Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

CHP: “Dünyadaki bütün muhalif gazeteciler alçaktır...”

Varlık sebepleri “Taraf “ olmaktan kaynaklanan siyasetçilerin tarafsız olmasını bekliyoruz. Buna karşı gerçekten tarafsız olmaları gereken kamu kurumları “Bize taraftar olanlar” diye listeler yaptıkları zaman “Ama siyasetçiler de böyle listeler yapmıyor mu” diye, mazeretler üretiyoruz.

Tabii ki her kişinin de, her partinin de kendilerine özgü “Sevdiklerimiz “ ve “Sevmediklerimiz” içerikli listeleri vardır. Özellikle siyasetçiler bunu her dönemde yapar. İktidarlar da, kendilerine karşı olanları hiç sevmez.

“Tek Parti” CHP’nin yayın organı Hakimiyeti Milliye’nin (sonra Ulus olacaktır) 1930 yılı 29 Teşrinisani (Kasım) günü yayınlanan Falih Rıfkı imzalı başyazısını açıp okuyun mesela... Unutmayın ki bundan 12 gün önce Serbest Fırka kapatılmıştır.

Falih Rıfkı (Atay) CHP’nin görüşü olarak şunları yazar:

- Hiç şüphe etmeyiniz, bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi bir kelime ile alçaktır. Balkanlardan Amerika’nın öbür ucuna kadar böyle mahluklar, casus ve baba katili gibi en iğrenç mücrimlerle bir sıraya konulur ve şahsi hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilemez. Biz ise gazete denilen müesseseyi teslim etmişiz.

PARTİ DEVLET

O dönemin alçak muhalifleri Selim Ragıp (Emeç), Ahmet Emin (Yalman), Hüseyin Cahit (Yalçın) gibi isimlerdi.

“Tek Parti” aynı zamanda “Devlet “ de olduğu için, muhalif gazetecilerin mesleklerine devam etmesi de pek mümkün olmazdı. Örneğin Başbakan İnönü’nün 1 Haziran 1936 tarihli genelgesi ile İçişleri Bakanı CHP’nin Genel Sekreteri, valiler de CHP’nin il başkanları olmuşlardı. Aynı yıl kurulan Basın Birliği de Türk gazetecilerine “Devrim prensip ve ideallerinin geniş halk yığınları içinde yayılması için en kuvvetli bir propaganda organı” olmak görevini vermiştir.

Sonra çok partili demokrasiye geçilirken, muhalif gazetecilerin alçak olmadıkları konusunda yeterli düşünce alıştırmaları yapıldı. Ama Demokrat Parti de iktidar olunca kendince listeler yaptı basına dönük. Bu da yetmedi, muhalif gazeteciler cezaevlerine (Mesela Hüseyin Cahit Yalçın ) gönderildi.

KARA LİSTELER

Aradan sade yıllar geçmedi. Bir yüzyıldan diğerine geçtik.

2007 yılında eğer hâlâ bir “Devlet kurumu” Türk basınının mensuplarını “Sevdiklerimiz” ve “Sevmediklerimiz” diye listeliyorsa, bu olsa olsa bir anakronizmdir. Yani zamanı şaşırmak, kendini mesela 1930’larda yaşıyormuş sanmaktır.

Siyasi partiler de siyasi iktidarlar da böyle listeler yapabilir. Ama mesela bir başbakan veya bir parti genel başkanı kamuoyunu temsilcilerinin izleyeceği bir basın toplantısı veya bir etkinlik yapıyorsa, buna “Şunlar kara listede” diye bazı gazetecilerin girmesi yasaklanamaz. Bu liderler sadece gezilerine ve sınırlı sayılı davetlerine çağıracakları kişileri, kendileri seçebilir.

Nokta’nın açığa çıkardığı “Genelkurmay Listesi “ne göre ise, kara listeye alınan isimlerin ve tümden kara listelenen gazete temsilcilerinin, Genelkurmay’ın basın toplantılarını izlemesi bile mümkün değilmiş.

BRİFİNGLER

28 Şubat’ta da Genelkurmay’daki brifinglere her meslekten insanları çağırıp, psikolojik savaşın bir cephesini oluşturmuştu Batı Çalışma Grubu. Yüksek yargı organlarının mensupları bile, bir işaretle ayağa kalıp, kendilerini bilinçlendirenleri alkışlıyorlardı. Bunu gazetecilere de yapıyorlardı. Bu brifinglerden birini gazetesi adına izleyen Türkiye Başyazarı rahmetli Yalçın Özer’in, toplantının ortasında “Siz kara listedesiniz. Salonu terk edin” diye bir görevli tarafından dışarı çıkartıldığını duyunca kahrolmuştum.

