette dürüstlük, ibadette özveri, ibadette ihlâs, ibadette dergâh-ı izzetin eşiğine baş koymak ve Allah’tan rahmet ummak davranışlarını sergilememiz gerekiyor. Kaza orucu zaten tutmadığımız Ramazan orucunun yerine tutmamız gereken farz oruçtur. Bu bizim borcumuzdur. Şevval ayı orucu ise ilave altı günlük nafile oruçtur. Bunları birbiri ile telafi etme yoluna gitmeyelim. Önceliği kaza orucuna vermek kaydıyla, Şevval ayı orucunu da tutmak istersek buna ayrıca niyetlenmeliyiz. Yani Şevval ayı orucunu tutmak şart değildir. Fakat kaza orucunu geciktirmemek lâzımdır. Kaza orucunu tuttuktan sonra, dilersek dilediğimiz kadar Şevval ayından da oruç tutabiliriz. Fakat şurası muhakkaktır ki kaza orucunu Şevval ayında tutmanın feyiz ve bereketi inşallah daha fazladır.

***

Onur Gezginci: “1. Ben askerlik vazifemi yapıyorum. Burada namazımı kılıyorum. Yalnız ast olduğumuz için buradaki kurallara uymak zorundayız. Öğle, ikindi, bazen de akşam namazlarım kazaya kalıyor elimde olmayan sebeplerden dolayı. Yatsı namazından sonra kılıyorum namazımı. Bu konu hakkında bilgi verir misiniz? Doğrusu bu mu, değil mi? 2. Ramazan ayındayım 11 gün orucumu tuttum. Ama sonra sağlık problemleri baş gösterdi, vücudum zayıf, iradem kuvvetli ama. Oruçlarım da kazaya kaldı. Askerde olduğum için bunun cevabını bilmiyorum. Bir de botlarla namaz kılınır mı? Cevap verirseniz sevineceğim.”

1- Kılamadığınız namazları yatsıdan sonra kaza edebilirsiniz.

2- Tutamadığınız oruçları Ramazandan sonra fırsat buldukça gününe gün tutabilir, böylece kaza edebilirsiniz.

3- Temiz olmak şartıyla botlarla namaz kılabilirsiniz. Allah kabul etsin. Hayırlı askerlikler ve hayırlı tezkereler dilerim.

***

Nazmi Öztürkcu: “Şafiî mezhebine göre burundan gelen kan orucu bozar mı?”

Burundan gelen kan yutulmadıkça orucu bozmaz. Fakat yutulursa bozar ve kaza gerekir.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Kırılma noktaları



İnsanların kırılma noktaları vardır. Küskünlükler, kırgınlıklar, kinler ve düşmanlıklar ondan sonra başlar.

Bu çok dehşetli ve acı verici olaylar, iyi tahlil edilmeyip insaf ölçüleri bir tarafa atıldığı zaman birçok olumsuz gelişmeyi peşinden getirir.

Kırılma noktaları, iyi anlaşılmamaktan veya yanlış anlaşılmaktan kaynaklanır. Bunu kul Sadi’nin şu tekerlemesinde bulabiliriz:

“Kapıyız, dost olanlar ararlar bizi, düşmana diyecek sözümüz yok ama; ferasetsiz dostlar yaralar bizi” der. Ve buna “Yanlış anlaşılmak, hiç anlaşılmamaktan daha kötüdür” sözünü de katabiliriz. Ha, şunu da:

“Beni hiç kimse anlamadı, bir hanımım anladı, o da yanlış anladı.”

Kırmamak önemli.

Kırılan kadar kıranlar da çok önemlidir.

Düzeyli tutum ve davranışlar sergilemeli.

Varsayın, muhatabınız size hsoşlanmadığınız bir tutum sergiledi. Genel kurallar önemlidir. O kurallardaki isabetlilik, sizi şahıs endeksli davranışlardan uzaklaştıracaktır.

Bir de muhatap ile veya temel değerlerle başbaşa olmak faydalı. Şahıs veya kurumun temel değerleri ve prensipleri ile iletişimde bulunmadan, kendi iç dünyanızda bir yargıya varmak sizi yanıltabilir.

Birçok olumsuzluk ve kırgınlıklar iletişim kazalarından meydana gelir.

