Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Azgın demokrat’

Sizin de dikkatinizi çekmiştir; Fatih Altaylı 28 Şubat’la ilgili yazısında “azgın demokrat” diye bir deyim kullanmış.

“Ben bazı azgın demokratlar gibi 28 Şubat’ı lanetleyemem” diyor. 28 Şubat’tan beri adet oldu. Kim özgürlükler ve demokrasi konusundaki evrensel çıtaya yetişemese, çıtayı oraya koyanlara öfkeleniyor; onlar için “azgın” “aşırı” “militan” “marjinal” “gürültücü” “fanatik” gibi ifadeler kullanıyor. Böylece kendisini de “normal” sınıfına sokmuş oluyor.

Bu nitelemelerden çoğuna gülüp geçtik şimdiye kadar... Ama şu “azgın demokrat” lafını biraz irdelemeden edemeyeceğim. Azgın demokrat olmak nasıl bir şey ola ki?

“Azgın barışsever” ya da “azgın humanist” gibi bir şey... Dünyanın hiçbir yerinde tek bir kurşun atılmasın; savaşlarda tek bir kişi ölmesin diyen adama “azgın barışsever” mi diyeceğiz örneğin? Ya da, bütün insanları kayıtsız şartsız seven, hepsiyle empati kurabilen, her zaman ve her koşulda insan sevgisiyle hareket edenleri “azgın humanist” diye mi suçlayacağız? Demokrasi konusundaki “azgınlık” da böyle bir şey olabilir ancak. Mesela, her zaman ve her koşulda eşit oyu savunmak... Atanmışlar iktidarının karşısında tavizsiz bir şekilde hep seçilmişlerin iktidarını korumak ve kollamak... Parlamenter demokrasinin kurallarını, hukukun üstünlüğünü kayıtsız şartsız savunmak...

Başka aklınıza gelen bir şey var mı? Ve bunların hangisi “azgınlık” gibi bir suçlamayı hak edebilir? Olumsuz bir sıfat olan “azgın” sözcüğünü demokrat gibi olumlu bir sözcüğün önüne koyarsanız anlamsız sıfat tamlaması çıkar ortaya. Anlamsızdır, çünkü çoğundan hiçbir zarar gelmez demokratlığın... Siz asıl azından korkun. Çünkü azı, yarı hamilelik gibi bir şeydir.

* * *

Azgın demokrat” suçlamalarının hangi somut durum için yapıldığına baktığımızda durum daha da bir vahamet kazanıyor. Çünkü bakıyorsunuz, “azgın” olduğu iddia edilenlerin yaptıkları tek şey, demokrasinin abc’sini savunmak olmuş. Parlamentoya karşı girişilen bir askeri darbe teşebbüsüne karşı parlamentoyu savunmuşlar. Azgın bulunan, aşırı bulunan bu. Dünyanın her yerinde içinde birazcık demokrasi nosyonu olan herkesin karşı çıkacağı bir durum, önce hukuk dışı bir “makul” çerçevesi çizilip “makul olmayan bir tutum” olarak niteleniyor ve aşırılıkla, azgınlıkla eleştiriliyor. Peki nedir bu bitmeyen tepkinin sebebi? Darbenin üstünden on yıl geçmesine rağmen, hâlâ darbecilere değil, darbecilere karşı demokrasiyi savunanlara karşı duyulan bu öfke nereden kaynaklanıyor? Şimdi işin aslına gelelim:

Bu öfke şahsi bir meseleden kaynaklanıyor. Gerçek şu ki, 28 Şubat günlerinde hem darbeyi yapanlar hem de açık ya da gizli bu darbeye destek verenler, sözde “tehdit” olarak gördükleri Milli Görüşçülerden de, Erbakan’dan da, Şevki Yılmaz’lardan da, Sincan’da müsamere yapanlardan da daha çok bu “azgın demokrat” dedikleri insanlara öfkelendiler.

Çünkü onlar oyunbozandı. Çünkü onlar, 27 Mayıs’tan bu yana her darbede oynanan oyunu bozdular. Halka anlatılan öcü masallarının gerçek olmadığını, bu masalları “kurtarıcıların” uydurduğunu anlattılar. Bu, aydınların darbe karşısındaki ilk ciddi bölünüşüydü. İlk defa, darbenin mağdurları aydınların bir kesimini darbecilerin yanında değil, kendi yanlarında buldular.

