Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Saddam Hüseyin’in düşündürdükleri



Saddam Hüseyin, bir Arap milliyetçisiydi. Darbeyle iktidara geldi. Tek hakimdi. Son Irak işgalinde önce kayıptı, sonra bulundu. İşgalci bir gücün gölgesinde “muhakeme” oldu, beklenen kararla idama çarpıldı ve karar infaz edildi. Siyasi idamlar siyaset tarihinde hiçbir zaman hayır getirmemiştir.

Kimse, Saddam bahanesiyle bir tarihin, bir ülkenin, bir insanlığın, bir medeniyetin ve inancın inşa edildiği Bağdat’ın ve diğer mübarek mekânların haremine giren ejderhanın infiale sebebiyet veren zalim çizmesini bu topraklarda hoş göremez ve yorumlayamaz.

Bu kaydımızı düştükten sonra, tek kişilik diktalığın, krallığın, insanda saklı despot ruhun ve “elhannas” hissin de ne kadar feci ve müsamaha kabul etmez bir insanlık cinayeti olduğu bir kez daha görüldü. Saddam da, bunların tipik bir örneğiydi. Acı olan, yatağına girdiği ayılarla önce komşu ve kardeş ülkeler ile kendi halkını ısırması, sonradan da bu kirli elin İslâm beldelerinde at koşturmasına bizzat gerekçe haline getirilmesiydi.

Saddam, hep burnunun ucuyla gitti. Zalimdi ve hunhardı. İslâm dünyasında ülkeler arası savaşı da o başlattı. Uzun yıllar bitmeyen İran-Irak savaşında, batının sahnedeki şövalyesiydi. Gangsteriydi. İran’a kan kaybettirdiği gibi, kendi kaynaklarını da Müslüman kanını dökmeye harcadı.

Halepçe katliamı ile kimyasal silah kullandı. Binlerce insanın ölümüne sebebiyet verdi. Ülkeyi despotça idare etti. En ufak bir karşı duruşu ve hareketi büyük bir ceza ile ödetti.

Petrol zengini bir ülke olmasına rağmen, halk; bir diktatörün “zalim ve cahil” hırsıyla ne hallere düşülebileceğinin en trajik ve vicdanları kanatan felaketlerine sürüklendi.

Irak halkının düştüğü durum, tarihin ender kaydedeceği vahşetlere belge niteliğinde 21. yüzyılda, vahşi batının menhus ve menfi yüzünü gösteren kara bir tablo olarak gözümüzün önünde hâlâ.

Arefe günü, (Irak’ta bayram günü) işgalci zalim eliyle bir zalimin idamı, yine de İslâm coğrafyasını hissen rahatsız eder. Zalimler için intikamı, mazlumlar için nefreti tetikler. Kaderin adaleti, “kafir kılıncı” ile acı verir.

***

Bediüzzaman’ın tespitiyle; İslâm dünyasının Haccın hikmetlerinden olan tearüf ve teavün; yani tanışma/fikir birliği/diyalog ve yardımlaşma/işbirliği/sosyal fayda zemininden uzaklaşmasının sonunda hatalarının karşılığı kefaret olmaktan çıkıp “kessaretüzzünup” halini aldı. Hataların cezası katlanarak artıyor.

Bunun neticesi olarak; Bediüzzaman’ın ifadesiyle “milyonlarca İslâmı İslâm aleyhine istihdama zemin ihzar eden” bir manzara çıkıyor. Sonra, çöz çözebilirsen...

İslâm dünyasında son yüzyılın serencamı maalesef bu. Birinci dünya savaşında kardeşi kardeşe kırdıran Lawrence’lerin yerini daha donanımlı devlet organizasyonları aldı. Bu anlamda menfi batının ortaya koyduğu tavır, İslâm alemi için tarihi tekerrür ettiren bir basiretsizliktir. İbret alınmayan ve ders çıkarılamayan bir hal bu...

Kendini vazgeçilmez gören ve nefsin firavunlaşan durağında “ben” merkezli binlerce irili ufaklı hakimiyet kavgalarının dünyanın gündemini kaybettiren kısır, tevile dayalı ve tarihin çözemediği binlerce yılın meseleleri üzerinden bugünü heder etme ve tartışma yürütme bağnazlığı bu…

Bunun müspetini icra etmek isteyenlerin hakkını yemeyelim. Ancak tecdidin, yenilenmenin ve hikmeti kavramanın günümüze ait çarpıcı sonuçları ile bizi yüzleştirecek bir çıkış, bir tefekkür etkili olmadı. Risale-i Nur’un farkı anlamında, hak ettiği evrensel sahiplenme ve İslâm dünyasında tesirli bir üst düzey kabullenme henüz oluşmadı.

Bireyi Allah’ın bir emaneti görme izanı ve istişarî sistemleri imtiyazsızlıkla birlikte inşa etme zarureti, her müminin Adetullah mecburiyetidir. Kulluğun ve mükellefliğin şartıdır.

İşin ehlini bulmak, ihtisaslaşmak, üretmek ve ücreti hak etmek, helal çizgide alın terini önemsemek, uzmanlığa inanmak ve saygı duymak, beraberinde işbölümünü, işbirliğini ve odaklı iş yapma prensibini getirecektir.

Her işte, ahiret öncesi hesap vermeye açık olmak ve bunun ispatına üçüncü kişileri şahit gösterecek bir amme vicdanına bağlı kalmak meşruiyeti, istişareyi ve kurumsal yapılarla demokrasiyi tesis edecektir.

O zaman İslâm dünyası başta olmak üzere, her düzeyde ve seviyede insanî yaşama ve insanî kabullenme eşiğinde, yine Üstad Said Nursî’nin 4X4 (dört çarpı dört) değerindeki mesleğinin şifreleri ile modelleyebiliriz: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür.

İlk ikisi, iç tanzim ve gerçek ihlas ise, bunların tezahürü bir başkasına tattırdığımız şefkat ve aklı şereflendiren hikmete giden tefekkürdür.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Bayram mı, yılbaşı mı?



Doğu ile batı kültürünün daha doğrusu inançlarının sahip olduğu iki büyük günün (yılbaşı ve kurban bayramı) aynı döneme denk gelmesi bir açıdan güzel, diğer açıdan da büyük bir hüzün bizler için. Maneviyatın neredeyse bir buhar olup uçtuğu zamanları yaşarken ve herşey maddede düğümlenmişken, salt değerlerimizin peşine bir türlü takılamıyoruz. Öyle çok çelme takan oluyor ki ayaklarımıza, tam “oldu şimdi” derken, yine sendeliyor başa dönüyoruz.

