Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Bedenlenme, hulul ve ittihad -1



Mecaz, dilin batinî boyutudur. Bundan dolayı, Abdulaziz bin Baz gibi kimi hocaların dilde mecazı kabul etmedikleri söylenir. Papa Regensburg sapağındaki konuşmasında İslâmın Allah tasavvurunun aşkın ve dolayısıyla erişilmez olduğunu ileri sürmüştü. Aslında mefhumu muhalifiyle Hıristiyanlığın bilâkis erişilebilir bir tanrı tasavvuru barındırdığını ve getirdiğini söylemek istemiştir. Aslında burada büyük bir yanılgı var. Papa 16’ncı Benediktus’un bu suçlaması sadece İslam’a yönelik olmayıp bilâkis Hıristiyanlığın dışındaki bütün dinler için de geçerlidir. Bu anlamda, kılıç suçlaması nasıl İslam’la sınırlı değilse erişilmezlik suçlaması da İslâmla sınırlı değildir. Museviliğin Allah tasavvuru da çok farklı değildir. Ve Musa bin Meymun’un Delaletü’l Hairin’de iki dini bir araya getiren ortak noktaları görmek mümkün. Bu anlamda, modern dönemlerden önce yaşamış Yahudi ilahiyatçıların birçoğu İslâmı tevhid dini kabul ederken Hıristiyanlığı yine teslisle alâkalı olarak tevhid dini olarak saymamışlardır. Binaenaleyh Hıristiyanlığın erişilir Allah tasavvuru teslis, teşbih ve şirkle irtibatlıdır. Papa’nın erişilir ve ulaşılabilir Allah tasavvurunun dayanağı teslistir. Bu bağlamda onlara göre, Allah, biricik oğlu İsa’yı insan kılığına sokarak ve fiziki olarak bedenlendirerek insanlığın içine kurtarıcı olarak salmış ve göndermiştir (bedenlenme, tecsit ve inkarnasyon). Bu inançlarında temel iki espri vardır. Birincisi, biricik oğlunu dünyaya göndererek beşeriyeti kurtarmıştır (kimi kimden kurtarıyor?). İkincisi, bedenlenme suretiyle kullarına daha yakın ve erişilir olmuştur. Bu bağlamda, bedenlenme İslâm literatüründe hulul ve ittihad anlayışına tekabül etmektedir. Yani Allah’ın özü ve sıfatı bir bedene girmiş ve onunla birleşmiştir. Hıristiyanlar bedenlenme doktrini ile birlikte gerçekten de aşkınlık yerine erişilirliği benimsemişlerdir. Ancak bu erişilirlik kavramında da bir problem ve anlaşmazlık var. Onların erişilirliği şirk üzerinden fiziki bir erişilirliktir. Müslümanların erişilirliği ise metafizik üzerinden aşkın bir erişirliktir. Kimi gulat yani aşırı Şiilerde ve bazı sufilerde bu anlayış vardır. Ali Allahiler olarak da bilinen fırkaya göre Allah’ın özü Hazreti Ali’ye geçmiştir. Bu gerçek manada bir hulul ve tecsim anlayışıdır. Kimi sufiler de aslında kurbiyet makamında (Papa’nın deyimiyle erişilirlik) ittihada kail olmuşlardır. Ama onlardaki bu ittihad fena yani yok olma suretinde gerçekleşir. Mecazi inkarnasyonu veya kurbiyeti ifade eder. Kurbiyet fiziki değildir. Bu, vahdet-i vucut ve fena mertebesinin varta ve yansımalarından birisidir. İslâmda da kurbiyet, erişilirlik elbetteki vardır ama bu Allah’ın aşkınlığına zıt değildir. Bilâkis aşkınlıkla birlikte kurbiyet iç içedir. Allah insanlara bedenlenme yoluyla değil de emrindeki ruh veya manevî yollarla yakındır. Bu melekelerle irtibat halindedir. Şah damarından daha yakın olması buna işaret ve delâlet eder. Hallac, Ömer İbnü’l Farid gibi sufilere nisbet edilen ittihad anlayışı aslında mecazi kurbiyetten başka bir şey değildir. Allah’a erişme ve onda yok olma meselesi daha ziyade manevi ve mistik bir tecrübedir. Hâlbuki Hıristiyanlardaki kurbiyet ve erişilirlik anlayışı Hazreti Mesih üzerinden bedenidir. Kimi sufilerdeki ittihad suretiyle görülen kurbiyet daha ziyade manevidir. Sekr ve istiğrak halinin ürettiği şathiyat veya şatahat kabilindendir. Ama Hıristiyanlar bedenlenmeyi her makamda ve uyanıkken de söylüyorlar.

Beyazıd Bistami ve benzerlerinde görüldüğü gibi. İbni Teymiyye’ye göre Hıristiyanlardaki bedenlenme doktrini,’ muayyen ve mukayyet hulul ve ittihad’ çeşitleri arasındadır. Ali Allahilerde de böyledir. Hulul Allah’ın bedene geçişliliğidir. Bu suretle oluşan birleşme haline de sufi ıstılahatında ittihad denilmektedir. Bu, ya su ile sütün birleşmesi kabilinden olur ki, Kıpti, Habeşi ve Sudanlılar arasında geçmişte yaygın olan Yakubiler bu inanç ve görüşte idiler. İbni Teymiyye’ye göre Nesturiler de hululcüdürler. Melkaniler ise bir nev'î ittihada inanırlar. Bir de mutlak hululiye vardır ki bu da mutlak bedenlenmedir. Vahdet-i mevcut mertebesi, böyle bir anlayışa kapı aralamaktadır. Bu anlayışa göre Allah’ın özü her şeye geçmiştir. Enerji ile maddenin sürekli ve ebedî olarak dönüşümü böyle bir anlayışın farklı suretlerinden birisidir. İbni Teymiyye’ye göre hululcülerin veya ittihadcıların en alt mertebesi işte budur. İbni Teymiyye’ye göre, Cehmiyye taifesi (Cehm İbni Safvan taraftarları) mutlak hulul inancına sahiptirler ve bundan dolayı demleri helâldir. Onlar her şey Allah’tandır diyecekleri yerde her şey Allah’tır diyorlar. Heme ez ost diyecekleri yerde heme ost demişlerdir.

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Şubat ayının başına gelenler ve takvim anlaşmazlığı



Müslümanlar dinimizde çok önemli bir yeri olan Kurban Bayramını kutladılar. Lâkin bayram günü hakkında uyuşmazlık var. Ülkemizde ve bir kısım İslâm ülkesinde 31 Aralıkta bayram yaparken, birçok Arap ülkesinde ve Arabistan’da 30 Aralık’ta bayram yapıldı.