Geleneksel tablo bozuldu. Yaratılmak istenen “mürteci-çağdaş” saflaşması suya düştü. Şapka düştü kel göründü... Sadece “kendine demokrat” olanlar, işte bu yüzden demokratları asla affetmiyorlar ve affetmeyecekler. “Azgın demokratlar” onlara hep, demokrasinin dar boğazında yaşadıkları o hazin çuvallayışı hatırlatacak; onlar olmasa hiçbir zaman su yüzüne çıkmayacak olan o utanç verici ilkesizliği... Ben bu öfkeyi gayet iyi anlıyorum. Ve inanın, çuvallayışın kendisi kadar hazin buluyorum.

Bugün, 2 Mart 2007

Gülay GÖKTÜRK

03.03.2007


 

Hükümet frene bastı

Avrupa’nın başkentinde, Türkiye’nin müzakere sürecine ilişkin verilebilecek en iyi yanıt olsa gerek:

“Müzakerelerin uyku sürecinde kalmasından her iki AB de memnun...”

Yani, hem Avrupa Birliği, hem de Başmüzakereci, Devlet Bakanı Ali Babacan...

Nedenlerine gelince..

Türkiye AB Karma İstişare Komitesi’nin (KİK) dün Brüksel’de yapılan 22’nci toplantısına da yansıdığı gibi...

Anayasa derdi olan ve gittikçe tam üyelerinin kamuoyunda bile güç kaybına uğrayan, bir de seçim süreciyle boğuşan Avrupa Birliği’nin Türkiye ile uğraşacak hali yok...

Her ne kadar, istatistik, ekonomik ve mali politikalar, mali kontrol, işletme ve sanayi alanlarında başlıkların açılması için Türkiye’den tutum belgesi bekleniyor olsa da AB’nin çok istekli olduğu söylenemez.

Hükümetini temsil eden; Başmüzakereci, Devlet Bakanı Ali Babacan açısından bakılırsa da durum farklı değil.

Çünkü AB’ye tam üye olan ülkelerin hemen hepsinde, müzakere sürecini yaşayan hükümetler seçimi kaybetmiş...

AK Parti hükümetinin de seçim yılında müzakerelerin donuk seviyede kalmasından memnun olmasını yadırgamamak lazım.

Babacan da dün sivil toplumun “bizi dışlıyorsunuz” diye eleştirdiği KİK toplantısında, 10 Ocak’ta yeni stratejilerini bürokrasi ile belirlediklerini, en geç nisan başında kriterlere ilişkin 2013 yılına kadarki çalışma takvimini açıklayacaklarını söyledi.

***

Lagendijk: Frene basıldı

Konunun uzmanlarının görüşüne gelirsek...

Önceki akşam Erdoğan ile görüşmek için Ankara’ya gelişinde Esenboğa Havaalanı’nda karşılaştığım Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk sohbetimizde şöyle dedi:

“Her iki taraf da bu dönemde frene basıyor. Her iki tarafın seçimleri bitince yeniden başlar...”

Zaten dün Brüksel’de yapılan Türkiye- AB Karma İstişare Komitesi’nin 22’nci toplantısına yansıyan hava da benzerdi.

***

TOBB’un tepkisi

KİK toplantısı için Brüksel’e gelen TOBB Başkanı Rifat Hisarcıkloğlu da uçaktaki sohbetimizde 2008’e kadar fazla bir gelişme beklemediğini söyledi.

Tepkisi ise hükümetin, AB sürecindeki çalışma yöntemine...

KİK toplantısında da dün kayda geçirdiği gibi hükümetin AB sürecinde sivil toplum örgütlerini dışarıda bırakıp, bürokratlarla yola devam etmesine tepki gösterdi:

“AB uzun soluklu bir iş, oysa kamu bürokrasisi şu an seçimde aday olup olamayacağına veya bakanlığa kimin gelip gideceğine bakıyor. Siz bu bürokratik yapı ile nereye kadar gidersiniz?..”