Dedim ya bir açıdan güzel diye, her bayram olduğu gibi, iş yerinden ya da okuldan, “Yarın bizim dini bayramımız, gelmesek olur mu?” iznini almanıza gerek yok, çünkü zaten yılbaşı tatili.

Bizi kaplayan hüznün sebebi ise; burada (ABD’de) her yer (en küçük marketler, benzinciler bile) noel ve yılbaşı süsleriyle dolu. Şömine üstüne asılan dev çoraplar, noel ağaçları, noel babalar, kısacası adım başı yılbaşı kutlamalarından izler buluyorsunuz. Ama sizin kültür ve inancınıza dair bu en özel günden (Kurban Bayramı) tek bir emare yok hiçbiryerde. Bugün bayram, kim biliyor? Yani eğer hiçbir kutlama olmasaydı canımız bu kadar yanmayacaktı. Çünkü zaten Amerika’dayız, ne bekliyoruz ki, Kurban Bayramını kutlamalarını mı?

Buralarda Kurban Bayramının nasıl geçtiğini merak ediyorsanız eğer, kısaca bahsedeyim: Büyük bir salonda (bulunduğunuz şehrin büyüklüğüne ve içinde bulunan Türk nüfusun çokluğuna göre değişir) bayram namazının kılınmasıyla başlar. Daha önceden hazırlanmış enfes ikramların ardından, bayramlaşma faslına geçilir. Çocuklar için oyunlar tertip edilir, hediyeler dağıtılır. Müthiş bir kalabalık olur genelde. “Hiç bu kadar kalabalık bir bayram görmemiştim” diye düşünürsünüz.

Türkiye’deyken biz bayanlar; bayram namazı kılmazdık. Burada bayanlar da kılıyor. Camiler, erkekleri zor taşırdı, taşardı avluya seccadeler. En güzel manzara da buydu bence. O’nu anmak için yeryüzünü seccade kılmak, gökyüzünü tavan yapmak. Açıkhavada kılmak velhasıl, ama öyle sıradan sebeplerle değil, paşa paşa camiye sığılmıyor diye. Beş vakit namazlarda öksüz ve yetim kalan güzelim camilerin başını, Cumalar ve bayramlar da olmasa kim okşayacak kuşlardan başka?

Oysa biliyorum ki sizin oralarda bugün bayram, ne güzel öyle değil mi? Dün kesilen kurban etleri dağıtılacak, yavaş yavaş eş dost ziyaretleri başlayacak, hatta belki de şu anda misafir bekliyorsunuz, elinizde gazete, kapı ha çaldı ha çalacak. Bir tatlı telaş var evlerinizde. Çocuklar yine erken kalkıp bayramlıklarını giydiler, daha kahvaltı sofrasına oturmadan çıktılar şeker toplamaya.

Sizin için ise; “İnanılmaz bir trafik var yollarda, bayram tatili kısa olunca İstanbul’u terkeden çok olmamış, İstanbul’a gelen bile olmuş baksanıza, yollar tıka basa dolmuş!” hayıflanması var. Klasik bir bayram sizinki, hani bir sokak röportajı yapılsa söyleyecekleriniz çoktan hazır bile: “Bayram işte, her yıl olduğu gibi kurban telaşı, bayramlaşma öyle geçip gidiyor.”

Bayramı o kadar hafife almayalım, çünkü bayrama ait en küçük iz bile aslında çok büyük anlam taşıyor. “Bizim” diyebileceğimiz neyimiz kaldı ki? Şöyle bir baksak etrafımıza…

Kurban Bayramında yapılan tüm duaların kutsal topraklardaki kardeşlerimizin duasına katılarak kabul olması dileğiyle…

Hayırlı bayramlar olsun!

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bayramı bayram yapma



Kurban bayramında bayramı bayram yapan, bizi sevinçlere gark eden nice noktalar var.

Herşeyden önce kestiğimiz kurbanlar, bize Hz. İbrahim’i ve oğlu İsmail’i kurban etme vaadini hatırlatıyor. O çok sevdiği biricik evladını Allah’a söz verdiği için kurban etmek üzere yatırmış, bu samimiyeti ve vefası sebebiyle Cenâb-ı Hak, Cebrail’le bir koç gönderip oğlu yerine onu kurban etmesini istemişti.

Kurban yakınlık, yaklaşmak anlamına gelir. Allah’a mânen yaklaşmanın, Ona itaat ve sevginin canlı bir şahididir. Kul, kestiği kurbanla, Allah için canın yongası olan malını tereddütsüzce fedâ edebileceğini göstermektedir. Âdetâ mü’min o kurbanla cimriliği, Allah’a götürmeye engel olan herşeyi kesip atmakta, Ona mânen yaklaşmaya çalışmaktadır. Bağlılığını, sevgisini, itaatini, takvasını bir kere daha göstermekte, Onun rızası için herşeyi yapabileceğini ispatlamaktadır.

Bayram günleri ise kardeşliğin, sevginin, yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşmanın en güzel ve canlı örneklerinin sergilendiği günlerdir. Dünyada bulunuşunun şuurunda olan bir ruh bayramı bayram yapmasını bilir.

Bayram kendini nefsin arzularına, zevk ve eğlenceye bırakma günleri değil, İlâhî zikre ve nuranî tefekkürlere dalarak gaflet bulutlarının dağıtma anlarıdır.

Bayram günleri akraba, arkadaş, dost ziyaretleriyle zenginleşirken, yekvücut olmanın antremanlarıyla kuvvetlenir.

Büyüklerin sevgisinde küçükler geniş bir dünya bulurken, büyükler küçüklerin büyük ruhunda masumiyetlerinin mırıltılarını dinlerler. Evler, sokaklar, meclisler hürmet ve muhabbet meltemleriyle dolar. Böylesi bir atmosferde kalbler öylesine rahatlar ki, âdeta kanatlanıp uçmaya başlar.

Irak, Filistin, Afganistan olmak üzere dünyanın değişik kesimlerinde acı ve ızdırap içerisinde hayatları zindana döndürülen, ezilen, inleyen, buna rağmen mücadele ruh ve azmini yitirmeyen, maddeten ve mânen destek bekleyen mü’minlerin ızdıraplarını ruhunda hissetmek ise bayram sevincindeki aşırılıkları gemler. En azından hüzünlü bir dudakla kardeşlerine duâ gönderme ihtiyacını hisseder.