Biz Müslümanlar takvimlerimizi Kamere yani Ay’a göre ayarlarız. Başta Avrupalılar olmak üzere birçok ülke ise Güneş’i esas alarak takvim yaparlar. Güneş takviminin özelliği gereği mevsimler hep aynı zamana gelir. Bu sayede çok eski yıllardan beri vergiler hasat zamanında toplanabilmekte, mevsim şartları dikkate alınarak planlamalar yapılmaktadır. Fakat yıldönümleri için belirli bir düzen olduğunu söyleyemeyiz zira milâdî takvim yani güneşe göre düzenlenen takvim o kadar çok değiştirilmiştir ki yıldönümlerinin aynı güneş yılı tarihine uygun olması mümkün değildir.

Bu değişikliklerin başlangıcı bir yılın 365 gün olmadığının farkına varılması ile olmuştur. Güneş yılının 365 gün 6 saat olması sebebi ile Şubat ayına dört yılda bir gün ilâve edilerek çözüm bulunmaya çalışılmıştır.

Bu takvime göre yıldönümü meselâ Hz İsa’nın doğum günü güneş yılı hesabı ile bulunamaz. Zira hem takvimle çok oynanmıştır hem de bir yıl 365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniyedir. Yıldönümleri ancak yaklaşık bir tarih denilebilir.

Fakat Müslümanlar kamerî aylara göre takvimlerini düzenlerler. Kamerî aylarda değişiklik olmaz. Zira Ay’ın hareketi muntazamdır ve sabittir. Ayrıca çok kolay gözlem yapılarak takvim belirlenebilmektedir.

Bu hususu şöyle izah edebiliriz. Dünya Ay’ın sadece bir yüzünü görmektedir. Zira Ay’ın kendi ekseni etrafındaki dönüşü ile Dünya etrafındaki dönüşü aynı zamandır. 27 gün 7 saat 43 dakikada Ay’a göre hem bir yıl hem de bir gün olmaktadır. Ne ilginçtir ki Ay kendi ekseni etrafında bir saniye geç dönse veya dünya etrafında bir dakika fazla dönse görünmeyen yüzünü görme imkânımız olacak. Şu halde ancak Ay’a gönderilen uzay araçları ile bize görünmeyen yüzünün şeklini görebiliyoruz.

Elbette bunun bir hikmeti vardır. Biz hikmetinin anlaşılmasını Astronomlara ve ilim adamlarına bırakıp takvim meselemize dönelim.

Hicrî takvimin milâdî takvimine göre üstünlüğünü yıldönümlerini nazara vererek açıklamaya çalışmıştık. Tekrar etmek gerekirse değişiklikler sebebi ile Hazreti İsa’nın doğum gününü belirlemenin neredeyse imkânsız olduğunu ifade etmiştik. Fakat kamerî takvime göre Peygamber Efendimizin (a.s.m) doğum gününü belirlemek çok kolaydır. R.evvel  ayının 11. gecesi Mevlid kandilidir. Keza Kur’ân âyeti ile sabit olan 80 yıldan daha hayırlı Kadir Gecesi Ramazan ayının 27. gecesidir.

Müslümanlar hasat zamanını ve mevsimsel şartları ikinci plana iterek mübarek gün ve geceleri esas almışlar ve hicrî takvimi kullanmışlardır. Zira bu günlerin farkında olmamak büyük bir kayıp demektir. Madem takvim önemlidir ve madem Cenâb-ı Allah, Dünya, Güneş, Ay ve Gezegenleri bir nizam ile hareket ettiriyor, Müslümanlar neden ihtilâfa düşüyor? Biz Pazar günü bayram yaparken Arap kardeşlerimizin bir kısmı Cumartesi bayram yapıyor. Çözüm nasıl olabilir?

Bundan yıllarca önce Müslüman ülkeler toplantı yapmış takvim birliği ile ilgili temel değerler kabul edilmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda hassas davranmış, konusunda uzman değerli ilim adamları ile toplantılara katılmıştı. Halen de kılı kırk yararak takvim hazırlamakta ve alınan kararlara uygun davranmaktadır.

Bediüzzaman, kendisine sorulduğu zaman diyanetin hazırladığı takvimi esas aldığını söylemiş ve uygulamıştır. Zamanın büyüğüne itimat ederek tartışmalardan çekinmeli, birlik ve beraberliği temin edecek şekilde hareket edilmesi gereklidir. Aksi halde uhuvvet ve kardeşlik duyguları zayıflamış olacaktır.

Bazı Arap ülkeleri ile takvim konusundaki ihtilâfın sebebi ayın başlangıç gününün farklı anlaşılmasından kaynaklanıyor olabilir. Malûm kamerî aylar bir ay 30 gün bir ay 29 gün olarak belirlenmektedir. Teknolojideki gelişmeler sayesinde Ayın gözlenmesi kolaylaşmış hangi ayın 29 hangi ayın 30 gün çekeceği rahatlıkla anlaşılmıştır. Zaten matematikle saniyesine kadar hesaplanabilmektedir.

İnşallah, takvim konusunda Müslümanlar lüzumsuz olan inatlaşmayı bırakır ve aynı günde oruç tutmaya başlar, bayram namazını kılar. Mevcut durum bizleri gayrimüslimler nezdinde küçük düşürmektedir. Belki de fitne ile iş gören dessas Avrupalıların oyununa geliyoruz. Bu sebeple konferanslarda alınan kararlara uyarak birlik ve beraberliği temin etmeye çalışmak, her samîmî Müslümanın görevi olsa gerektir.

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Siyasî husûmetle iktidar olmak



İnsanlıkla birlikte gücü elinde tutma ve kendini tatmin etme arzusu, az gelişmiş dönemlerde ve toplumlarda, eline sopayı geçiren veya eline silâhı alıp koltuğa oturanın kendine ördüğü duvarların içine almak istemediği muhaliflerini bir şekilde gücü yetiyorsa yaşama nimetinden mahrum etmeye sebep oluyor.

Siyasî idamlar, iktidar savaşlarının hayata husûmetidir. Muhalefete tahammülsüz, hırsın ve aklı geride bırakan otoritenin karşı fikre kapalılığının ve tek tipliliğin en bariz örneğidir.

Haklılık veya haksızlık, hukukî bir süreçtir. Beraberinde yargı bağımsızlığını, adaletle hükmetmeyi, tarafsızlığı ve savunma hakkını getirir. Hukuki zeminler; hislerden, tarafgirliklerden ve husûmetlerden uzak olması gereken zeminlerdir. Hakkaniyetin tecellisi, adil olma sorumluluğu ve eşit davranmakla mümkün olur. Yoksa kanunî olan her şeyin hukukî olamayacağı ve hakka riayet olarak değerlendirilemeyeceği bilinmektedir.