Son kara listeyi (veya andıçı) kimin sızdırdığını bulmak, bu listeyi hazırlayanların sorunu. Ama bu listeyi kimlerin hangi anlayış içinde hazırladıklarını, hepimiz merak etmiyor muyuz? Genelkurmay’ın bu tür listeleri ile Başbakanlığın gazete yayınlarını değerlendirmesi arasında paralellik kurup , “Ama siz de Kızılderilileri öldürdünüz “ diyen politikacıları ve gazetecileri görünce de sadece gülüyoruz.

Sabah, 10.3.2007

Mehmet BARLAS

11.03.2007


 

Asker, ‘devlet içinde devlet’ olmamalı!

Kafam karışık değil, berrak... Demokrasi konusunda da, cumhuriyet konusunda da gayet berrak...

Bugün Türkiye’de demokrasi ile cumhuriyeti karşı karşıya getirmek isteyenler, çok iyi biliyorum, demokrasiyi hiç sevmiyorlar.

Ya da bu gibilerin kafası demokrasiyi hiç almıyor.

Bu kafada olanlara göre demokrasi, Türkiye’de cumhuriyeti ham yapabilir, öldürebilir. Yani laiklik güme gider, şeriat idaresi çöreklenir Türkiye’nin başına...

İnanıyorlar böyle bir tehlikeye.

Çankaya Köşkü elden giderse, asıl o zaman Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki ‘gizli gündem’i uygulamaya başlayarak laik cumhuriyeti adım adım yok edeceğini, böylece ‘İslami hayat tarzı’nı devlet ve toplum düzeninde egemen kılacağını savunuyorlar.

Onun için de diyorlar ki:

“Asker elini çabuk tutsun!”

Bütün dertleri bu, darbe!

Askere çağrı yapıyorlar.

Oysa böyle bir tutum, bu ülkeye iyilik değil kötülüktür. Bunca yıldır kaç darbe gördük, yaşadık. Hangisi iyiye götürdü ki Türkiye’yi?

Tam tersine...

Türkiye kan kaybetti. Kalkınma yarışında geri kaldı. Siyasal kutuplaşma ve cepheleşmelerden fena halde çekti. Herşeyin başı olan siyasal istikrara bu darbeler nedeniyle de uzun yıllar uzak kaldı. Aş ve iş sorununu da, demokrasi ve hukuk sorununu da çözemedi.

Bunca acı tecrübeye rağmen bugün hala askere el edenlerin galiba umurunda değil, bütün bu yaşananlar...

Ya askeri bir müdahaleye ideolojik ve psikolojik yapıları nedeniyle çok teşneler... Ya bir ihtimal asker kaynaklı bir psikolojik savaşın gönüllü aleti durumundalar...

Ya da ikisi birden...

Geçelim.

Evet, ben darbeye karşıyım. Asker, siyasete müdahale etmesin. Geçmişten bugüne bakınca, askerin siyasetle haşır neşir olmasının bu topraklara bir faydası dokunmadığını görüyorum.

Yani kafam berrak.

Bu görüşte olmak, asker düşmanlığı değildir. Bu düşünceleri taşımak, Türkiye’nin bazı temel meselelerinde askere eleştirel yaklaşmak, yazın bir kenara, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne düşmanlık değildir.

Darbelerden dolayı, siyasete müdahalelerinden dolayı askeri eleştirdim; bugün de eleştirmeye devam ediyorum. Yalnız köşe yazısı değil, kitaplar da yazdım bu konuda.

Halkın oyuyla, seçimle gelen organların, meclis ve hükümetlerin görev ve yetki alanlarının her darbe sonrasında, ama özellikle 12 Eylül’le birlikte sınırlanması ve her seferinde askerin ‘rejim koruyuculuğu’na soyunmasıyla bu ülkede siyasal ve ekonomik sorunlar ağırlaşmıştır.

Askerin Türkiye’de bazı sorunları kendi tekeline alması ve sivil hükümetlere o alanları kapatması da Türkiye’ye iyilik olmamıştır.