Bayramlarda gerçekleştirilen mezarlık ziyaretlerinde ise zinde ruhlar kendilerini bulurlar. Asıl mekânları ve ebedî yurtlarına bir basamak olan mezarlar, fânî âleme gönül kaptırmanın mânâsızlığını haykırırken, aslî vatan için hazırlık yapmanın lüzumunu hatırlatır. Bu tip aldatmaz gerçeklerle yüzyüze kalan insan bayramda nasıl olur da taşkınlıklara girebilir?

Kısaca bayram geçmişiyle, şimdisiyle, geleceğiyle bütünleşebilen ruhların güzel duyguların tatlı bir terennümünden ibarettir.

Bayramı bayram yapan sır kimliğini taşıyabilme, kişiliğini koruyabilme, kendini bilebilmektir.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Kendimiz ve çevremiz



Geçmişte yaşayan insanlara artık diyebileceğimiz bir şey yoktur. Ölümle bu dünyadan ayrılan insanlara hitap edip de neler anlatabiliriz ki? Ama bugün dünyamızda yaşamakta olan insanlara söyleyebileceğimiz çok şey olmalı.

Bana ne, diyerek insanların varlıklarını ve yaşantılarını göz ardı edemeyiz. Çünkü o insanlarla aynı dünyayı paylaşıyor, aynı havayı teneffüs ediyor, aynı Güneşin ışınlarından istifade ediyoruz. Dolayısıyla tanıyalım, tanımayalım yeryüzünde yaşayan bütün insanlarla ortak noktalarımız bulunmaktadır.

Elimizden gelirse ve sesimizi duyurabilirsek dünyanın koca insanlarına veya zavallılarına söylemek istediğimiz çok şey bulunmaktadır. Sadece bizim değil, belki onların da bize söyleyebileceği çok şey vardır.

Dünya hanında misafir bulunan herkes, diğer insanları kendi âlemine davet etmek ister. Vurmadan, kırmadan, şiddet uygulamadan yapılan bütün davetler meşrûdur. Herkes mutlaka davetini yapmalı, insanlarla konuşmalı, onlarla ortak bir dünya kurma denemesini hayatına geçirmelidir.

Bu dünyadan çıkıp başka bir gezegende yaşama imkânımız olmadığına göre, sadece insanlarla da değil, dünyadaki bütün varlıklarla gönül birliğinin yollarını aramalıyız. Çünkü bize hayat veren Yaratıcımız yeryüzündeki bütün varlıkları da yaratmıştır. Onlarla aynı dünyayı paylaştığımız gibi, Rabbimiz de birdir.

İnsanlar dışındaki mahlûkatı da Rabbimizin birer mührü olarak kabul ediyor ve onların faaliyetlerini alkışlıyoruz. Çünkü onlar vazifelerini hakkıyla yapmaktadırlar. Onlar Kâinatın Rabbine tam olarak itaat etmektedirler. Onlara söyleyebileceğimiz bir şey yoktur. Buradaki görevimiz yaratılan bin bir çeşit mahlukata bakarak Rahim olan Rabbimizin bu mükemmel sanat eserlerini düşünmek ve Ona ibadetimizi daha da arttırmaktır.

İnsanlar olan hemcinslerimize ise imkânımız olursa söyleyebileceğimiz çok şey bulunmaktadır. Öncelikle onların insanlıklarını hatırlatmak isteriz. Ondan sonra da bu dünyaya niçin geldiklerini, neler yapmakla mükellef olduklarını söylemek isteriz karşılaştığımız insanlara. Bazıları bizi dinlemek istemese de, bizi dinleyebilecek insanları bulmamız zor olmayacaktır. Yeter ki bizler birilerine bir şeyler hatırlatma ihtiyacını hissedelim.

Kendimizi tanımakla ve hatta Rabbimizin emirlerini yerine getirmekle yetinmeyerek, sahip olduğumuz güzelliklerden çevremizdeki insanların da istifade etmesi için yapabileceğimiz çok şey vardır şüphesiz.

Bizde samimane bir şekilde gerçekleri anlatma arzusu olursa, mutlaka birileri bizi dinleme ihtiyacını hissedecektir. Bizde ecrini sadece Rabb-i Rahimden bekleyen bir niyet olursa, mutlaka niyetimize lâyık güzelliklere imza atma imkânı bizlere bahşedilecektir.

Biz insanların en büyük düşmanı olan nefsi aşmamız gerekir. Gurur ve kibrin dünyamızda meydana getirecekleri yıkıntılara engel olabilirsek, dışımızda da bir çok dünyaları yıkıntılardan kurtarmamız mümkün olabilecektir.

“Niyet-i hâlisa” silahını kuşanmamız gerekir. Bu silahla şeytanları ve içimizdeki temsilcilerini rahatlıkla mağlup edebilme imkânımız olacaktır. Kendimizi ve nefsimizi yok sayabilirsek, bir çok insanla birlikte varlıklar âleminde filiz vermemiz mümkün olacaktır.

“Nefs-i emmâre” engelini aşmak büyük bir başarıdır. Bu başarıyı elde etmediğimiz takdirde hamlığımız devam edecek ve pişip olgunlaşmış bir insan olmamız mümkün olmayacaktır. Dört bir yanımızdan bize hücum eden düşmanlarımız vardır. Nefsimiz ve şeytanlar uyumuyor. En zayıf anlarımızı kollayan ve hiç uyumayan bu düşmanlarımız her an saldırmaya hazır bir şekilde durmaktadırlar.

Önce nefsimize, sonra da hemcinslerimize söyleyebileceğimiz çok şey olmalıdır. Bizleri dünyaya çağıran bütün dailere hakikatler âleminden haber vermemiz gerekmektedir. Hayat kadar ölümün de gerçek olduğu gerçeğini defalarca hatırlamamız ve hatırlatmamız gerekmektedir. Samimi bir yaklaşım ve halis bir niyet hareket noktamız olursa çok şey başarabiliriz…

NOT: Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder, bayramların bizler için gerçeklere ulaşmanın başlangıcı olmasını Rabbimden dilerim.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Barajın da hayırlısı



Geçtiğimiz haftalarda gündemi işgal eden önemli maddelerden biri olan Yuvacık Barajıyla ilgili olarak, birkaç hususu daha özetleyerek sunmakla son noktayı koyalım.