Demokrasinin klasik teorisi ile siyasî husûmetin hayata kastetmesi birbiriyle çelişir. Siyasî ahlâk, muhalifin hayat hakkını ve hukukunu güvence altına aldığı müddetçe, meşrûiyeti temsil eder. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” kaidesi; birey hakkına riayeti ve suçlunun doğru bir süreçte yargılanması sonucunda cezasını çekme aşamasında insanî duygularla bunun su-i istimal edilmemesini gerektir.

Aksi halde ceza müessesesinin olmadığı bir sistemde, adalet ayağı teşekkül etmez. Yasama boyutunda insanî kriterlere dayalı suç ve ceza tarifine bağlı bir uygulamanın sonucunda yargının bağımsız ve caydırıcı tesirine ihtiyaç vardır.

Bu anlamda cezanın “ibret-i müessire” olması halinde, yaptırım gücü, kurumsal ve kendini yönetme iradesine sahip bir mekanizma ile tarafların önceden kabullendiği kurallar hiyerarşisi içinde toplumda huzurun lehine, hak sahiplerini koruyucu ve suç işlemeyi caydırıcı olur.

Ancak; “devrim” veya “karşı devrim” dediğimiz siyasî, iktidar odaklı boğuşma ve mücadelelerin bir zümre hakimiyetine dönüşen kavgalar, bu dönemlerde türetilen ya da üretilen “kurtarıcılar”la cana kıymak ve kana susamak olağanlaştırılır.

Öncelikle kendini çevreleyen yeni fayda grupları, dünün intikamını almaya heveslidirler. Mukabele-i bilmisil kaidesince zulüm tepişir. Ya da yeni menfiliklerle husûmet tohumlarını ektikçe, toplumda bölünmeler herkese sirayet eder.

İktidar yanlıları ile iktidar karşıtları, kendilerinin yerleşik coğrafyalarına, değerlerine veya kültürel geçmişlerine göre iki kutuplu bir iş bölümü gibi, topluma cazip ve kutsal gelen konular üzerinden hem birbirleriyle sürtüşür hem de birbirleriyle beslenen kör çatışmaya girerler.

Su katılmamış diktatörlüklerde iki taraf olmazken, bu çemberi biraz gevşetmiş ve demokrasicilik oynayan bölgelerde, böldürerek kuvvet kaybettirme ve muhalifleri sindirip etkisizleştirilme öne çıkar.

Tarafların bilek güreşi şansı varsa, bir taraf belirgin ve güçlü olsa da, yine bir nefes alma söz konusudur. Ya da toptan deşifre olup bir rüzgâra sermayeyi kurban etme riski vardır.

Vasatın üstünde demokrasi geçişleri olan, ancak kimliksizleştirilmiş toplumlarda ise, zihni bölünmenin ve kavram kargaşasının siyasî zeminde yalana ve polemiğe verdiği primle didişmenin travmaya dönüşen negatif sonuçları ile karşılaşırız.

Toparlarsak; siyasetin değişken, ihtiraslı ve iktidarla muktedir olmaya arzulu tarzının esas alındığı her organizasyon, sonunda düşüncelerini de siyasileştiriyor, inançlarını da. Menfi düşünen ve egosunu tatmin esaslı diktatörlükler ise zaten akılla kavgaları olduğu için sürü psikolojisi dışında en ufak bir belirtiyi bile hazmedemezler.

Hukukun üstünlüğü, inançların kutsiyeti ve adaletin tesisi, insafa dayalı istişari ortamların ve kurulların, organizasyonlara, kurumlara, devletlere hakim olmasıyla ve ona dayalı köklü yazılı kuralları ortaklık hukuku içinde beraberce tesis etmeleriyle mümkündür. Böylece hukuk; siyasileşmekten ve iktidarların payandası olmaktan kurtulur.

Yoksa, siyasileşen hukuk kadar, siyasileşen değerler ve siyasileşen insan unsuru, doğru ve adil olma vasfını kaybettiğinde, insanlık tehdit altındadır.

Siyasî idamlar bu yönüyle zalimlerin kötü kurgularıdır ve zulümdür.

Menderes ve arkadaşları da bu kategorinin en acıklı yakın tarih örnekleridir.

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Dünyevîleşme hırsı



Geçen haftalarda Ertuğrul Günay ile Mehmet Bekâroğlu’nun başlattığı Yeni Siyaset Girişiminin, olanca iyi niyetlerine, haklılıklarına rağmen bugünkü ortamda zemin, ortam ve kitlelerin hazırlıksızlığı gibi faktörleri ileri sürerek pek de başarılı olamayacağını belirtmiştim. Zaten yazıdan iki gün sonra bu hareketin şimdilik partileşme teşebbüsünde bulunmayacağı belirtildi.

E-mailime “Yeni Siyaset Girişimi” lejantlı bir bildiri de göndermişler sağolsunlar. Bildirinin muhtevasına büyük çapta katılmamak mümkün değil. Hepsi de haklı ve doğru şeyler. Mesajları komprime hale getirirsek: “Yolsuzlukların önü kesilmeli. Toplumsal değerler aşınıyor. Devlet müdahaleci ve vesayet anlayışına dayanıyor. Partiler şeffaflık, demokrasi ve hukuktan uzak derebeylik gibi. Yurttaşlarımızın kimliklerini ifade edebilmeleri lâzım. Etnik, dinî ve millî değerlerin ardına saklanarak istismarcı siyasetle bir yere varılamıyor. Toplumsal barış için adalet olmalı. Cumhuriyet belli kesimlerin değil kimsesizlerin sahibi olmalı. Problemlerin çözümünde muhalefet umut vermiyor. “Bunlar sıralandıktan sonra Yeni Siyaset Girişiminin misyonu anlatılıyor: “Sorunlar kavgayla değil, barışla çözülecektir. Halktan güç alan bir siyaset anlayışı uygulanacaktır. İnsan hak ve özgürlüklerinde birleşme ve kaynaşmanın güvencesidir. Üretici bir toplum olmalıyız. Kazanımları adaletle bölüşmeliyiz. Hedefimiz, siyasetin halktan kopuk yapısını, devletin buyurgan ve savurgan yapısını değiştirmek, adaleti tüm alanlara yaymaktır. Kısaca hürriyet, adalet, kardeşlik arayışımızı paylaşmaktır.” Tüm bunları sanıyorum marjinal bir grup veya jakoben bir zümre dışında kim istemez ki? Hepsi de güzel ve doğru.