Sabah, 2 Mart 2007

Muharrem SARIKAYA

03.03.2007


 

Faiz oyunu

IMF Başkanı Rato, “Japon yeni üzerinden kâr etmek isteyen ‘Carry Trade’ciler Türkiye ve Brezilya’ya gidiyor. Bu tehlikeli bir gelişme. Sonuçta küresel dengesizlikleri derinleştirecek döviz hareketlerine yol açabilir” dedi. Nedir bu “Carry Trade” denilen şey?

Bir zamanlar sokaklarda “Bul karayı, al parayı”cılara rastlanırdı. Bunlar, ikisi kırmızı, biri siyah üç oyun kâğıdını kullanarak saf ve bakir insanların cebinden para tırtıklarlardı.

Günümüzde bu işler kurumsallaştı. Para tırtıklama işini artık “Bul karayı, al parayı”cılar değil, bu iş için kurulmuş müesseseler yapıyor. Hem de bu iş artık “küresel bazda” yapılıyor. Oyunun adına İngilizce “Cary Trade” deniliyor.

Para tırtıklamada artık üçkâğıtçıların kullandığı “oyun kâğıtları” yerine “faiz” kullanılıyor.

“Carry Trade” oyununda yüksek faizi göze alarak oyuna katılanların ya aklı yok, ya çok saflar ya da zaten kaybedeceklerini kaybetmişler demektir.

***

Krediyi ucuz al, pahalı sat

Çünkü, “bul karayı, al parayı” oyununda olduğu gibi, bu oyunda da yüksek faizi oyuna sürenlerin hiçbir şekilde kazanma şansları yok. Oyuna girerken ne kadar kaybedecekleri belli.

Oyun şöyle oynanıyor: (“Meselâ” diye anlatmıyorum. Gerçek rakamları arz ediyorum). İngiltere’nin Londra şehrinde konuşlanmış, adlarına “yatırım bankası” denilen kuruluşlar var. Şimdilerde dünyada “Carry Trade” oyunuyla “ütülmeye” en müsait ve de uzun süredir “ütülmekten bıkmayan”, kaybettiğinin farkında olamayan tek ülke Türkiye olduğu için, bu kuruluşların en fazla ilgilendikleri ülke Türkiye... Türkiye’yi “ütmek” için de bizim yurtdışında en iyi okullarda yetişmiş, en başarılı gençlerimizi çalıştırıyorlar. Açık anlatımıyla, bizi, bizim çocuklara “üttürtüyorlar”.

Londra’daki bizim dâhi çocuklar Japonya bankalarından borçlanıyorlar. Japonya’da faiz yüzde 0.50 oranında. Bu düşük oranın biraz üzerinde Japon parası alıyorlar. Japon parasını dolara çeviriyorlar.

***

0.50’ye al, 20’ye sat

Dolara çevirdikleri parayı ABD’de yüzde 5 dolayında faize yatırsalar da kâr ederler ama, onların hedefi dünyada en yüksek faizi veren ülke... Dünyada yüksek faiz şampiyonu ülke hangisi? Tabii ki Türkiye.

On yıllık hazine bonosu faizi ABD’de yüzde 4.70, euro ülkelerinde yüzde 3.80, Brezilya’da yüzde 12.94, Arjantin’de yüzde 9.50 dolaylarında iken, Türkiye’de yüzde 20 dolayında.

Japonya’dan yüzde 0.50 dolayında faizle borçlandıkları parayı Türk Hazine’sine YTL karşılığı yüzde 20 dolayında faizle borç veriyorlar. TC Merkez Bankası, YTL’nin değerini düşük tutmak için “aslanlar gibi mücadele verdiği” ve bu konuda “IMF’ye de yabancılara güvence verdiği” için, devalüasyondan korkmuyorlar... Devalüasyon olsa da “üç yıldır Türkiye’yi ütmekle kasalara giren para yeter de artar” diyorlar.

Sakın ha... “Abartıyorsun... Ütülen falan yok” demeyiniz. Bütçeye bakınız: 2007 yılında halkın cebinden çıkan vergilerin (yüzde 34’ü) 53 milyar YTL faize gidecek. Bu çarkın dönmesi için bütçeden faiz dışına 36 milyar YTL para ayrılacak.