O zaman kırgınlıklar, iletişimsizlikler ve küskünlükler başlar.

Sonra telâfi edilmeyecek bir takım olaylar meydana gelir.

Bu açıdan üslup önemlidir.

Haklı olunan konularda dahi üslubunuz bozuk ise, o da bir iletişim kazası meydana getirir.

Bunda, samimiyet, ihlâs ve insaf ölçüleri elden bırakılmamalıdır.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Depremin eli kulağında mı?



Bazı uzmanlar, "İstanbul için deprem vakti" ifadesini kullandı.

Eh, o zaman biz de söze "İftar topu atılmak üzere" diyerek başlayalım.

* * *

Latife bir yana, mevcut bilgilere ve cihazlara göre, depremin vaktini hiç kimse tayin edemez.

Sadece Türkiye değil, dünyanın gelişmiş hiçbir ülkesi de depremin ne zaman, nerede ve kaç şiddetinde olacağını önceden bilemez.

Bu üç noktada sadece tahmin ve ihtimal hesapları var.

Meselâ şöyle:

* Mutemelen şu, şu bölgelerde.

* Mutemelen şu tarihlerde.

* Muhtemelen şu ölçekte.

* * *

Mükerreren tesbit ve tescil edilmiş olan doğru şudur: Türkiye coğrafyası, doğusundan batısına kadar hayli dinamik görünen bir deprem kuşağı üzerinde bulunuyor. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de yıkıcı büyük depremlerle sarsılabiliriz. Bu noktada Anadolu da, İstanbul da büyük risk altındadır.

Deprem gerçeğini bu şekilde tesbit ettikten sonra, sıra alınacak hayatî kalıcı tedbirlere gelir.

Geçici ve temelsiz tedbirlerin aldanmaktan ve oyalanmaktan başka bir faydası yok.

İşte, büyük Marmara depreminden sonra İstanbul'da parklara, meydanlara bırakılan konteynerlerin hâl–i pürmelâli. Kimi yağma edildi bunların, kimi de konulduğu yerden alınıp götürüldü.

* * *

Her an deprem olacakmış gibi tedbirli olmak, "Acaba ne zaman deprem olacak?" türünden cıvıklaşmış söz ve kehanetlere merak salmaktan elbette ki daha iyidir.

Ayrıca, şunu da bilmek lâzım gelir ki, "beklenen büyük İstanbul depremi" üzerinde yapılan düelloların önemli bir bölümü rent ve sansasyon maksatlıdır. Ortaya ikide bir sansasyonel bilgiler sürülerek, çok yüksek rantlar elde edilmek isteniyor.

Zaman içinde, bir bakıyorsunuz muhtemel depremin krokisi yön, hatta yer değiştirmiş, doğudan batıya, yahut kuzeyden güneye doğru kaydırılmış.

Bütün bunlar gösteriyor ki, ortada henüz sağlıklı bilgiler yok. Meseleye en sağlıklı yaklaşım ise, muhtemel şiddetli depremlere karşı alt ve üst yapı çalışmalarını hızlandırmak, tahkimat çalışmalarına ağırlık vermek ve sarsıntı anında alınması gereken âcil tedbirleri şimdiden hazırlamak yönünde yapılan tembih ve telkinlerdir.

İşte, bu meyanda yapılan ciddî birtakım fiilî çalışmalar varsa, asıl bunu alkışlamalı ve herkesi buna teşvik etmeli. Hâli ve kàli duâları da eksiksiz yerine getirmeli.

Gerisi lâf û güzâftır. Deprem topu patladıktan sonra, bu lâfların hiçbir kıymeti yoktur.

Öğrenciler

"Kız meselesi yüzünden"

Liseli öğrenciler, gün geçmiyor ki "kız meselesi yüzünden" kavga etmesin, yahut birbirini bıçaklamasın.

Başta gelen diğer kavga sebepleri ise şunlar: Gasp, uyuşturucu, çetecilik...

"Yüksek istikbâlin evlâdı"na bakın, siz.

Bunlara bakın da şunu sorun: "Behey evlât! Nasıl oldu da, siz bu derece alçaldınız?"