Peki bu girişim neden veya niçin şimdilik atıl kalabilir? Hemen şunu da bir antiparantez belirtelim. Tarihten soyutlanarak hiçbir fikir ve hareket doğru sorgulanamaz. Her akım ve ekol kendi tarihsel süreci içinde ele alınmalıdır. O sürecin zaman ve mekân boyutlarından dolayı birçok fikir, kanaat ve yargı elbetteki kendi mantığı içinde tümüyle olmasa da mutlaka bir mevzide haklı ve hakikatli olabilir. Üç boyutlu düşünülmediği takdirde, sadece kendi zaman ve mekân şartlarımıza göre ele aldığımızda eleştiri ve değerlendirmelerimiz hatadan hali olamaz.

Müslüman sol hareketin içinde teorik babta ihlâs ve samimiyet vardır şüphesiz. Öncülerinin kişilikleri tartışma götürmez derecede kendini isbatlamışlardır. Ne var ki, destek beklenen kitlelerin, ideoloji, aksiyoloji ve hedefleri açısından bu hareketin toplumsal ve siyasal platformda oturacak yer bulması hayli güç olacaktır.

Somut bir örnek verecek olursak dünyada ve Türkiye’de bir zamanların kapitalist düşmanları sosyalistler ve komünistler bilinçaltında bir kapitalizm hasretiyle ve amacıyla sosyalist kavramları ve fenomenleri savuna geldiler. İslâm dünyasında Sosyalist İslâm ya da Liberal İslâm anlayışındaki kitlelerde bile söylemlerinde hep karşı çıkıp düşman ilân ettikleri bir İslâmî kapitalizm özlemi vardır. Bunun böyle olduğunu son 20 yılda bırakın dünyayı sadece Türkiye’deki iktidar-servet-güç üçgeninde dinî ve ahlâkî boyutlarındaki sapma, dejenerasyon ve asimilasyonlarda açıkça görmüştük. Daha basitçe söylersek hani şu takva sahibi, mücahit sıfatlı, liberalizmden çok sosyalizme yakın karakter sergileyen dindar siyasetçilerimizin para-makam-iktidar ateşiyle imtihanlarında mum gibi erimeleri, dünyevileşme içinde savrulup gitmeleri, bu konuda bizlere çok şey ifade edecek yeterli verileri oluşturur.

Dinî, ahlâkî ve insanî değerleri özümsemeden sadece söylemlerle, belli gün ve gecelerde hamaset şiirleri okuyarak dünyaya yön verebilecekleri zehabına kapılanların, gün gelip de servet ve hizmet makamlarına gelince nasıl bir kapitalist kesildiklerini, “Onlar yiyeceğine biz yiyelim, zengin Müslüman fakir Müslümandan daha hayırlıdır” fetvalarıyla nasıl bir kapitalist, İslâmî sosyete ve beyaz Müslüman zümreler oluşturduklarını yine hepimiz acıyarak izledik. Asıl acınacak noktanın Hz. Ömer adaletinden dem vuranların Haccac konumunda icraatın başında oldukları uyarılarına karşılık “Biz Hz. Ömer miyiz ki?” kıvırma taktikleriyle nefislerinin iğvasına kapılıp gitmeleridir.

Netice-i kelâm, altyapı oluşmadan üstyapı hevesine kapılanlarla nereye kadar gidilebilir ki?

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Sağ yanımda yaram var



Bir sızı geldi yerleşti yüreğime.

Yeni yıla içimde sızı ile girdim.

İbrahim Tatlıses’in sesinden dinlemek isterdim ama şarkı sözleriyle yetindim.

“Ben gurbetin kucağında,

Düşe kalka yoruldum.

Bir zalimin ocağında,

Can evimden vuruldum”

Bayram sabahı Saddam Hüseyin’in idam edilirken TV’lerden yayınlanan görüntülerini izleyen birçok insan aynı duyguları yaşadı.

Oysa lânet ettiğimiz bir diktatördü o.

Ancak, bir zalimin ocağında boynuna atılan ip yaraladı bizi. Çünkü biliyoruz ki, o ip sadece Saddam’ın boynuna asılmadı. Osmanlı’dan sonra İngiliz’in attığı ip bir asır boyunca huzur vermedi kıtaya.

Açın bakın Irak’ın yatakta ölen lideri yok.

Irak’ın ilk kralı Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’dı. İngilizler, İsviçre’deki apandist ameliyatı sırasında götürdüler.

Onun oğlu Gazi ise otomobilinin frenlerinin İngiliz casusları tarafından boşaltılması sonucunda duvara çarparak öldü. Gazi Arap Birliğini sağlamak gibi tehlikeli bir işe soyunmuştu.

Kral Gazi’nin ani ölümü üzerine oğlu İkinci Faysal tahta çıkarıldı. İkinci Faysal ile Başbakanı Nuri Said Paşa Türkiye’ye yakın bir siyaset izliyorlardı. Bağdat Paktı onların zamanında kurulmuştu. Nuri Said Paşa Türkiye’ye geleceği gün General Kasım darbe yaptı. Nuri Said Paşa’yı karşılamak üzere havaalanına giden Türk heyeti darbe bilgisi üzerine geri döndü.

Kerbela Vakası’nda Hazreti Hüseyin’in evlatlarının şehit edilmesi sırasında yaşanan trajedinin bir benzeri bu kaldırıldığı hastanede hadisede yaşandı. İkinci Faysal yaralandı, ihtilalciler kaldırıldığı hastanede Kralın başında bekleyerek çırpına çırpına ölümünü seyrettiler. Osmanlı subayıyken ihanet edip, Şerif Hüseyin’in yanında yer almış birisiydi Nuri Said Paşa. Ancak Demokrat Parti döneminde Türkiye ile yakınlaşmanın mimarlarından biri olmuştu. Kral Faysal’ın çocukları yataklarında katledilip, cesetlerinin köpeklere yedirildiği anlatıldı.

Irak’ta darbe olunca bu duruma heveslenen birileri Menderes’in sonunun da cesedi Bağdat sokaklarında sürüklenen Nuri Said Paşa gibi olacağına ilişkin tehditleri Menderes’in de kulağına gitti. Adresin İsmet paşa olduğunu iyi biliyordu Menderes, Balıkesir’de darbelere meydan okuyan sert bir konuşma yaptı. Ama bölgesel güç birliğine soyunun ve Bağdat paktını kuran iki isim Bağdat’ta Nuri Said’in Türkiye’de Menderes’in akıbeti feci oldu.

Sovyet yanlısı olan General Kasım ise darbeyle geldiği iktidardan 5 yıllık iktidarı sonunda 1963 yılında bir darbe sonucu gitti. Hem makamından hem hayatından oldu. Darbeciler tarafından öldürüldü. Saddam Hüseyin de daha önce General Kasım’a karşı başarısız bir darbe girişiminde bulunup, Mısır’a kaçmak zorunda kalmıştı. Kasım indirilince Saddam Irak’a döndü.