Örneğin Kürt sorunu bu nedenle derinleşmiştir. Güneydoğu’da yangın 12 Eylül sonrası 1980’ler ve 1990’larda bu yüzden parlamıştır. Askerin kendi tekelinde tutmak istediği Kürt sorunu ve Güneydoğu’dan dolayıdır ki, Türkiye hem kalkınma yarışında nal toplamış, hem de demokrasi ve hukuk devleti alanında ikinci sınıflıktan kurtulamamıştır.

Asker laiklik konusunu da kendi tekelinde tutmaya gayret etmiştir. Türkiye’de dinle demokrasi ilişkisi bir türlü yerli yerine oturmamışsa, İslam bir sorun olarak Türkiye’nin gerçek gündeminde yer almaya devam etmişse, bunda da askerin payı büyüktür.

Sivilin hiç mi payı yoktur?

Elbette var.

Ancak bu yazımın konusu sivil değil, asker. Siviller olsaydı, örneğin Güneri Cıvaoğlu’nun dünkü köşesinde yer alan Demirel’le başlardım yazıma.

12 Eylül 1980.

Darbenin ilk saatleri. Güneri Cıvaoğlu’nun telefonla ulaştığı Başbakan Demirel bakın ne diyor:

“Müdahaleyi yapanlar için bir şey demem. Çünkü Türkiye’nin ve benim başka ordumuz yok. Onu yıpratacak tek kelimem olmaz. Vatan millet sağ olsun.”

Tavır bu...

Ama bir de Yunanistan’ı, 1967 Albaylar Cuntası’nın Yunanistan’ını anımsıyorum. Darbe sonrası Atina’da, Yorgo Papandreu’nun ölümü üzerine meydanlara dökülen yüz binlerin protestosu gözümün önüne geliyor. Ve bazıları bugün bile hâlâ hapiste yatan darbe liderlerini anımsıyorum.

Bu konuyu da geçelim.

Çok özetlersem:

Asker, demokrasilerde devlet içinde devlet olamaz. Asker, demokrasilerde devlet içinde devlete paralel bir örgütlenme içinde olamaz.

Belki bir başka deyişle:

Asker, demokrasilerde devletin üstünde bir güç olamaz.

Ve bütün bunları söylemek ve savunmak da asker düşmanlığı değil, demokrasi ve hukuk devletini savunmaktır.

Mesele, ne mi değildir?

Mesele, Genelkurmay andıcını sızdıran köstebek değildir.

Asıl mesele, askerin hınk deyicisi olmaktır. Asıl mesele, askerin psikolojik savaşlarının aleti olmaktır. Asıl mesele, askerin nezdinde cici çocuk-afacan çocuk olmaktır.

Devam edelim.

Sorun, köstebek avı değildir!

Gerçek sorun, demokrasidir; hukuk devletidir; demokratik hak ve özgürlüklere korkusuzca sahip çıkmayı öğrenmektir.

Ve sorun, laik cumhuriyetin demokrasi içinde korunabileceğini, Türkiye’nin bu güce sahip olduğunu bilmektir.

Milliyet, 10.3.2007

Hasan CEMAL

11.03.2007


 

Askerî vesayet sistemi işte böyle birşeydir…

Türkiye’nin gazete ve gazetecilerinin bir kısmını “güvenilmez” ilan ederek, kendi ifadenizle itibarlarını düşürmeye çalışacaksınız.

Yine kendi ifadenizle “akreditasyon uygulamasıyla bunların askeri bölge, birlik ve tesislere girerek istihbarat elde etmeleri ve bunu bölücü–yıkıcı unsurlara iletmeleri ve askeri birlik, tesis, malzeme ve personele zarar vermelerinin engellenmesi amaçlanmıştır” diyerek, kimi gazete ve gazetecilere eylemci ya da eylemcinin lojistik desteği muamelesi yapacaksınız…

Bu yetmiyormuş gibi, akredite gazeteleri de satır satır takip edecek, dost ve düşman haberler, yazılar gibi değerlendirmelere girişeceksiniz. Çetin Altan’dan Umur Talu’yu uzanan bir hatta ülkenin önde gelen yazar ve yorumcularına “TSK karşıtı ve güvenilmez yazarlar damgası” vuracaksınız…

Ve her şey kaldığı yerden hiçbir şey olmamışcasına devam edecek…

Hazırladığınız andıçtan ve bunun kamuoyunca öğrenilmesinden dolayı bir mahcubiyet, bir tedirginlik, bir rahatsızlık bile duymayacaksınız…