Aklını büsbütün kaybetmeyenlere ise, şu suâli yöneltelim: "Sevgili öğrenciler. Sizin en önemli "mesele"leriniz bunlar mı? Yahut, sizin asıl derdiniz, temel meseleniz nedir ve neler olmalı?

Doğru cevap verene "öğrenci liyâkat madalyası" verilecek.

Günün Tarihi

2 Kasım 1914: Rusya, Birinci Dünya Harbi çerçevesinde Osmanlı devletine savaş ilân etti.

Uzun zamandır tetikte bekleyen Rusya, nihayet aradığı bahaneyi buldu ve bütün kuvvetiyle Kafkas Cephesine yüklendi.

Ermeni çetecilerin rehberliğinde ilerleyen Rus orduları Doğu Anadolu'nun birkaç vilâyetini çok kanlı bir sûrette istilâ etti.

Nihayet, 1916 yılı başlarında Bitlis'i de işgal ettikten sonra, iç karışıklıklar sebebiyle adım adım geriye doğru çekilmeye başladı.

Ruslarla beraber, Ermeniler de geri çekildi. Mecburiyet altında çekilirken de, yerleşim bölgelerini yakıp yıkmaktan geri durmadılar.

2 Kasım 1920: İstiklâl Harbi çerçevesinde Rusya'nın Türkiye'ye yaptığı savaş yardımının ikinci partisi, toplu halde Trabzon Limanına ulaştı.

Bir süre önce Ankara hükümetinin Rusya ile yaptığı barış ve dostluk antlaşması gereği, Türkiye'ye özellikle İngiltere ve Yunanistan'a karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi için silâh yardımı yapılması kararlaştırılmıştı.

Söz verilen yardımlar, hemen hiç aksatılmadan parti parti Anadolu'ya gönderildi.

Diplomasinin cilveleri

Yukarıda tarihleri verilen ve aralarında tam tamına altı sene fark bulunan iki önemli hadise gösteriyor ki, dış diplomaside birbirinden çok farklı politikalar uygulanabiliyor.

Osmanlı, ilk asırlarda Haçlı ordularına karşı mücadele verirken, nisbeten zayıf durumdaki Rusya, bir ölçüde tarafsızlığını koruyordu.

Osmanlı Devleti zayıflamaya başladığında ise, Rusya en öldürücü darbelerde saldırmaya başladı. 1954'teki Kırım Harbi ile 1877–78'deki "93 Harbi"nde, Osmanlı için tarih boyunca dış ülkeler karşısında uğradığı en büyük zayiat ve tahribat oldu.

Kezâ, 1914–17 yıllarında Rusya ile Kafkas Cephesinde yapılan savaşlar da, Osmanlı'nın belini büken en ağır mağlubiyetlerden biri olarak tarihe geçti.

İşte, bu son muharebeden sonra, Rusya ile Türkiye arasında nisbî bir yakınlaşma hasıl oldu.

Rusya'nın bu dönemdeki endişesi, eski müttefiki olan İngiltere'nin tek başına Anadolu'da hakimiyet kurmaya yönelmesiydi.

İngiltere'nin bu istilâcı politikasını kendi istilâ politikasıyla bağdaştırmayan Bolşevik Rusya, 1920'lerde Türkiye'ye her nevi yardımı yapmaya razı olmuş durumdaydı.

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kış zamları



Havaların soğumasıyla birlikte ‘kış zamları’ da kendisini hissettirmeye başladı. Meyve ve sebzeden tutun, yakıt ve giyim eşyalarına kadar her üründe ‘kış fıyatları’ uygulanıyor.

Yer altı zenginliklerine sahip olduğumuz halde, bunlardan yeteri kadar istifade edemediğimiz ortada. Bilhassa büyük şehirler, ‘ithal’ ürünlerle ısıtılıyor. Kalitesiz inşaat malzemeleriyle yapılan binalar sebebiyle de çoğu zaman ‘ev’ler yerine ‘havayı’ ısıtıyoruz.

Ucuz ve çevre dostu olması sebebiyle büyük şehirlerimiz tamamen ‘doğalgaz’a bağımlı hale geldi. Çıkması muhtemel ‘gaz’ ya da ‘enerji krizleri’ne hazırlıklı değiliz. Elektrikler kesilse, ‘kombi’lerimiz yanmayacak, belki de evlerimizde titreyeceğiz.