General Kasım’la birlikte 58 darbesini yapan General Abdüsselam Arif bir süre sonra Kasım’ı devirdikten sonra oturduğu koltukta kuşkulu bir Helikopter kazası sonucunda yaşamını yitirince Saddam dönemi başladı.

Baas’ın ihtilalinde önce Saddam’ın hamisi ve kuzeni olan Hasan El Bekr başa getirildi. Saddam onun yardımcısıydı. 1979’da Hasan El Bekr’i önce görevinden uzaklaştırdı, sonra Saddam’ın tabancasından çıktığı söylenen kurşunla hayata veda etti. Tabutunu ise gözyaşları içinde Saddam taşıdı.

Saddam Hüseyin darağacında sallandırılan ilk lider oldu. Yeni yıla girerken, alelacele gerçekleştirilen bu idam ne oluyor?

Yeni bir stratejinin bir parçası olduğu kesin.

Peki Saddam’ı idam ederek ABD, Irak’tan çekilme takvimini yürürlüğe mi koyuyor. Irak’tan çekilmeden önce Şii ve Sünni tenceresine Saddam kanı mı doğradı?

Bu ay içerisinde en çok tartışacağımız ABD’nin Irak’tan çekilmesini öngören BakerHamilton raporu olacak. Doğru. Ama bunlar tek başına yetmez.

Peki ABD’nin İran’ı vurmasının beklendiği bir sırada İran’ın en büyük düşmanı olan Saddam’ı idam ettirerek ABD, Acemlere bir jest mi yaptı?

Vatikan dahi idamı kınarken, İran sevinçle karşılamıştı. 2007’de ABD ile İran arasında bir yakınlaşma beklenebilir mi?

Peki tam tersini düşünün. İran’ı vurmadan önce Sünnileri tahrik ederek, asıl hedefin sünni uyanışı güçlendirerek, mezhep çatışmasını güçlendirmek, kendi iç savaşıyla boğuşan Şiilerin İran konusunda etkilerini sınırlamak istenmiş olamaz mı?

Pek çok düşünülebilir ama tek şey düşünülemez. ABD bölgede olduğu sürece bu tablo daha ağırlaşacak, kardeş kavgası daha şiddetlenecek.

Birinci dünya savaşında İngilizler, kumun üzerine büyük bir ihanet ve huzursuz haritası çizip, adına Ortadoğu demişlerdi.

Şimdi ise Bush, tek renkle, tek desenli bir tablo boyası. Boyası kardeş kanından olan ve her fırçası ihanet kokan alçakça bir tablo bu.

Bunun adına da “Büyük Ortadoğu Projesi”diyor.

2007 ile birlikte Ortadoğu yeni kanlı bir sayfaya daha adım atarken, hemen yanımızda Bulgaristan ve Romanya AB’ye üye oldular.

Bulgar vatandaşlar otobüslere atlayıp Londra’ya giderken, Iraklıları kanlı yolculuklar bekliyordu.

İşte fark bu.

İşte bu yüzden oturdu içime bir sızı.

“O yana dönder beni

Bu yana dönder beni

Sağ yanımda yaram var,

Sol yana dönder beni”

Hem de en acısı Iraklı kardeşlerimin yarası….

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bulgaristan ve Romanya örneği



Bulgaristan ve Romanya, 1 Ocak 2007 tarihi itibarıyla Avrupa Birliği üyesi oldular. Bu iki yeni üye ile birlikte AB; 27 üye ülkeye sahip ve 490 milyon nüfusu temsil eden bir birlik oldu.

İki komşu ülkenin AB’ye üye olması, Türkiye’nin üyeliğinin yeniden gündeme taşıdı. Bazı yorumlarda, ‘iki küçük ve fakir ülke’nin AB’ye üye kabul edilmesi ve Türkiye gibi ‘büyük bir ülke’nin üyeliğinin önüne yeni engeller konulması eleştiri konusu yapıldı, yapılıyor.

Eleştirilerde haklılık payı olsa da, asıl dikkat edilmesi gereken hususun; Türkiye’nin ortaya koymakta çekingen davrandığı ‘siyasî irade’sizlik olmalıdır. Tamam, Türkiye neredeyse yarım asırdır AB üyeliği için uğraşıyor. Ancak bunun için gerekli olan kararlılığı tam mânâsıyla ortaya koyduğumuz söylenemez. “Bir ileri, iki geri” metoduyla ilerlemeye çalıştığımız bu yol çok inişli ve çıkışlı olmuştur.

“AB bizi oyalıyor, Müslüman ülke olduğumuz için kabul etmiyor” tesbitini yapmadan önce; kendi hatalarımıza da bakmalıyız. Çok partili hayata geçtikten sonra neredeyse her 10 yılda bir yapılan ihtilallerin, bu yolu tıkadığının farkında mıyız? 27 Mayıs 1960 ve devamında gelen 1971 krizi ve 1980 ihtilali Türkiye’nin AB hedefini ciddi anlamda tıkamadı mı? Neredeyse otomatiğe bağlanan ‘her 10 yılda bir müdahale’ ile Türkiye AB hedefine ulaşabilir mi? Bu müdahaleleri hatırlatıp, “AB kriterlerine uymuyorsunuz?” diyenler haksız mı? AB’nin ‘hata’larını görüp, haklı olarak itiraz ederken; kendi ‘eksikliklerimiz’i görmeyelim mi?

Bulgaristan ve Romanya, eski ‘SSCB peyki/demirperde ülkeleri’ olması sebebiyle elbette AB standartlarından çok uzaktır. Ancak onların ‘doğru yol’a girmeleri daha kolay. Çünkü bu yolda onları engelleyen bir ‘sistem’leri yok. Düne kadar ‘yanlış’ yön ve yolda gittiklerini anlayıp; ‘doğru yol/yön’ü görünce çok kolay ilerlemeleri mümkündür. Görebildiğimiz kadarıyla onların devlet/millet arasındaki anlaşmazlıkları Türkiye’deki ‘kronik/tedâvisi zor’ değil.

“Büyük Türkiye”nin AB yolundaki asıl engeli, her an yeni müdahalelerin mümkün olabileceği anlayışıdır. İnşallah yeni bir müdahale olmaz ve olmamalı; ancak hâlâ bu konuların tartışılıyor olması bizim en büyük ayıbımızdır.

AB’nin yolundaki yürüyüşümüzün yavaşlaması, bazı konu başlıklarının ‘askıya alınması’ ve ertelenmesi sonrası yapılan açıklamalar da bunu göstermiyor mu? “Hem kel, hem fodul” dedirten bir yaklaşımla güya AB’ye ‘rest çekmek’ Türkiye’nin AB yolunu tıkamak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmez mi? “Her an yeni müdahaleler olabilir” havası bizim en büyük engelimiz değil mi? Her şeyden önce bu anlaşıyı değiştirecek bir yapıya kavuşmamız gerekmez mi? Türkiye’nin AB yolundaki ilerlemesine engel olan ‘dış güçler’in varlığını kabul edip onlara kızalım, ama önce kendi içimizdeki ‘ahmak dostlar’ın verdiği zararları görelim. Gelinen noktada AB üyesi olmak Türkiye’de yaşayan milyonların menfaatine olan bir husustur. AB standartlarından bir hak ve hukuk anlayışı “Türkiye’ye fazla” görenlere itiraz etmeliyiz.