Hedef alınan (ama bir tür suç ortağınız olduğu da ortaya çıkan) kimi basın organları “siz kimsiniz, ne hakla bunu yapıyorsunuz” demeyecek, diyemeyecek…

Hiçbir savcı “gazeteler ve gazeteciler nezdinde toplumu tefrik etmek suçu”ndan hakkınızda soruşturma açamayacak…

Muhtemelen bu tavrınızı ve bu durumu sorgulayan kişi ve yazarlara “askeri kuvvetlere hakaret gerekçesiyle 301. maddeden dava açılması” için suç duyurularında bulunacaksınız…

Dahası, belki de en vahimi “bu belgeyi kim sızdırdı” sorusunu öne alarak, kuralın ve ilkenin gerçek icabı buymuş gibi davranarak, gazetelerde köstebek avının manşetlere çıkmasını sağlayarak, yani üste çıkacaksınız…

Ne yazık ki olan bu…

Dünkü Akşam Gazetesi’nin manşeti “Genelkurmay’da Köstebek avı” değil miydi? Milliyet Gazetesi’nin birinci sayfasından konu, “Andıç Köstebeği aranıyor” diye verilmemiş miydi? Sabah Gazetesi sürmanşetten “Genelkurmay’da Köstebek Alarmı” demiyor muydu? Radikal Gazetesi bile konuyla ilgili olarak birinci sayfa için “Asker sızdıranı arıyor” başlığını tercih etmemiş miydi?

Dosya tasnif edilmiş, asker bu işten üstün ve haklı çıkmış, dolayısıyla uygulama kamuoyu gözünde tabiileşmiş ve sıradanlaşmıştır…

Askeri vesayet sistemi işte böyle bir şeydir…

Bir tek askerle kurulmaz böyle bir sistem… Vesayetin asli kurucusu vardır. Ama onun kadar önemli olan kurulmasına yardımcı olanlardır, yürütülmesine katkıda bulunanlardır…

Hatırlayın…

Akın Birdal’ın kurşunlanmasına yol açan, Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birant yanında birçok başka gazeteci, kişi ve kurumu hedef haline getiren, üstelik doğru olmayan bilgilerle oluşturulan ve gizli soruşturma safhasının gazetelerde talimat üzerine basılmasıyla sonuç veren 1. Andıç’ın kokusu hala orta yerde duruyor.

Bunu hazırlayanların bir kısmı “mutlu emekli”, bir kısmı hala görev başında… Dönemin suç ortağı yayın yönetmenleri, baş yazarları da işlerinin başında…

Ne ahlaki bir yaptırımı oldu yaşananın ne de hukuki…

Şimdi aynı isimler yeni andıçla birlikte kişisel olarak ya sessiz ya da başlarını başka yöne çevirmiş haldeler. Kurumsal olarak işi sulandırmakla, askeri haklı hale getirecek manşetler atmakla meşguller…

Askeri vesayet sistemi işte böyle bir şeydir…

Genelkurmay’da bir kez bir brifing izledim. 28 Şubat günlerinin ünlü medya brifingini… Bunun üzerine Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde, “Basının Kara Sayfası…” diye bir yazı kaleme alınca en çok meslektaşlar tarafından nasıl dışlandığımı, “asker düşmanı” ilan edildiğimi iyi hatırlarım…

Askeri vesayet sistemi işte böyle bir şeydir…

Yeni Şafak, 10.3.2007

Ali BAYRAMOĞLU

11.03.2007


 

“Askerin siyasete olan müdahalesi...”

Gazeteciler ve gazeteler meşhur Andıç’ta “TSK yanlısı ve karşıtı” olarak tasnif edilirken karşıtlar için kullanılan bir ifade var: “Askerin siyasete olan müdahalesine karşı olmak.” Bu ibarenin mefhum-ı muhalifinden TSK yanlılarının “Askerin siyasete müdahalesine destek olmak” fiilini işledikleri sonucu çıkıyor.

Mesele, basın mensuplarının bu kadar keskin hatlarla dost ve düşman olarak ikiye ayrılmasının çok ötesinde ve çok daha ciddi bir mesele. Karşımıza bir silahlı güç değil, silaha da sahip olan bir siyasî parti çıkıyor. Adeta, bir siyasî partinin taraftarlarından ve karşıtlarından; militanlarından ve sempatizanlarından bahsediliyor. “Siyasete müdahale etmek” kurumsal bir meşruiyete sahipse, o zaman bir siyasî görüşe de sahip olmak gerekir. Çevremiz sadece dost ve düşmanlardan meydana geldiğine göre, üstelik emir komuta zinciri içinde iş gören bir siyasî partiden bahsettiğimize göre kaçınılmaz olarak karşımıza totaliter bir ideoloji çıkacaktır. O zaman daha derin ve anlamlı bir soru ile karşı karşıya kalırız: Böyle bir ordunun üstlendiği aslî işlevin, yani savaş yeteneğinin ne durumda olduğu.

