Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur'ân'ı kolaylaştırdık. Fakat düşünüp ibret alan nerede?

Kamer Sûresi: 17

10.03.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Âlimlere uyunuz. Çünkü onlar dünyanın kandilleri, âhiretin de lambalarıdır.

Câmiü's Sağîr, c: 1, no: 53

10.03.2007


Bizler uzun bir seferdeyiz

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, Müslümanları ecnebî âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’ân Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar:

“Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâla, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.

“Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur’ân’ın sadasını dinleyecek olursan, o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Batıl itikadınız gibi, ebedî bir firakla dağıtacaktır. Ve keza, önümüzde idam sehpaları kurulmuştur. Eğer iman, îkanla Kur’ân’ın irşadını dinlersen, o sehpa ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i ahirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

“Ve keza, sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır. Eğer Kur’ân’ın ilaçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahman’ın ziyafetine şevk ve iştiyaka inkılap edecektir. Acz ve zaafımız da Kadir-i Mutlakın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

“Ve keza, bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kur’ân’ın güneşinden, Rahman’ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekâla. Ve illâ sükût ediniz. Kur’ân’ı dinleyelim, bakalım ne emrediyor: ‘Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin.’ (Lokman Sûresi, 31:33.)

“Hülâsa: Ayık olan sana tabi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiyeyle veya felsefenin dalaletiyle veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşrep ve mesleğine tabi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izaleyle ayıltacaktır.”

Mesnevî-i Nuriye, s. 186

Lügatçe:

zulümat: Karanlık.

tilmiz: Öğrenci.

ittiba: Uyma.

şeair-i İslâmiye: İslâma ait semboller.

firak: Ayrılık.

sefine-i Nuh: Nuh’un (as) gemisi.

rikkat-i cinsiye: İnsanın kendi cinsinden olana acıması.

10.03.2007


Zulmedilen nefisler

Namazın önemini ve kıymetini—yediden yetmişe, âlimden cahile—herkesin anlayacağı veciz bir dille ortaya koyan Dördüncü Söz gibi bir metni bulmak zordur. Dördüncü Söz, insanın hayatını ve hayatının rotasını, istikametini temelden etkileyen önemli bir Nur Risâlesi olması sebebiyle, her okunuşunda ruhta, kalpte ve hatta nefis gibi duygularda ayrı bir iz bırakır.

Dördüncü Söz’ü son okuyuşumda “Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder” cümlesinde geçen “ne kadar nefsine zulmeder” ifadesi beni epey düşündürdü.

Risâle-i Nur’un dili ve üslûbuna dair İslam Yaşar’ın “Kelimeyi canlı bir varlık olarak kabul eden ve kullandıkça büyüyüp yeni mânâlar kazanacağını, zihinlerde farklı tedailer husûle getireceğini düşünen Said Nursî, kelimelerini seçerken, Sinan’ın mabedine taş, Itrî’nin tamburuna tel, Karahisarî’nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti gösterdi” sözünün ne kadar doğru ve yerinde bir tesbit olduğunu bir kez daha tasdik etmeme vesile oldu.

İnsanın namaz kılmaması ya da namazına olması gereken değeri vermemesi neden nefsine zulmetmek anlamını taşımaktaydı?

Nefse zulmetmek tabirinin izi sürüldüğünde Kur’ân’da ve Kur’ân’ın çağımızdaki tefsiri olan Risâle-i Nur’da birçok defa kullanıldığı dikkati çekmekteydi. Hz. Âdem (a.s.) Cennette yasak meyveyi yedikten sonra “Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muâmele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz” (A’raf, 7/23) diyerek hatasını itiraf etmişti. Hz. Yunus (a.s.) karanlıklar içinde kaldığında “Ben gerçekten nefsine zulmedenler oldum” (Enbiya, 21/87) diye duâ etmişti. Hz. Musa (a.s.) da birinin ölümüne sebep olduğunda “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet” (Kasas, 28/16) diye duâ etmiş ve affa liyakat kazanmıştı. Belkıs ise Hz. Süleyman’ın billurdan döşenmiş köşküne girdiğinde yanlışının farkına varmış ve “Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” (Neml, 27/44) diyerek hidayete ermişti.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de başta Nuh, Âd, Semud ve Medyen halkı gibi semavî musibetlere uğrayan kavimleri delil göstererek, inkâr ve isyan duygusu taşıyanları “Allah onlara asla zulmediyor değildi, fakat onlar kendilerine/nefislerine zulmediyorlardı” (Âl-i İmran, 3/117; Tevbe, 9/70; Yunus, 10/44; Nahl, 16/33; Ankebut, 29/40; Rum, 30/9) diyerek defalarca ikaz etmiştir. Bir kısım âyetlerde ise ikazın şekli “Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar nefislerine zulmettiler” (Hud, 11/101; Zuhruf, 43/76; Nahl, 16/118) tabirine dönüşmüştür.