‘Kirli ve tozlu’ olan kömürü ve ‘pahalı’ olan odunu bir yana bıraktık. Oysa bunlar bizim zenginliklerimizdi. Kârlı işletemediğimiz için ‘kömür üretmek’ fayda vermemeye başladı vs.

Doğalgaza yapılan son zamla birlikte, (Mart 2006’dan bu yana yapılan toplam zam oranı yüzde 24.2) doğalgaz fiyatı yüzde 25’e yakın artmış oldu. ‘Enflasyonun düştüğü’ bir ortamda yapılan bu zamları makul görmek mümkün müdür?

Gazetelere yansıyan haberlere göre, gaz ithal eden devlet kuruluşu ‘nakit sıkıntısı’ çekiyormuş. Bunun sebebi de, bazı devlet kuruluşları ve belediyelere sattığı gazın karşılığını alamamasıymış. Bu durumda tek yol, vatandaşın kullandığı gaza zam yapmakmış ve nihayet öyle de yapılmış...

Bu tavrı da anlamak mümkün değil. Vatandaştan alacağını kolaylıkla tahsil eden kuruluş, ‘devlet’ten alacağını niçin ve nasıl tahsil edemez? Bir belediyenin de yüksek miktarda borcu olduğu ifade ediliyor ki, onu da anlamak mümkün değildir. Kaldırım taşlarını değiştireceklerine, borçlarını ödesinler ki, bazıları için zam yapmaya bahane kalmasın!

Doğalgaz işi, başlı başına bir muamma. Komşumuz İran’dan ‘ucuz’ gaz alma imkânı varken, pahalı Rusya gazına talip oluyoruz. (Olur ya, İran; gazla birlikte ‘rejim’ de ihraç edebilir. Dikkatli olmakta fayda var! Haberiniz olsun: İran’ın ürettiği [evet, İran uzun yıllardan beri ‘yerli’ otomobil üretiyor] otomobil de Türkiye’ye girme ‘izni’ alamamış!)

En küçük esnaf bile, ‘satın alırken kazanmak’ hedefiyle ticaret yapar. Ne kadar ucuz alabilirse, o kadar kârlı olur. Nedense bu en temel kaide, Türkiye’de pek uygulanmıyor. Dünya piyasasında petrol ucuzlarken, Türkiye’de pahalanabiliyor. Aynı şekilde, başka ülkeler çok daha uygun fiyatlarla dünya piyasasından gaz alabilirken, Türkiye pahalı gaza talim ediyor. ‘Devlet büyüklerimizin bir bildiği vardır’ deyip geçelim mi?

Devletten de ‘basiretli tüccar gibi’ davranmasını isteme hakkımız yok mu?

*

Az ye, çok yaşa

Yaşlanmanın etkilerini sadece birkaç yıl daha geciktirebilmek için milyarlarca dolarlık araştırma yapan ABD’li bilim adamları, insan ömrünü uzatmanın en etkili yolunun kalori kısıtlaması olduğunu açıklamış. (Vatan, 1 Kasım 2006)

Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) “Sofradan doymadan kalkınız” demiyor muydu?

02.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

YİMPAŞ tartışması



Mecliste iktidar ve muhalefet kulisinin açıldığı giriş holünde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle düzenlenen, “Fotoğraflarla Atatürk sergisi” var.

Sergiyi gezerken, bir yandan da gözlemlerde bulundum.

Aslında herkes kendi amacına hizmet eden Atatürk fotoğraflarıyla daha çok ilgili.

Kimi Atatürk’ün hemen yanındaki Lâtife Hanımın siyah çarşaflı, eli eldivenli, tam tesettür içindeki fotoğraflarına dikkat ediyor.

Orada, bugün Atatürkçülük ve laiklik adına başörtüsünü yasaklayan zihniyete karşı bir ima gizli aslında. “Atatürk’ün eşi dahi başını kapatmış” sözlerini işitmek mümkün.

Dumlupınar’da muharebe sonrası cepheyi teftiş ederken Atatürk’ün yanındaki Lâtife Hanım portresi de oldukça ilginç.