Bu noktalar "baraja kapak" gibi olsun. Belki, inşaallah o bölgede yeterince yağış meydana gelir de, içi boşalmış olan barajın kapakları kapatılır ve baraj lebâleb doluncaya kadar yeniden su tutmaya başlar.

Öncelikle ifade edelim ki, Yuvacık Barajının boşalması ve susuz kalması, hiç kimseyi sevimdirmez ve sevindirmemeli.

Sevinenler, baraj düşmanlığının da ötesinde, ancak halk düşmanı kimseler olabilir.

Vaktiyle bir CHP'linin çıkıp bu baraj üzerinden siyasî propaganda yapması veya baraj maliyetinin çok yüksek rakamlarda olması da, sevinmeyi haklı ve meşru kılmaz.

Barajı kendisi suçlu olmaz ve olamaz. Baraj iyidir, güzeldir, hayırlı bir eserdir. Bunu kim yaparsa yapsın alkışlanmalı, tebrik edilmeli.

Ancak, şayet ortada bir istismar, yahut sûistimal durumu varsa, bunlar konuşulur ve bunların üzerine gidilir.

İşte, asıl tartışma da zaten bu noktalardan çıkırak uç veriyor.

Şöyle ki:

1) Yuvacık Barajı, nasıl olur da 4 milyar doların üzerinde bir maliyetle bu devlete fatura ediliyor?

Bu maliyetin hesabı mutlak sûrette sorulması ve mesele bütün şeffafiyetiyle ortaya konulması gerekiyor.

2) Şimdi çıkıp "Bu baraj benim değil ki, devletindir; devletin bir projesidir" diyen, eski belediye başkanı CHP'li Sefa Sirmen, seçim zamanında bu barajı şahsına mal eder gibi propagandalar yaptı. Propaganda afişlerinde barajın önünde çektirmiş olduğu fotograflarını kullandı.

İşte, şu birinci maddede sûistimal, ikinci maddede ise istismar kokusu burun duvarlarını sızlatıp duruyor.

Hasılı, dua ve temenni edelim ki, bu baraj yeniden su tutsun ve nüfusu milyona yaklaşan Kocaeli halkına eskisinden daha fazla hizmet versin.

Bunda herkesin menfaati olduğu gibi, istismar ile sûistimalin önlenmesinde ise, milletin daha büyük menfaati olduğu da unutulmasın.

Tebrik

Cümlenizin Kurban Bayramını tebrik ve tes'id eder, bu bayramın âlem–i İslâma ve insanlık camiasını huzur ve barış getirmesini Rabbimden niyaz ederim. MLS

GÜNÜN TARİHİ 1 Ocak 1929

Arapça ve Osmanlıca harflerin kullanılmasına, Türkiye'nin her yerinde kesin yasak getirildi.

Bu yasakla paralel olarak, bundan böyle mektup, dilekçe, kitap, dergi, gazete, dükkân levhaları, otomobil plakaları, sokak isimleri, çeşme kitabelerine varıncaya kadar her türlü yazının Latin harfleriyle yazılması mecburiyeti getirildi.

Kur'ân harflerinin yasaklandığı ve Latin harfleri mecburiyetinin getirildiği aynı gün, Latin harfleri öğretmek ve eğitimin bitiminde sertifika vermek üzere muhtelif merkezlerde Millet Mektepleri açıldı.

Gariptir ki, bütün bu işleri birinci derecede takip edecek olan genç Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, yine aynı gün içinde apandisinin patlaması sebebiyle öldü.

Bu bakanlığın görev ve sorumluğu ise, bir müddet için (Şubat sonuna kadar) Başbakan İsmet Paşaya verildi.

Şimdi, bütün bu gelişmelerin detayına bir bakalım.

Latin harfleri

Türkiye'deki harf inkılâbı, 1928 yılı sonlarında yapıldı. Meclis, 1 Kasım'da harf kànunu kabul etti. İlgili kànun 3 Kasım 1928 günü yayınlanarak yürürlüğe girdi.

Bu kànuna göre, 1 Ocak 1929 tarihinden itibaren Türkiye’de Arap harfleriyle hiç bir şey yazılamayacak ve matbaalarda basılamayacak. Herkes yeni harfleri öğrenecek. Aksi halde, resmî sıfatı olanların işine son verilecek.

Kànun maddesi, bu derece keskinlik ifade ediyordu.

Öyle ki, muhtar ve ihtiyar heyeti üyeleri dahi, yeni harfleri öğrenemedikleri takdirde görevlerine son verileceği açıklandı.

Yasak kararının fiilen uygulanmaya başladığı gün, yeni harfleri öğretece olan Millet Mekteplerinin de açılışı yapıldı. Bu mektepler, 1936’ya kadar faaliyet gösterdi ve bu yedi–sekiz sene zarfında yaklaşık 2 milyon kişiye sertifika verildi. Erkekler günde dört, kadınlar ise iki gece gelip bu mekteplerdeki kurslara katılıyordu.

Gördüldüğü gibi, o dönemde önce yasak getirildi, ardından eğitim–öğretim faaliyeti başlatıldı.

Bakanın ölümü

20 Aralık 1925'ten 1 Ocak 1929'a kadar olan sürede o zamanki ismiyle "Maarif Vekiliği" yapan Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey, 1894 İzmir doğumluydu.

Buna göre, öldüğünde 34 yaşındaydı. Ölüm sebebi ise, "apandisinin patlaması" olarak teşhis edildi.

Maarif Bakanlığı dışında, ayrıca daha evvel Mübadele, İmar–İskân ve Adliye Bakanlığı görevlerinde de bulunmuştu.

Ancak, en çok çalıştığı ve hayata geçirmek istediği "Latin harflerini öğretecek olan" Millet Mekteplerinin faaliyetini göremeden gitti.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Kurban



Ve bayram...

Ve kurban...

“Bayram mı, yılbaşı mı?”

Lütfen bırakın şu demagojiyi.

Ben “Bayram ve kurban” diyorum.

Sayılı günler çabuk gelip geçiyor.

Özellikle Anadolu annelerinin dilinden hiç eksik olmayan bir kelime vardır: “Kurban olayım”. Bu, fedakârlığın en üst düzeyde söylenmiş bir ifadesidir.

Bir anne hayvanın yavrusunu kurtarmak için hiçbir tereddüt göstermeden aslana saldırması, bir tavuğun yavrusunu köpeğin ağzından kurtarması, hayvanlarda bile şefkat duygusunun kurbanlığa dönüşmesini hatırlatıyor ve bu düşünceler birçok açılımları nazara veriyor.