Sancılı da olsa bu yol, aşılması ve ulaşılması gereken bir yol/bir hedeftir. Romanya ve Bulgaristan gibi ‘eski demirperde ülkeleri’nin aştığı bu yolu, Türkiye de aşabilir ve aşmalı. Bunun için içerdeki ve dışardaki her türlü engelin varlığından haberdar olarak, ancak ‘onlara rağmen’ bu yolun aşılabileceğini göstermeliyiz.

“Engelleyen”lere de kızalım, ancak önce üzerimize düşenleri yapalım...

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İstişarenin esasları



Allah Resûlü (asm), istişare edenin asla pişman olmayacağını,1 bir milletin istişare ettiği müddetçe asla zillete düşmeyeceğini2 bildirirken bu önemli noktalara dikkatimizi çekmiştir.

Ancak istişarenin de her şey gibi kendine göre şartları, esasları vardır. Gelişigüzel, rastgele yapılan bir fikir beyanı, konuyla ilgisi olmayan insanların ileri geri konuşmalarının meşveretle alâkası yoktur. Meşveret ciddî ve önemli bir meseledir. Uyulması gereken bir kısım esas ve prensipleri vardır. Bunlara uyulmadıkça meşveret meşveret olmaktan çıkar.

Bu esasları şöylece sıralamak mümkündür:

* Vahiyle kesin bildirilen meselelerde meşveret yapılmaz.

* İstişarede tek görüş değil, çoğunluğun görüşü hâkimdir. Nitekim Allah Resûlü (asm), Uhud Savaşı öncesi sadık rüyayla Medine’de kalıp düşmanı karşılamanın uygun olduğunu gördüğü halde, hakkında vahiy gelmediği için Ashabıyla istişare etmiş, çoğunluk düşmanı Medine dışında karşılamayı istediği için onlara uymuştu.

* İstişareye katılan herkes görüşlerini hür bir atmosferde, tamamen vicdanlarının sesini dinleyerek, hiçbir baskı altında kalmaksızın serbestçe ifade edebilmelidirler.

* İstişare edilen kişiler o konuda işin ehli olmalıdırlar. Bedir Savaşı için karargâh seçilirken bir yerde durulmuştu. Otuz üç yaşlarındaki Hubab bin Münzir, Resûlullaha bulundukları yerin vahiyle bildirilip bildirilmediğini sordu. Şahsî bir görüş neticesi olduğunu öğrenince de, Bedir kuyusu civarına yerleşmeyi, kuyuların kapatılıp müşriklerin susuzluktan zor durumda bırakılmalarının daha isabetli olacağını teklif etmiş, Resûlullah da bunu kabul etmişti.3

* Meşverette hasbîlik esas olmalı. Sadece ve sadece Allah rızası gözetilmeli. Ona katılanlar aynı ruh ve gâye etrafında toplanmış kimseler olmalı. Peşin fikir ve hükümlerden uzak kalmalı, doğruyu bulma gayreti ve azmi içerisinde olmalı. Taraftar bulmak için propaganda yapma, kulis faaliyetleri içerisine girme gibi durumlar meşveretin ruhuna ters düşer.

* Kendisiyle istişare edilen kimse güvenilir kimse olmalıdır. Bir hadis-i şerifte istişare edilen kimsenin bu özelliğine dikkat çekilerek, “Kendisiyle istişare edilen kimse emin bir kimsedir”4 buyurulmuştur.

* İstişare kararı ortak bir karardır. Şahsî görüşüne ters düşse bile herkes bu karara uymada elinden geleni yapmakla mükelleftir.

* İstişarede ortaya çıkan karar oluruna bırakılmaz. Gerçekleşmesi için azim, sebat ve tevekkülle hareket edilir ve herkes üzerine düşeni hakkıyla yapar.

Dipnotlar:

1- Mecmaü’z-Zevâid, 2:280.

2- Keşşaf, 1:332.

3- İbni Hişam, Sîre, 1-2:620.

4- Tirmizî, Zühd: 39.

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hayvan hakları



Hayvanların kesilmesine cephe almak değil; onların haklarına riâyet etmek ve haklarını ihlâl edenlere karşı koymamız gerekir. Evvelâ, Rabbimizin lütfuyla emrimiz ve hizmetimize verdiği hayvanlara Onun emirleri çerçevesinde yaklaşmalı.

Evvelâ şunu kabul etmeliyiz: Hayvanlar da, “yaradılış” yönünden “kardeşlerimizdir.” Pek çok hadis-i şerîfte de, hayvan bakımı ve istihdamı konularında bize yol gösterilmekte, ikazlar yapılmaktadır. Resûlullah (asm) buyurdular ki, ‘Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden Cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemeye de salmamıştı.”1

Hayvan hakkı başta eziyet etmemektir. Birçok hadis-i şerifte hayvan hakları ile ilgili şu hususlar işlenir:

* Hayvan bakımını iyi yapmak,

* Hayvan eğitiminde yumuşak olmak,

* Hayvanı sağarken, yük taşıtırken eziyet etmemek,

* Hayvanı yaralamamak,

* Hayvanı nişan tahtası olarak kullanmamak,

* Hayvanlara acımak, merhamet etmek, fazla yük yüklememek, uzun süre üzerlerine binmemek, durmamak,

* Hayvana işkence etmemek,

* Yiyeceğini zamanında vermek, iyi beslemek,

* Sulamak,

* Hayvanlara gerdanlık, semer, üzengi gibi takılar takarken, sıkıntı vermemek,

* Hayvanları fıtrî vazifelerinde kullanmak,

* Hayvanları daha ziyade hizmet için istihdam etmek,

* Hayvanları gereksiz yere rahatsız etmemek,

* Hayvanların hayat haklarına riâyet etmek,

* Hayvanları korumak,

* Hayvanların yavrularına ihtimam göstermek ve nesillerinin çoğalmasını sağlamak,

* Hayvanların yüzüne vurmamak, aşırı eziyet ve işkenceye varacak dayaklar atmamak,

* Haksız yere, durup dururken hayvanları öldürmemek,

* Zararlı hayvanları öldürürken bile eziyet etmemek.