Milliyet, 2 Mart 2007

Güngör URAS

03.03.2007


 

Darbeler çözüm değil

Diyorlar ki, ‘Kürtler bağımsızlığını ilan eder.’ Edemez! Aynı haklar tanınırsa niye ayrılmaya kalksınlar?’ ‘Kerkük’te haklarımız var ama gidip de işgal etmemize karşıyım. Türkiye, Kerkük’e girerse bütün dünyayı karşısına alır. Kürtlere kardeş muamelesi yapmalıyız. Kaç senesi var bilmem ama Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir.’ ‘Meclis’e komünist de İslamcı da giriyor. Bu [DTP] da girsin. Biz seçim barajını, bu partiler Meclis’e giremesin diye çıkarmış değiliz.’ ‘Leyla Zana’nın randevu talebi olmadı. Ama olsa görüşürüm. Kimseden çekinmem.’ ‘Biz istediğimiz kadar ‘hayır’ diyelim, orada bir Kürt devleti kuruldu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, ‘Düşmanımızla bile konuşmalıyız’ sözlerine katılıyorum’.

12 Eylül Cuntasının lideri Kenan Evren söylüyor bunları. Hani ‘Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’u çıkararak, ‘her devletin tanınmış birinci resmi dili dışındaki dillerde yayın’ı (Kürtçe’yi kastediyor) yasaklayan 12 Eylül’ün lideri Evren. İnsanların ana dilini yasaklamak gibi akıl ve vicdan dışı bir girişimle durduk yere huzuru ve barışı bozan askeri darbenin lideri Evren. Diyarbakır Askeri Hapisanesi’nde cehennemi yaşatan, orada bulunup da intihar eden veya kendisini yakan insanların arasından kurtulanın doğrudan dağa çıkmasına, onbinlerce insanın canına mal olan çatışmaların yaşanmasına, yani oradaki cehennemin tüm ülkeye yayılmasına sebep olan 12 Eylül’ü kotaran Evren.(...)

Şimdi bu kişi, geçmişte dile getirmiş olsaydı tarihin bu kadar acılı yaşanmamasını mümkün kılacağı kesin olan bu sözleri söylüyor.

Bu durumda ne yapmalı? Ona duyduğumuz içerlemeyle, ‘şimdi mi söylüyorsun?’ mu diyeceğiz?

Hayır, eğer adalet ve barış gibi değerlerle, bu ülkenin geleceğiyle, bu toplumun huzuruyla ilgili endişelerimiz varsa, bu lükse sahip değiliz demektir. Doğruyu kim, ne zaman söylüyorsa söylesin, ona sahip çıkmak ve desteklemek zorundayız. Tıpkı DYP lideri Ağar’ı dinlememiz, dile getirdiği doğruların üstünü onun geçmişiyle örtmememiz gerektiği gibi.

İttihat Terakki’den beri bütün muhtıra ve darbeler bu ülkeye, bu topluma tamiri imkânsız zararlar verdi. Asker mantığıyla siyasi ve sosyal sorunlara kestirmeden ‘çözüm’ getirmek için yapılanlar, sosyal bünyemizde onulmaz yaralar açtı. Ama bütün bunlar yaşandığına ve geçmişi geri getirmek mümkün olmadığına göre, eğer bugün, yaşanan onca acının da öğreticiliğiyle biri çıkıp ezberi bozacak sözler söylüyorsa, ona kulağımızı tıkamamalıyız.

Evren ne yapar bilmiyorum, ama İspanya’da demokrasi tesis edilebildiyse ve Bask sorununa barışçı çözüm bugün geçmişe göre çok daha ulaşılabilir bir hedef haline geldiyse, bu sadece Kral’ın ve demokratik güçlerin gayretiyle olmadı. Geçmişte Franco’nun saflarında görev yapmış, ETA sempatizanlarına karşı cinayete varıncaya kadar ‘şahin’ yöntemler uygulamış, ama zaman içinde sosyal sorunların böyle çözülemeyeceğini görmüş olan vatansever asker ve sivil bürokratların da hatırı sayılır katkısıyla oldu.(...)

Star, 2 Mart 2007

Berat ÖZİPEK

03.03.2007


 

Büyükanıt’ın kurumsal görüşleri

28 Şubat tartışmaları hararetli oluyor. “Olmalı mıydı, olmamalı mıydı? Kim haklıydı?” derken, RP-Yol iktidarı 10 yıl yeniden sorgulanırken, “28 Şubat mantığı ve ruhu” yanı-başımızda bitiverdi; daha doğrusu tartışmaya katılıverdi.