Feda edecek birşeyimiz yoksa, hiç olmaz ise fikir ve düşüncelerinizi başkalarına ulaştırarak kurban edebilirsiniz.

İlmin zekâtı ise; o faydalı ilmi başkaları ile paylaşmaktır.

Kurbanız... Nasıl kurbanız?

Her şeyimizi Allah yolunda feda ederek.

O’nun namına, O’nun adına, O’nun için...

İnsan cömertliği ile kuvvet kazanır.

Kurban bayramı, kurban kesmek ile bize “feda etme”yi öğretiyor.

Allah, verene verir. Alandan alır.

“Bir insanın kıymeti, himmeti nisbetindedir”

Ülkemizde ve bütün İslâm dünyasında bu ibadet, büyük bir iştiyak ve zevk ile yapılır.

Bu duygu, etin tadından ve lezzetinden çok farklıdır.

Arı, kendisini feda ederek bize o şifalı balı ulaştırır.

Anne, yemez yedirir, giymez giydirir.

Kurban olsun, bütün herşeyimiz. Kurban, paylaşmayı öğretir.

Şu gaddar ve bencil dünyada feda edebilecek ve kurban edebileceğimiz bir çok şey bulabiliriz.

Ve insan, iyilikleri ve feda ettikleri ile anılır.

Cimriliği hayat tarzı olarak kabullenen insanın, kurban edilecek birşeyi yoktur.

“Veren el, alan elden üstündür” hadisini hatırlayanlar, hep “veren”lerden olmuşlardır. Kurbanlarınız mübarek olsun.

Cennette bir bir mükâfatını göreceğiz ve kurbanlar sırat köprüsünde insanın Cennete gitmesi için bir binek olacaktır.

İyi ki kurban olduk. Bayramınız kutlu olsun.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kurban ve En’âm: Yeryüzüne indirilen nimet yumakları



İzmir’den okuyucumuz: “Neden sadece koyun, keçi, sığır ve deve cinslerinden kurban oluyor? Diğer hayvanlar neden kurban edilmiyor?”

Koyun, keçi, sığır ve deve isimleriyle bilinen erkekli-dişili “sekiz eş” hayvanı, kurban edilebilecek hayvanlar olarak tercih ve tayin etme işinde tek yetkili elbette Kur’ân’dır. Kur’ân’a bakacağız. Cevabımızı Kur’ân’dan alacağız.

İslâmiyet öncesi cahiliye Arapları bazı hayvanları bazı şartlarla haram sayarlar, yemezlerdi. Meselâ beş defa doğuran ve beşinci yavrusu da dişi olan deveye “bahîra” derler ve yemezlerdi. Bu hayvanların kulaklarını çenterler; etini yemezler, sütünü sağmazlardı ve bu hayvanları putlara bırakırlardı. Sâibe dedikleri yine bir kısım develeri putlar namına serbest bırakırlar; sütünü içmezler ve sütünü sadece misafirlere ikram ederlerdi. Biri erkek, diğeri dişi olmak üzere ikiz doğuran koyun veya deveye vâsile derler ve erkek yavruyu puta kurban ederlerdi. On nesli dölleyen erkek deveye ham derler; etini yemezler, serbest bırakırlardı.

Kur’ân bu batıl anlayışları kökünden reddeder: “Allah bahîra, sâibe, vâsile ve hâm diye bir şey meşrû kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah’a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.”

Kur’ân aynı anlayışı şu ayetlerde de reddederken “en’âm” dediği hayvanların hangileri olduğunu da isim isim açıklar: “En’âmdan yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan O’dur. Allah’ın size verdiği rızıktan yeyin, şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir düşmandır. (Onlar) sekiz eştir: Koyundan iki, keçiden iki... De ki: O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti? Eğer doğru iseniz bana ilimle söyleyin. Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattı.) De ki: O bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim vardır! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”

Görüldüğü gibi bu ayetlerde Kur’ân koyunu, keçiyi, sığırı ve deveyi “sekiz eş nimet hayvanı” sıfatıyla isim isim zikreder ve bunların bazısını bazı şartlarda haram sayan batıl inançları kınar, kökünden söküp atar.

Kur’ân bir diğer ayette de bu “sekiz eş” hayvanın Allah’ın rahmet hazinesinden insanlar için “indirildiğini” kaydeder. Ayet şöyledir: “Allah sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi.”

Bu ayette “sekiz eş yarattı” ifadesi yerine, “sekiz eş indirdi.” ifadesinin tercih edilmesi üzerinde yoğunlaşan Üstad Bedîüzzaman hazretleri, sekiz tür mübarek hayvanın biz insanlık için sırf rahmet hazinesinden, yani Cennetten sırf nimet olarak indirildiğini ve gönderildiğini kaydeder. Öyle ki, o mübarek hayvanlar bütün cihetleriyle bütün insanlığa nimettir. Kılından ve yününden evler, ev malzemeleri, çadırlar ve elbiseler; etinden güzel ve leziz yemekler; sütünden, yağından, yoğurdundan benzersiz derecede faydalı ve sıhhî gıda ürünleri; derilerinden giysiler, kürkler, ayakkabılar… Ve hatta gübrelerinden ziraat bitkilerinin rızkı, yiyeceği ve kullanacağı mineraller ve insanların gerek tezek olarak, gerekse bio-enerji olarak yakıtı elde edilmektedir ki, bu yönleriyle bu mübarek hayvanlar insanlık için cisimleşmiş birer nimet külçesi ve rahmet yumağıdır.

Üstad Bediüzzaman’a göre, onun içindir ki, yağmura “rahmet” dendiği gibi, bu hayvanlara da “en’âm” denilmiştir. Yani nasıl ki rahmet cisimleşmiş yağmur olmuş; nimet de cisimleşmiş keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almışlar. Gerçi bu hayvanların maddeleri ve cismanî vücutları dünyada yaratılıyor. Fakat nimet sıfatı ve rahmet manası bu hayvanlarda, maddî vücutlarının tamamen üstüne çıktığından; “enzele” (=İndirdi) tabiriyle anlaşılıyor ki, Hâlık-ı Rahîm bu mübarek hayvanları doğrudan doğruya rahmet hazinesinin birer hediyesi olarak, yüksek rahmet mertebesinden ve manevî ve ulvî Cennetinden yeryüzüne indirmiştir.