Belki bir süredir İpek Çalışlar’ın, “Latife Hanım” kitabını okuduğum için midir nedir, diğer zamanlara göre Latife Hanımlı fotoğraflar daha bir ilgimi çekti.

Ancak siyaset tarihini iyi bilen birileriyle o sergiyi gezmeyi doğrusu çok istedim.

Çünkü değişen devirlere göre kıyafetinden, yakın çevresine kadar değişen bir Atatürk var. Bizde İsmet Paşalı fotoğraflar pek bir ön plana çıkarılır. Çünkü derin Cumhuriyet’in İsmet Paşa ile kaim olduğuna inanır bazı kesimler. Büyük ölçüde bu tez doğrudur da...

Balıkesir’de hilafet nutku veren Atatürk’ten, Güneş Dil Teorisine kendini kaptırmış Atatürk’e kadar sadece şahıs olarak Mustafa Kemal’deki değişimleri ve dönüşümleri değil, Türkiye’nin seyri vardı o fotoğraflarda. İşte bu yüzden yakın tarihi iyi bilen birileriyle incelemek istedim, yokluğundan dolayı hayıflandım.

Bu düşüncelerle Meclisten ayrılırken birden YİMPAŞ kavgası koptu. Milliyet gazetesinin YİMPAŞ’la ilgili olayı bir süredir ısrarla gündeme taşıması, EPDK’nın 28 dağıtım şirketine 1.7 milyar YTL para cezası kesmesinin rövanşı olarak değerlendiriliyor. Önümüzdeki hafta okların Kombassan’a döneceği söylentileri dolaşıyor.

Ancak kavga YİMPAŞ ile AKP’nin ilişkilendirilmesi üzerine patlak verdi.

YİMPAŞ’la ilgili tartışmalarda hukuk devleti açısından bir yanlışlık yapılıyor. “Bakan niye yakalatmıyor?” Bu ülkede bakanlar hakkında mahkeme kararı olmayan insanları yakalatmakla mı yükümlü? Burası derebeylik mi? Hukuk devletinde bakanların adam yakalatma yetkisi mi var. Bu 83 yıllık Cumhuriyete bir hakaret.

Birileri çıksa da şunu ifade etse istiyordum. Meclisteki tartışmanın bu açıdan faydası oldu. Kendisi de bir hukukçu olan Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, “Adalet Bakanı hiçbir hakime, savcıya talimat veremez” dedi.

Bir tartışmayı yürütürken, hukukun temel ilkelerini ayaklar altına almamamız lâzım.

Başka bir zaman bakan bir imada bulunur, çıkar, ‘Hukuk devleti, bakan mahkeme kararı olmadan birinin yakalanmasını nasıl isteyebiliriz’ deriz. Böyle bir hukuk devleti olur mu?

Mecliste CHP’lilerle AKP’lileri karşı karşıya getiren YİMPAŞ olayı Başbakan Erdoğan’ın da gündemindeydi. Erdoğan, YİMPAŞ’la partisinin ilişkilendirilmesine tepki gösterdi.

Erdoğan, tefecilerin sırtından AKP’nin vurulmaya çalışıldığını söylerken, aynı zamanda YİMPAŞ’a da bir göndermede bulundu.

Öyle gözüküyor ki önümüzdeki günlerde, çok tehlikeli bir şekilde “İslâmcı” denilen holdingler üzerinden iktidarı yıpratma çabalarına tanık olacağız. Tabiî ayrı bir tartışma konusu.

Şeffaflığın olmadığı yerde bu tür sıkıntılar yaşanıyor. Milliyet gazetesinin niyeti bir mağduriyeti ortaya çıkarmak değil elbette ki. Bu konularda hiçbir zaman samimi olmadılar. Kader-i ilahi ciheti bir yana, ama dinin siyaset ve ticaret için kullanılmasının ne denli tehlikeli olduğunu bir daha anlıyoruz. Ticarî beceriksizliklerin ya da siyasî başarısızlıkların faturası tertemiz İslâm dinine çıkıyor. Bu konuda dinin hiçbir maksat ve menfaate âlet edilemeyeceği noktasında ortaya koyduğu tezle Bediüzzaman Said Nursi bize yine ışık tutuyor.

Sağolasın Üstad, bizi yine yanıltmadın...

02.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004