Org. Büyükanıt’ın ABD’de sarfettiği, hükümete Irak politikası dikte eden sözlerinin Başbakan tarafından “onun kişisel görüşü” olarak yorumlanması askerden itiraz gördü.

Asker, Genelkurmay Başkanı’nın sözlerini “tabii olarak kişisel olmayıp Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurumsal görüşü” olarak açıkladı dün.

Aslında bu açıklamanın açıklanmamış devamı var…

Onu da biz yazalım:

Tabii olarak bu sözler sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurumsal görüşü olmakla kalmayıp, tüm zinde güçlerin ve devletin görüşüdür…

Peki demokrasi oyununun içinde bu kabul edilebilir bir durum mudur, bu?

Kuzey Irak’ta kiminle görüşülüp görüşülmeyeceğini hükümetin elini kolunu bağlar şekilde asker açıklayabilir mi?

Başbakan’ı durumu idare itecek açıklamalara itip, ardında da “Benim görüşüm budur, kıvırmayın” diyebilir mi?

Ne yazık ki elit bir çoğunluğa göre bu normal bir durumdur.

Bazısı durumu hükümetin zaafıyla ve ifade ettiği tehlikeyle açıklar, bazısı devlet politikalarının hükümete rağmen esas ve sürekli olmasıyla…

Velhasıl bu topraklarda sorun sadece askeri vesayet sisteminde değildir. Mesele sadece cumhurbaşkanlığı krizine doğru askerin muhtemelen kriz çıtasını yükseltmek için vesile aramasıyla açıklanamaz…

Sorun aynı zamanda söz konusu “çoğunluk”tadır…

Ve bu çoğunluğu üreten, askeri vesayet rejimini meşru kılan bundan 10 yıl önce yaşanan o ünlü süreçtir, 28 Şubat’tır.

Zira 28 Şubat bu yönüyle, basın üzerinden türlü “andıç”lar çerçevesinde “psikolojik harekatlar”la yönlendirilen, endişeleri derinleştirilen kamuoyundan gelen destekle siyasetçiye ve siyasî alana yönelmeyi, yarı aktif, sürekli bir müdahale tarzını benimsemeyi ifade eder.

Dahası demokratik kurumların ve zihinlerin bu çerçevede askerileştirilmesine, askeri olanın tabiileştirilmesine işaret eder.

Bu tabiileşme süreci, Kürt sorunundan laiklik tartışmalarına değin demokratik öneri ve fikirleri, meşru kurum ve yapıları hedef almakla kalmamış, bu çerçevede YÖK’ten başlamak üzere bütün devlet kurumları ve basın bu yönde yönlendirilmiş ve kullanmıştır. Ana hedef, tektip toplum yaratmak, oradan güç alarak siyaset üretmek, siyasete müdahale etmek olmuştur.

Demokratik kurumların işleyişinin askerileştirilmesini hafife almamak gerekir…

Zira bu askerileştirilmenin, asker açısından altını çizdiği hususlar şunlardır:

Kürt sorununa yönelik ekonomik-sosyal tedbirlerin üretilmesinde, Güneydoğu’ya ilişkin bakanlık bütçelerinin asayiş komutanlıkları tarafından yönetilmesinde, TÜSİAD, medya ve yargı mensupları ile kurulan yönlendirici temaslarda, İçişleri Bakanlığı’nı atlayarak valilikler vasıtasıyla MGK kararlarının uygulatılmasında YÖK ve üniversite rektörleri ile kurulan doğrudan ilişkilerde olduğu gibi, sadece siyaset ve siyasetçiye müdahale etmekle yetinmemek, bizzat siyaset yapmak ve üretmek, başka bir deyişle iç ve dış politikadaki temel konularda siyasî karar mekanizmasını ikame etmek…

Genelkurmay Başkanı şimdi de Kuzey Irak’la ilgili olarak aynı oyuna devam ediyor…

Ve arkasında toplumsal destek buluyor…

Vahim olan budur…

Yeni Şafak, 2 Mart 2007

Ali BAYRAMOĞLU

03.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004