Üstad Bedîüzzaman hazretleri bunu şöyle örneklendirir: Nasıl ki bazen çok kıymetsiz bir maddeye çok kıymetli bir san’at nakşedilebilir. Bu durumda o şeyin maddesi nazara alınmaz ve ona san’at noktasında kıymet verilir. Bazen de bunun tersi olabilir. Aynen bunun gibi bazen cismanî bir maddede o kadar nimet ve rahmet manası bulunur ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdeta cismanî maddesi gizlenir; hüküm nimet cihetine bakar.

Diğer yandan; sivrisinekten yılana, akrepten kurta ve arslana kadar insanlara zarar veren ve korku salan bir yığın hayvana karşı; koca manda, koca öküz ve koca deve gibi mahlûkat insana son derece itaatkâr, insana boyun eğmiş, insanın emrinden çıkmıyor. Hatta zayıf çocuğa kocaman bir devenin yuları verilirse, koca devenin küçük çocuğa itaat ettiği görülüyor.

İşte Kur’ân, “Allah sizin için sekiz eş en’âm (nimet hayvanları) indirdi.” Ayetiyle manen bildiriyor ki: Bu mübarek hayvanlar dünya hayvanları değil ki vahşet versin, korku salsın, zararı dokunsun! Bu hayvanlar bir manevî Cennetin hayvanlarıdırlar. Onun için her yönüyle faydalı ve zararsızdırlar. Çünkü bunların nimet ciheti yukarıdan, yani rahmet hazinesinden indiriliyor. Nitekim bu hayvanların yaşamaları rızık ile mümkündür. Rızıkları ottur. Otların rızıkları yağmurdur. Yağmur ki hayat kaynağıdır, rahmettir ve rahmet cihetiyle elbette semadan gönderilmektedir. Kur’ân’ın “Rızkınız semadadır” ayeti de buna işaret ediyor.

Öyle ise denilebilir ki, zaten Cennetten indirilen bu hayvanlar Allah için kurban edilmekle aslında ölmüş olmamakta, yok olmamakta, hayattan gitmemekte; bilakis, bir nevi şehâdet rütbesi kazanarak Cennetteki derecelerini artırmaktadırlar.

Demek Kur’ân, “Biz, her ümmete, en’âm hayvanlarından kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye, kurban kesmeyi gerekli kıldık…” ayetiyle ve “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” ayetiyle meşru ve vacip kıldığı kurban kesme işini, “en’âm” diyerek birer nimet yumağı olduklarına işaret ettiği ve yukarıya aldığımız ayette de açıkça isimlendirdiği koyun, keçi, sığır, manda ve deve ile sınırlandırmış bulunmaktadır.

Binaenaleyh, dişili-erkekli olmak üzere bu dört çift hayvandan kurban olmakta; sâir hayvanlardan kurban olmamaktadır.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kütüphanecinin dünyası



Bizde hem kütüphaneci hem de ansiklobedist azdır. Şakaik, Osmanlı Müellifleri, Son Sadrazamlar gibi kitaplar aslında hazinelerimizin anahtarlarıdır. Taşköprüzade, Mehmet Tahir Efendi, İbnü’l Emin Mahmut Kemal İnal tarihe damgasını vurmuş bazı ansiklobedistlerimizdir. Kayseri'de Akabe Kitabevinde tavşan kanı çaylarımızı yudumlarken iki zatın sohbetine denk geldik. Dinî konularda müdavele-i efkarda bulunuyorlardı. Sonra içlerinden birisi kalktı, gitti. Diğeriyle başbaşa kaldık. Orta Anadolu siması vardı. Küreselleşmemiş köşelerini yani selabet-i diniyesini muhafaza eden klasik tabir edilebilecek bir Müslümandı karşımızdaki. Tanıştık. Derisini değiştirmemiş aslını muhafaza eden bir zat-ı muhterem. Meğerse birçok yazmaya evsahipliği yapan Raşid Efendi Kütüphanesinin eski müdürü imiş. Ali Rıza Karabulut efendi ile tanıştıktan sonra akşamleyin yolumuz eskiden görev yaptığı kütüphanenin önünden geçti. Temaşası hayalimde, Konya’daki meşhur tarihî kütüphane ile Ali Emiri Efendi’nin katkılarıyla oluşturulan Millet Kütüphanesi gibi kütüphaneleri canlandırdı. Çok fazla vaktimiz yoktu. Ama kütüphanecinin zamanla ayaklı bir kütüphaneye dönüştüğünü de gördük. Kütüphane ile içli dışlı ola ola kendisi de ayaklı bir kütüphane olmuş. Ali Rıza Karabulut’un merakı ve çalışmaları Kayseri sınırlarında başlamış olmakla birlikte çoktan Kayseri sınırlarını aşmış. Kitap meraklısı ve aşığı olduğu belli. Zaten bu işleri sevenlerine bırakmalı. Bana bu yönüyle Ali Emiri Efendi ve çağdaşlarından Mehmet Tayşi gibi kütüphanecileri hatırlattı. Kendisinden değerli bilgiler edindik. Daha önce müdürlüğünü yaptığı Raşid Efendi Kütüphanesinde mükerrer ve risalelerle birlikte 4 bin eser bulunduğunu ifade etti. Yine onun tespit ve ifadelerine göre, İstanbul ve Anadolu’daki muhtelif kütüphanelerde bulunan yazmaların sayısı 300 bin civarında. Raşid Efendi ile birlikte 304 bin ediyor. Bu sayı elbette risaleler ve mükerrerlerle birlikte düşünülmeli. Bunların kaçta kaçının orijinal olduğuna dair bir fikri yok.