Yine “kendilerine/nefislerine zulmetmek” ifadesi Kur’ân’ın bir kısım âyetlerinde Allah’ı inkâr etmek yâda şirk koşmak (Bakara, 2/51; Nahl, 16/28; Kehf, 18/35; İbrahim, 14/45), bir kısım âyetlerde nimetlere karşı nankörlük etmek (A’raf, 7/160; Sebe, 34/19), bazı âyetlerde kötülüklere ve günahlara dalmak (Al-i İmran, 3/135; Nisa, 4/64, 97, 110; Mü’minun, 23/107; Tevbe, 9/36; Fatır, 35/32; Saffat, 37/113) ve bir kısım yerlerde ise Allah’ın âyetlerini önemsememek, emirlerini dinlememek veya yalanlamak (A’raf, 7/177; Talak, 65/1; Bakara, 2/231) mânâlarında kullanılmıştır.

Risâle-i Nur’da ise insanın kendi nefsine zulmetmesine açılım getiren yerlerin belki de en önceliklisi Altıncı Söz olsa gerektir. Bu Söz’de insanın kendisine emanet olarak verilen çok kıymetli cihazları, mahiyetindeki duygularını ve organlarını en kıymetsiz şeylerde kullanarak nefsine zulmetmesinden bahsedilmiştir. Misal olarak ise akıl, göz ve dilin üzerinde durulmuştur. Rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açabilmesiyle “tılsımlı bir anahtar” olabilen aklı, bütün zamanlardaki acıları ve korkuları hissettiren zararlı bir âlet konumuna düşürmenin nefse ne derece büyük bir zulüm olduğu anlatılmıştır. Aynı şekilde kâinat kütüphanesinin uzman bir gözlemcisi olan gözü ve eşsiz kudret sofralarının şâkir bir müfettişi olan dili yaratılış hikmetleri dışında kullanmanın ne derece büyük bir haksızlık ve zulüm olduğuna dikkat çekilmiştir.

Cenâb-ı Hakkın bütün isimlerini eksiksiz gösterebilme istidadına sahip mânâsında Samed aynası olan kalbi de insan zulümden, zulümattan uzak tutması aynı derecede önemlidir. Cenâb-ı Hak kalbi kendi muhabbeti için yaratmıştır. Oysa her bir günah kalbi karartan ve iman nurunu çıkartıncaya kadar katılaştıran küçük manevî bir yılan mahiyetindedir. Bu açıdan bilerek, severek ya da pişmanlık duymaksızın günah işlemek, ebedî hayatı tehdit ettiği ve kalbi elmastan kömüre dönüştürdüğü için insanın kendisine zulmetmesinden başka bir şey değildir.

Bu anlamda aslında insanın kendisine emanet edilen çok değerli maddî, manevî cihazlarını Allah’ın birer emaneti bilinciyle, Onun adına ve Onun izni dairesinde kullanması âdil ve hikmetli bir davranıştır. Diğer taraftan gaflet, zayıf inanç ya da küfür sebebiyle bu cihazları nefs-i emmâre hesabına kullanması hem emanete ihanet, hem de yaratılış amacı dışında kullanıldığı için gerçek kıymetini kaybetmesi sebebiyle nefse zulüm anlamına gelmektedir.

Yirmi Üçüncü Lem’a’nın Hatimesi’nde namazı terk etmenin nefse zulüm olduğu şöyle açıklanmıştır: “Hem o târikü’s-salât, kendi kendine malik olmadığı için, kendi malikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.” (Lem’alar, s. 193) Doktorunun tavsiyelerini ve telkinlerini özgürlüğünün kısıtlanması ve bir baskı olarak algılayan bir hasta misâli, insanın Allah’ın emirlerini dikkate almaması ve “Benim ibadetime ne ihtiyacı var?” diyerek itiraz etmesinin anlamsızlığına dikkat çekilmiştir. Bu sır gereği hem Allah’ın emaneti hem de kulu olan nefsin, ibadeti terk ederek kendine zulmetmesi sebebiyle Kur’ân’da sürekli ikaz edilmesinin ne derece anlamlı olduğu vurgulanmıştır.

Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi ruhun ve kalbin de manevî ihtiyaçları vardır. Namaz ise insanın bu manevî ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılar. Üstad, Yirmi Birinci Söz’de namazın kalbin gıdası, ruhun âb-ı hayatı ve lâtife-i Rabbaniyenin hava-i nesîmi olduğunu söylemiştir. Bedenin her gün ekmek yemeye, su içmeye ve havayı teneffüs etmeye ihtiyacı olması gibi manevî cihazlarının da benzer şekilde manevî ihtiyaçları vardır. Namaz kılmayan biri manevî ihtiyaçlarını karşılamadığı için kalbî ve ruhî sıkıntılara, hastalıklara maruz kalmaktan kurtulamayacaktır. Bu açıdan söylenebilir ki, namazın terk edilmesi aslında insanın kendisine manevî ve psikolojik bir zulmünden başka bir şey değildir.

Cenâb-ı Hak adaleti ve hikmeti gereği, güzel ahlâkın ve iyiliklerin içine ahiretin sevaplarını andıracak manevî lezzetleri ve kötülüklerin içine de ahiretin azabını hissettirecek manevî cezaları yerleştirmiştir. Muhabbet, hürmet, merhamet, kanaat, hüsn-ü zan, tevazuu vb. duygular ve davranışlar Kur’ân’ın emrettiği güzel ahlâkî değerlerdir. İnsan bu ahlâkla yaşadığında kısa dünya hayatını da Cennete çevirebilir. Diğer taraftan düşmanlık, saygısızlık, öfke, israf, sû-i zan ve kibir gibi duygular ise insanı daha dünyadayken ebedî azabın kalbî, ruhî ve vicdanî sıkıntılarını yaşamasına sebep olur. Bu gerçekten hareketle insanın Cenâb-ı Hakkın yasaklarını dikkate almaması ve kötü ahlâk sahibi olması, aslında–farkında olsun, olmasın—hem dünyevî, hem uhrevî açıdan kendi nefsine zulmetmesine yol açıyor.

Bu gerçeği destekler mahiyette, Uhuvvet Risâlesi’nde kötü ahlâktan olan kin ve düşmanlığın hem nefse, hem mü’min kardeşine, hem de Allah’ın rahmetine zulüm olduğundan bahsedilir. Bunun sebebi ise şu cümlelerle açıklanır: “Çünkü kin ve adavetle nefsini bir azâb-ı elimde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.” (Mektûbât, s. 257)

Risâle-i Nur’da, insanın nefsine zarar vermesinin önemli bir sebebi olarak, dünya işinde onda bir zarar ihtimali olan bir şeyden kaçındığı halde, ahiret işinde onda dokuz zarar ihtimaline rağmen o şeyi terk etmemesi yanılgısına dikkat çekilmiştir. Yine aynı mantıkla ahiret işinde onda dokuz yararlı olan bir şeyi terk etmenin ne derece anlamsız ve faydasız olduğu vurgulanmıştır. İşte, dünyada kalbin ve ruhun gıdası, kabirde manevî gıda ve ışık, Büyük Mahkemede berat senedi ve Sırat Köprüsünde nur ve burak olacak olan namaz ibadetinin ihmali ya da terk edilmesi, kıyas kabul etmeyecek derecede insanın kendisine zulmetmesidir.

Sonuçta, Gani olan Allah’ın ibadetler dâhil kullarından gelecek hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Başka bir ifadeyle insan küfrüyle, günahlarıyla ya da başta namaz olmak üzere ibadetini terk etmesiyle Allah’a zarar vermiş de olmaz. İbadetini terk eden ancak kendi nefsine zarar verir, zulmeder. Hem dünya hayatında, hem de ahirette maddî, manevî elemleri, sıkıntıları omuzlamak durumunda kalır. “Zarara kendi rızasıyla gidene merhamet edilmez” prensibi gereğince de şefkat ve merhamet hakkını bütünüyle kaybetmekten kendini kurtaramaz.

[email protected]

Mustafa Said İŞERİ

10.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004