Bu maddelerle, hadis-i şeriflerden, hayvanlarla ilgili birer kesit sunduk. Bunlardan çıkarılan umûmî fetva ise şöyledir:

“Hayvan haklarına kemaliyle riâyet etmek şartıyla, kuşlar kafese konabilir, çocukların oynamaları için velîleri temin edebilir. Ve yine, yavru, yumurta elde etmek, mektup, posta işlerinde kullanmak, seslerini tefekkür etmek, yalnızlıktan kurtulmak ve ünsiyet temin etmek maksadıyla hayvanlar istihdam edilebilir. Çünkü, Allah, hayvanları halife-i zemîn olan insanlar için yaratmış ve onların emrine vermiştir.

Acaba, 15 asır önce ortaya konan ve ekseriyâ uygulanan hayvan haklarına, medenî geçinen ve insanlara hayvan kadar önem vermeyen Batı dünyasının masal ve hikâyelerinde rastlamak mümkün mü?

Dipnot:

1. Buharî, Bed’ü’l-Halk, 17.; Müslim, Birr 151.

04.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir iyiliğe bin sevabın hikmeti- 2



Adıyaman’dan okuyucumuz: “Yirmi Üçüncü Sözün 2. Mebhasında geçen “bir haseneyi bin yazmak...” hakikatinin sırrı ve hikmeti nedir?”

Dün kaldığımız yerden devam edelim:

Cenâb-ı Allah’ın dünyada da, âhirette de bizimle ilgili iki türlü muamelesi vardır:

1-Adaletiyle olan muamelesi. 2- Rahmetiyle, keremiyle ve lütfuyla olan muamelesi.

Meselâ, her türlü belâ ve musibetler Allah’ın adaleti gereği üzerimize gelir. Dünyada acı ve kederler, ayağımıza diken batmasından burnumuzun kanamasına kadar Allah’ın adaleti gereği meydana gelir. Kabirde azap eğer varsa, Allah’ın adaleti gereği olur. Mahşerdeki şiddet Allah’ın adaleti gereğidir. Gazab-ı İlâhî, İlâhî adaletin tecelli halidir. Cehennem Allah’ın adaletidir.

Hâlbuki Cenâb-ı Allah “Rahmetim her şeyi kaplamıştır”1 buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) bu âyeti şöyle tefsîr ediyor: “Cenâb-ı Allah mahlukâtı yarattığında Arşın üstünde, yüksek katındaki bir kitaba şöyle yazdı: “Benim rahmetim gazabımı geçmiştir.”2

Nitekim kendimize ve etrafımıza şöyle insafla bir baksak göreceğiz ki: Biz mahlûkat olarak rahmetin içinde yüzüyoruz. Elimizi attığımız her şey, muradımız olan her şey, gördüğümüz her mürüvvet, her nimet, her lezzet, her neş’e, her neşe kaynağı, her sevinç, her huzur, her iyi hal, her güzel şey, her mutluluk Allah’ın rahmetinden, lütfundan, kereminden başka bir şey değildir. İçimizi ısıtan her şey, yaşama sevincimizi ateşleyen her şey Allah’ın merhametinin, şefkatinin, yumuşak huyluluğunun, sevgisinin, muhabbetinin, mükâfatının tecellisinden başka bir şey değildir.

Diğer yandan, biz hak ettiğimiz için yaratılmış değiliz. Hak ettiğimiz için bize hayat verilmiş değil. Hak ettiğimiz için canlı yapılmış, hak ettiğimiz için insan kılınmış değiliz. Eğer var kılınmışsak, eğer canlı kılınmışsak, eğer insan olarak yaratılmışsak, eğer yaşama sevincimiz verilmişse, eğer doğru bir dine inanıyor ve Yaratıcımıza doğru bir yaklaşımla yönelebiliyorsak, eğer iyilikler ve salih ameller yapabiliyorsak, eğer kötülüklerden uzak durabiliyorsak, eğer günahlarımız bağışlanıyorsa, -kendimizi sarsalım, tartalım ve itiraf edelim: Bunlar, içinde yüzdüğümüz ve bizim irâdemize sorulmadan bize verilen nimetler değil midir?- bütün bunlar Allah’ın rahmetinden, lütfundan ve kereminden başka bir şey değildir.

Bir de Cennet bekliyoruz! Oh ne âlâ? Daha beklediklerimiz çok şeyler var: Mahşerde şefaate ermek, günahlardan tamamen mağfiret olunmak, Allah’ın adâletine çarpmaktan kurtulmak, Cehennemden âzâd olmak, ebedî mutluluğa ulaşmak, sonsuzluk ülkesinde her ihtiyacımızın karşılanması, her isteğimizin yerine gelmesi, sevdiklerimize ulaşmamız, Allah’ın sonsuz güzelliğine ulaşmamız.

Peki bu dev istekler ve beklentilere karşı neler yapıyoruz? Günahlardan başka neler yapıyoruz? Azıcık bir iyiliğimiz varsa, bir ibâdetimiz varsa, bir sâlih amelimiz varsa, onu da nefs-i emmâremizin hiç farkında olmadığımız “benlik” tuzağıyla, “enaniyet” tuzağıyla, “gurur” tuzağıyla, “riyâ” tuzağıyla, “gösteriş” tuzağıyla, “gıybet” tuzağıyla, “haset” tuzağıyla, ve sâir şeytânî tuzaklarla değer olarak sıfırlıyor ve çoğu zaman eksiye geçiyoruz! Elde avuçta ne salih amel kalıyor, ne ibâdet, ne iyilik!

Bundan dolayı Cenab-ı Allah uyarıyor ki: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, nefsindendir.”3

İşte Üstad Saîd Nursî Hazretleri Yirmi Üçüncü Sözün 2. Mebhasının 1. Nüktesinde bu âyeti tefsîr ediyor: İnsanda iki cihet vardır: Birisi yapmak, hayır ve fiil cihetidir. Diğeri yıkmak, yok etmek, şer ve yapılmak cihetidir.

Yapmak konusunda insanın eli çok kısadır. İnsan kendiliğinden bir şey yapamaz. Yapan, veren, takdir eden Cenâb-ı Hak’tır. İnsanın hiçbir iyiliği ve hiçbir salih ameli kendi öz malı değildir. İnsan iyiliklerde fâil değildir. İyilikler Allah’tandır.

Kötülük ise böyle değildir. Kötülükte fâil insandır. Yani yıkan, bozan, kıran, döken, dağıtan, günah işleyen ve kötülük yapan insandır. Nefs-i emmâre kötülük cihetinde sonsuz cinâyet işleyebilirken; iyilik cihetinde gücü ve kudreti hemen hiç yoktur. İyilik cihetinde sahip olduğu her şey Allah’ındır.

Enaniyeti, benliği, gururu bırakıp hayrı Allah’tan isteyen, şerden, yıkmaktan, kötülükten ve nefsine itimattan vazgeçen, istiğfar eden ve tam kulluğunu takınan insan ise, “Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir”4 âyetinin sırrına mazhar olur.