***

Dış dünya ile bir mukayese edildiğinde Anadolu gerçekten de bir yazmalar ve mahtutat cenneti. Ben daha önce Hindistan’da 3 bin yazmanın olduğunu okumuştum. Suriyeli dostumuz Murat Mevlevi Hindistan’da 18 bin, Pakistan’da da 8 bin yazma eser olduğunu haber verdi. Bunların hangi sıfatta yazma olduklarını bilmiyorum. İslâm kültür havzalarının derinliğinin ortaya serilmesi için bunlar üzerinde araştırmalar ve incelemeler yapılmalı. İşte Karabulut Hoca bunları yapıyor. Yazmalar Katoloğu hazırlamış. Üşenmemiş Raşid Efendi Kütüphanesinin tarihçesini de kaleme almış. Ara eser olarak İstanbul ve Anadolu Kütüphanelerinde Mevcut El Yazması Eserler Ansiklobedisi hazırlamış. Kayseri ve Türkiye’nin sınırlarını aştıktan sonra Dünya Kütüphanelerindeki Mevcut İslâm Kültür Tarihi İle İlgili Eserler Ansiklopedisini hazırlamış. Tek başına bir orduya bedel. Bu yönüyle Brocklmann’ın Geschichte der Arabischen Litteratur gibi kitaplar hazırlamış. Esasında keşfedilmemiş bir Fuad Sezgin. Ama ne yazık ki onun imkanlarından yoksun. Tıbb-ı Nebevi Ansiklobedisi derlemesi yapmış. Bitkiler ve hastalıklarla ilgili Peygamberimizin tavsiyelerini mukayeseli bir şekilde günyüzüne çıkarmış. Ve kadirşinaslarından Zeynep Atasoy da bir taktirşinaslık örneği olarak Ali Rıza Karabulut’un kitabını yazmış. Hayatı eserleri, ilim hayatımızdaki yeri ve önemine temas etmiş.

***

Meraklı olduğundan Medine’de yazmaların bulunduğu bir kütüphaneye gitmiş. Kütüphane, mikrofilm derlemesinden ibaretmiş. Bunun üzerine :” Bu mu yazma kütüphaneniz ?’ diye muhatabına sitem etmiş. Kütüphane sorumlusu,’ Türkler geldi hepsini Anadolu’ya götürdüler’ demiş. Türkler Mısır’daki kutsal emanetleri Arabistan’ın da yazmalarını toplayıp gelmişler anlaşılan. Bunun üzerine Ali Rıza Karabulut Hoca kendisinden beklenmeyen bir çeviklik ve hazırcevaplılıkla : ”Tam tersine, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’in kütüphanesini ve yazmaları Medine’ye getirmesine ne buyurulur ?’ diye sormuş. Adamcağız mebhut kesilmiş. Yani cevap verecek söz bulamamış. Söz kütüphanecilerden açılmışken ve Medine’ye intikal etmişken kütüphanecilerin pirlerinden ve ‘gülün gülü’ anlamında Medine gülü Ali Ulvi Kurucu’ya rahmet kalanlara da binlerce selam olsun...

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Siz dışardan, biz içerden!



Toplumları ayakta tutan en önemli faktör, aile yapılarıdır. Şükürler olsun ki ülkemiz, bu konuda ‘iyi’ kabul edilenler arasındadır. Bilindiği üzere ülkeler, kalelerinin fethedilmesiyle değil, ailelerin tahrip edilmesiyle mağlup olmaktadır.

Aile yapımızın ciddî tehditler altında olduğu hepimizin malumu. Bu konuda yapılan son araştırma; “yıkıldı, yıkılıyor” diye düşündüğümüz aile yapımızın —en azından şimdilik— sağlamlığını muhafaza ettiğini gösterdi. Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun, “Aile Yapısı Araştırması”nın sonuçları hakkında yaptığı açıklama bu açıdan dikkate alınmaya değer. (A.A, 28 Aralık 2006)

Araştırmanın, 1993 yılından bu yana yapılmış en kapsamlı çalışma olduğu belirtiliyor. 12 bin 208 hane üzerinde ve 18 yaş üzeri 24 bin 647 kişiyle görüşülerek yapılan araştırmanın neticesinde ortaya çıkan tablo şöyle özetlenebilir:

*Türkiye genelindeki hanelerin yüzde 80.7’si çekirdek, yüzde 13’ü geniş ailelerden, yüzde 6’sı tek kişilik hanelerden, yüzde 0.4’ü ise öğrenci ve işçilerden oluşuyor. Türk halkının yüzde 94’ü bir aile çatısı altında yaşıyor. (12 AB ülkesinde aynı evde yaşayan kişilerin oranı, 2001’de yüzde 51.8 olarak gerçekleşmiş.)

*Hane halkı üyeleri genellikle akraba, komşu, arkadaş ve aile dostu ziyaretleri ile alışverişi birlikte yapıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 84.3’ü sinema ve tiyatroya, yüzde 68.6’sı ise diğer aile bireyleriyle ev dışında yemeğe gitmemiş.

*Kadınların yüzde 36.2’si görücü usulüyle ve ailesinin kararıyla, erkeklerin yüzde 35.2’si ise kendi seçimi ve ailesinin onayıyla evlenmiş. Bireyler evliliklerinin yüzde 85.9’unu hem resmi nikâh hem de dinî nikâh olarak yapmış.

*Evlenmeyi düşünen erkekler, evleneceği kadınlarda aradıkları en önemli özelliği, yüzde 90.1 oranla ‘’bana aşık olması’’ diye açıklıyor. Bunu yüzde 85.8 oranla ‘’kadının ilk kez evlenecek olması’’ ve yüzde 80.0 oranla ‘’aile yapılarının benzer olmasının’’ takip ediyor.

*Cinsiyete göre kesin boşanma sebebi olabilecek durumlar incelendiğinde ise, kadının kocasını aldatmasının hem erkek (yüzde 92) hem de kadın (yüzde 87.2) için en yüksek orana sahip olduğu ortaya çıkmış.

*Anne-babaları ile aynı evde yaşayan 18-25 yaş arasındaki gençlerin ailesiyle yaşadığı en büyük problem, yüzde 31.5 ile harcama ve tüketim alışkanlığından kaynaklanıyor. Anne babaların 18-25 yaş grubundaki çocuklarıyla yaşadığı problemlerin başında ise yüzde 30.5 ile arkadaş seçimi geliyor.

*Araştırmaya katılanların yüzde 78.6’sı ‘’hiçbir zaman’’ çocuğuna dövme cezası vermediğini söylemiş. Evli kadınların yüzde 92.2’si anlaşmazlık durumunda eşlerinin hiçbir zaman fiziksel şiddet tepkisi vermediğini belirtmiş.

*Yakınların ziyaret edildiği durumların başında yüzde 71.8 oranla dinî bayramlar geliyor. Bunu yüzde 57.4 ile baş sağlığı, 54.8 ile hasta ziyareti, yüzde 53.2 ile düğün ve nikâh töreni ziyareti takip ediyor. Araştırmaya katılanların yüzde 58.4’nün ailelerini mutlu, yüzde 26’sının orta düzeyde mutlu, yüzde 10.9’unun çok mutlu, yüzde 4’ünün ise mutsuz gördüğünü belirmiş.