18 yıl önce sona eren Soğuk Savaş’ın ilkel ve iki renkli dünyasının birilerinin kafasında devam ettiği anlaşılıyor. Soğuk Savaş içinde, Sovyet tehdidine karşı ordulara gayrınizamî savaş da dahil olmak üzere bazı ilave görevler verilmişti. Güvenlik ihtiyacı yükseldikçe bu ilave görevlerin denetim dışına çıkması da o kadar yaygınlaşmıştı. Türkiye’de askerî müdahale geleneğini başlatan 27 Mayıs Darbesi, NATO şemsiyesi altında oluşan bu geniş alanda vücut buldu. Aynı zamanda orduların, rejimin bekçisi ve ideolojilerin sahibi olma rolleri gelişti. Bizdeki askerî müdahale geleneği bu yüzden Türk tarihinin ve geleneklerinin değil Soğuk Savaş dengelerinin eseridir. Nitekim bir darbe söz konusu olduğu zaman ilk hatırlanan şey de bu döneme özgü bu totaliter ve iki renkli dünya olmaktadır.

28 Şubat’ın kurmaya niyetlendiği “Stalinist İstihbarat Devleti”nin tek ilham kaynağı da bu Soğuk Savaş alışkanlıklarıdır. Siyah beyaz renklere dayalı bu dünya, 21. yüzyılın rengarenk bilgi toplumunda insanların mavi ve kırmızı olarak tasnif edilebileceği şeklinde ilkel bir siyaset ve toplum vizyonuna dayanır. İnsanları fişlemek ve totaliter bir ideolojiye hapsetmeye yeltenmek fiilen ve maddeten imkânsızdır.

28 Şubat’ın fişleme furyasının vardığı noktayı hatırlayalım. Millî Güvenlik Kurulu’nun Toplumla İlişkiler Masası, kamu kurumlarından gelen fişlemelerle baş edemediği için bu işten vazgeçmek zorunda kalmıştı. İstihbarat Devleti’nin ucu bir yerden kendini ele verdiğinde, toplum içindeki basit insanî anlaşmazlıklar bile fişlemeye konu hale getirilir. İstihbarat Devleti, bu devleti kurmaya niyetlenenlerin üzerine çöker.

Türkiye’nin uluslararası alanda itibarını ve çıkarlarını koruyabilmesi her şeyden önce ekonomik gücüne bağlı. Serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre şekillenen bu gücün ihtiyacı olan tek şey özgür bir ortam. Totaliter iki renge göre geliştirilen istihbarat sistemlerinin tehdidi altında piyasanın ihtiyaç duyduğu güveni sağlaması imkânsızdır. 28 Şubat Süreci’nde yaşananlar ile 2000 ve 2001 krizleri arasında sebep sonuç ilişkisi karşı karşıya olduğumuz tehlikenin boyutlarını gösteriyor.

Asıl sorun, böyle bir fişlemenin teknik olarak imkânsızlığı. Dost olarak kabul ettikleriniz düşman, düşman olarak kabul ettikleriniz dost olabilir. Elinizdeki tasnif araçlarının hiçbiri sağlam değil. Hatta, Ordu’nun eleştirildiği, eleştirilebildiği, özellikle siyasete müdahalesine karşı çıkıldığı bir ülkenin güvenliğine bu itirazı yapanların sağladığı katkı, belki doğrudan ordunun caydırıcılığından daha değerli olabilir.

Ordular Soğuk Savaş’ın lükslerine sahip değiller. Bu kadar karmaşık ve renkli bir dünyaya, siyasî araçları kullanarak tektip müdahalelerde bulunan bir ordu, doğrudan siyasetin içinde bir siyasî parti gibi aşınmaya başlar. O zaman endişe etmemiz gereken şey Balkan bozgunu yıllarında olduğu gibi, ordunun itibarı, caydırıcılık ve savaşma yeteneği olmalıdır.

Zaman, 10.3.2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

11.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004