Netice itibariyle: İlâhî adâlet gereği; iyilik kendisinin olmadığı için iyiliğine karşılık hiç sevap alması gerekmeyen, fakat kötülüğün fâili kendisi olduğundan bir kötülüğüne karşılık bazen bin günah alması gereken insan; amel defterinde, Allah’ın fazlı, keremi ve rahmeti gereği, iyiliklerinin sevabını en az bire on, bire yetmiş, bire yedi yüz, bire yedi bin olarak buluyor. Fakat bir kötülüğüne karşılık sadece bir günah buluyor. Demek, Allah’ın fazlı, rahmeti ve keremi sadece âhirette ve mahşerde değil; dünyada günahların ve sevapların yazılması esnasında dahî adâletinin ve gazabının önüne geçiyor ve kullarının sevap ve hayır defterini daha dolu hale getiriyor.5

Dipnotlar:

1. A’râf Sûresi: 156 2. Riyâzu’s-Sâlihîn, 318 3. Nisâ Sûresi: 79 4. Furkan Sûresi: 70 5. Sözler, s. 290

04.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Demek ki 'başörtüsü' diye bir sorun varmış



Bütçe görüşmeleri esnasında, Meclis'te olduğu kadar ülke genelinde de ciddî bir gerilim yaşandı.

Özellikle, anamuhalefet partisi başkanı Baykal'ın başörtüsüyle ilgili sarf ettiği tuhaf sözler, ortalığı bir anda elektriklendirmeye yetti.

Deniz Baykal'ın, sonradan kıvıra kıvıra düzeltmeye çalıştığı "Başörtüsü, kadının başını örter; kocasının ayıbını örtmeye yetmez" şeklindeki sözleri, en başta iktidar kanadı milletvekillerinin hop oturup hop kalkmasına sebebiyet verdi.

O talihsiz söz, bir avuç başörtüsü düşmanı dışında kalan milyonlarca insanımızı da rahatsız etti, şüphesiz.

Bu işin ayrı bir tarafı.

Bizim burada nazara vermek istediğimiz husus, başta başbakan olmak üzere, iktidar kanadının özellikle yönetim kademesinin, o ana kadar söyledikleri ile o anda yaşadıkları öfke ve şaşkınlık halinin, ciddî bir analize, esaslı bir tahlile tâbi tutulmasının mutlak sûrette gerekli olduğudur.

Zira, AKP yönetiminin şimdiye kadar söyleyip durduğu şuydu: "Başörtüsü sorunu, bizim öncelikli meselemiz değildir. Bizim gündemimizde böyle bir sorun yoktur."

Peki, o halde neden Baykal'ın o münasebetsiz sözleri hem AKP'lileri, hem de ekser vatandaşı böylesine gerdi?

Demek ki, ortamı bir anda gerecek ciddî bir sorun varmış.

Varmış ki, ortalık bir anda ayağa kalktı.

Üstelik, o sözün sahibi Baykal da çıkıp düzeltme üstüne düzeltme yapma gereğini duydu. (Aslında düzeltme de yapamadı, sadece yamulttu, bıraktı.)

Siyasilerin vazifesi, milletin bir sıkıntısı, bir sorunu varsa, bunu es geçmek, görmezden gelmek, yahut üstünü örtmeye çalışmak değil; bilâkis, sorunu çözmek ve sıkıntıyı gidermek olmalı.

Zira, "Bizim gündemimizde böyle bir sorun yok" demekle, sorun yok olmuyor.

Var olan bir sıkıntı, görmezden gelinmesi halinde, öyle bir zamanda ortaya çıkar ve öyle bir patlamaya sebebiyet verir ki, sağırların kulaklarını dahi şiddetle çınlatmaya başlar.

Dört yılı aşan iktidarları döneminde, başörtüsü meselesinde bir arpa boyu yol alamayanların, bu konuda bundan sonra da yapabilecekleri bir faaliyet olmasa gerektir.

Dileriz ki, yaklaşan seçim döneminde bu meseleyi "Bizim için şeref meselesidir" türünden sözlerle bir kez de propaganda malzemesi olarak kullanmazlar.

Dileriz ki, hiçkimse ve hiçbir parti başörtüsü meselesini bir daha hasis menfaati için kullanmaya yeltenmez.

GÜNÜN TARİHİ 4 Ocak 1929

Bir şâheserin temeli atıldı

S adece Müslümanların değil, bütün dünya mimarlarının ve turistlerinin dikkatini çekerek, görenleri hayranlık içinde bırakan İstanbul'daki Sultanahmet Camiinin temeli atıldı.

Klasik Osmanlı mimarisinin orijinal bir eseri olan bu mâbed, 6 minare ile inşa edilen ilk ve tek camidir.

Bulunduğu yer, eski İstanbul'un da önemli diğer bazı eserleri ile çevrilidir. Manzarası, özellikle denizden görünümü harikulâdedir. Bu manzara, siluetiyle de çoğu yerde İstanbul'u temsil eder.

Caminin hariçteki bir namı da “Mavi Camii”dir. Özellikle Avrupalılar, mabedi bu isimle yadeder.

Eserin asıl ismi, I. Sultan Ahmet Camiîdir. Mimarı ise, Mehmet Ağadır. Mimar Sinan'ın talebesidir.

Mimar Mehmet Ağa, Cami dışı gibi iç mekânı da adeta kuyumcu titizliği ile donatıp dekore etmiş.

1609–1616 yılları arasında inşa edilen caminin esas girişi Roma devrinden kalan hipodrom tarafındadır. İç mekân bir bütün halindedir. Ana ve yan kubbeler, geniş sivri kemerlerin dayandığı 4 büyük sütun üzerinde yükselir.

Caminin iç duvarları, sayısı 20.000’i aşan harika İznik çinileri ile süslüdür. Bunların yukarısı ve bütün kubbe içleri ise boya ile kaplıdır.

Toplam 260 pencerenin aydınlattığı iç mekânın üstünü örten büyük kubbe 23.5 metre çapında ve 43 metre yüksekliğindedir.

Küçük büyük bütün kubbeler ve minarelerin üstleri kurşunla kaplıdır, bunların uçlarındaki alemler ise altın kaplamalı bakırdan yapılmış.

Yaklaşık 400 senedir dimdik ayakta duran Sultanahmet Camiini, dün olduğu gibi bugün de dünyanın dört bir yanından gelerek ziyaret edenler var.

Duyulan ihtiyaç sebebiyle, ayrıca özellikle yaz ayları bu camiyi değişik dillerde tanıtan ses ve ışık gösterileri yapılıyor. Program, akşam namazını müteakiben başlatılıyor.

04.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004