*Türkiye’deki bireylerin yüzde 22.9’u toplumda aile ilişkilerinin iyiye, yüzde 55.5’i ise kötüye gittiğini düşünüyor. Bireylerin yüzde 61.1’i televizyonun aile içindeki ilişkileri kötü yönde etkilediğini, yüzde 29.4’ü de televizyonun aileye zaman ayrılmasını engellediğini düşündüğünü ortaya koymuş.

*Araştırmaya göre, 18-24 yaş grubundakilerin yüzde 59’u, 65+ yaş grubundakilerin ise yüzde 70.4’ü çevresinde nikâhsız birlikte yaşayan çiftlerin bulunmasının kendilerini rahatsız edeceğini söylemiş.

Araştırmada tartışmaya açık başka neticeler de ortaya çıkmış. Ancak genel bir değerlendirme yapılırsa, durumun çok da vahim olmadığı anlaşılıyor. Bu demek değil ki her şey ‘süt-liman.’ Ama içerden ve dışardan yıkılması için çalışılan aile ocağı şükür ki henüz yıkılmamış. Ama tehdit ve tehlike devam ediyor. Uyanık olmak lazım vesselam.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Bayram ve Uhuvvet



Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yüklediği misyonla, ‘kalbleri ittihat ettiren’ zaman dilimlerinden birini daha idrak ediyoruz. Bediüzzaman bunu “Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd (bayram) ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir sûrette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, duâlar, zikirlerle mukabele ediyor” şeklinde özetliyor. Kurban Bayramının da bu mânâları bize yaşatması ve bugün girdiğimiz yeni yılla birlikte, insanlığın çok ihtiyacı olan huzur, barış ve kardeşliğe vesile olmasını diliyoruz.

***

Uhuvvet Risâlesi de seslendirildi

Kalblerin buluştuğu, paylaşma duygularının zirveye çıktığı bayram günleri öncesinde, hoş bir tevafuk olarak Uhuvvet Risâlesi de seslendirilerek, dinleyicilerin hizmetine sunuldu.

Yeni Asya Prodüksiyon’un sesli Risâle cd-kaset çalışmalarından olan Uhuvvet Risâlesi M. Ali Erdem Özkan tarafından seslendirildi.

Uhuvvet Risâlesi, Bediüzzaman Hazretlerinin sağlığında bizzat kendisi tarafından Risâle-i Nur Külliyatı içerisindeki bazı bölümlerin bir araya getirilmesiyle tanzim edilen bir eser olup, ismini, ‘kardeşlik’ anlamındaki ‘uhuvvet’ kelimesinden alır.

Eserde, başlıca şu konular üzerinde durulur:

* Mü’minler arasında kin ve düşmanlık duygularının, hakikat, hikmet, insaniyet ve İslâmiyet açısından, ferd ve toplum hayatının düzeni bakımından büyük bir zarara yol açtığı.

* Mü’minde hırs duygusunun, düşmanlık kadar çirkin ve zararlı olduğu.

* İslâmın zekâtı emredip, faizi yasaklamasında, fert ve toplum hayatına bakan hikmetler.

* Gıybet etmenin, çirkin bir fiil olduğu.

* Cenâb-ı Hakkın kerem, rahmet ve adaletiyle, dünyada yapılan iyiliklerin içerisine peşinen mükâfat ve lezzet; kötülüklerin içerisine ise peşinen ceza ve azap koyduğu.

* Şeytanın, toplum hayatını ifsat eden bir desisesi.

* Sevgiye en lâyık sıfatın sevgi, düşmanlığa en lâyık sıfatın da düşmanlık duygusunun kendisi olduğu.

* İhlâs ve tesanüdü muhafazaya yönelik bazı önemli uhuvvet prensipleri.

Yeni Asya Prodüksiyon tarafından daha önce de İhlâs, Ramazan-İktisat-Şükür ve Hastalar Risâleleri ile Küçük Sözler seslendirilerek piyasaya sunulmuştu.

***

Kopyalama ve kul hakkı

Yeri gelmişken, sesli risâlelerin neşri ile birlikte karşımıza çıkan ve bir kul hakkı ihlâli sayılabilecek kaset ve cd kopyalamaları ile ilgili bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz. Bu konuda gazetemiz Fıkıh Günlüğü yazarı Süleyman Kösmene’nin değerlendirmeleri şöyle:

“Günümüzde telif hakları olarak karşımıza çıkan ve alın teri, emek ve değer harcayan kişi ve kuruma hukukî öncelik veren her türlü eseri sahibinden izinsiz çoğaltmak ve kopyalamak, sahibini hukuk nezdinde de, Allah nezdinde de alacaklı konuma getirecektir.

Nitekim hak her şeyden, her hileden, her sektörden ve her kuvvetten üstündür. Böyle olunca, hukukî sahibinin izni olmadan her hangi bir ürünü ve eseri kopyalamak ve ondan menfaat elde etmek helâl değildir.

“Kopyalayarak çoğaltmaya hak sahipleri izin vermiyorlarsa, kopyalama meşrû bir işlem sayılmaz. Bunun ticareti yapılmamalı, dinlemek amacıyla da olsa—mümkünse—çoğaltılmamalı; orijinali tercih edilmelidir.

“Eğer üründe izin alınmadan çoğaltılabileceği müsaadesinin hak sahiplerince verildiğine dair bir beyan varsa, buna itibar edilebilir. Aksi halde kul hakkını mucip olur.

“Eser sahibi eğer eserinin kopyalanmasını, izinsiz çoğaltılmasını ve korsan dağıtımını istemiyor ve bunu eserinde açık ifadelerle beyan ediyorsa, bu eserin kopyalanması ve izinsiz çoğaltılması kul hakkına girer. Hizmet öncelikli olarak sesli ve görüntülü olarak neşredilen Kur’ân-ı Kerîm eserlerini, tefsirlerini ve dînî eserleri kopyalamak da aynı ölçülerle ele alınmalıdır. Eser sahibi emek vermiş ve bir hizmet ortaya koymuş ise, bunun bir bedeli ve maddî bir külfeti elbette olacaktır. Bilâkis hakperestliğin gereği, bu külfetin paylaşılması olmalıdır.”

Kurban Bayramınızı ve yeni yılınızı tebrik ediyor, hayırlar getirmesini diliyoruz.

01.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004