Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Küresel ısınma felâketini düşünürken...

İnsanoğlunun çektiği sıkıntıların, kendi hatalarının sonucu olduğunu ima eden güzel bir ifade vardır; denilir ki:

“Hiç kuluna zulmeder mi Mevlâ’sı;

Kulun çektiği kendi cezasıdır, cezası!”

Kâinatı en güzel şekliyle şekillendiren yüce Allah, denge ve intizama dayalı muazzam bir sistem kurmuştur. İsraf ve lüzumsuzluktan uzak olan bu sistemde bütün yaratıklar birbirleriyle irtibat halindedir. Suyun, ormanın, denizin, insanın ve hayvanlar âleminin olağanüstü bir denge içerisinde birbiriyle ilişkili olduğu sayısız örneklerden anlaşılmaktadır. Beşerin eli karışmadığı takdirde kâinatta bir düzensizlik, lüzumsuzluk ve kirlilik görmek mümkün değildir.

Ne yazık ki, bugün yeryüzü ve insanlık bir yok oluş tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu muazzam ve ciddî tehlike ise, insanoğlunun vurdumduymazlıklarından ve sorumsuzca hareket edişinden kaynaklanmaktadır.

Her geçen gün, yüce Yaratıcı’nın bütün cömertliği ile yaratıp insanoğlunun emir ve hizmetine sunduğu güzelim kaynaklar—yine insanoğlu tarafından—yok edilmekte ve korkunç sona çanak tutulmaktadır.

Tabiî kaynakları kendi irade ve gücüyle—bilinçli ya da bilinçsiz—-yok eden insanoğlu—yine kendisinin ürettiği—zararlı maddelerle karşı karşıya kalmaktadır.

Küresel ısınma probleminin, insanlık için bir ölüm-kalım meselesi haline geldiğini bilmeyenimiz kalmamıştır. Bu durumda, kim kime şikâyet edilecek; ya da soruna temel bir çözümün bulunması nasıl mümkün olacaktır. Öyle ya, Dünyamızı kurtaralım da; “kimden”, “nasıl” kurtaracağız. Kirleten, tüketen, perişan eden “biz” olduğumuza göre kimden şikâyetçi olacağız ki! Petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtların bilinçsizce tüketilmesi sonucu atmosfere püskürtülen karbondioksit ve sair gazların atmosferde meydana getirdiği sera etkisiyle oluşan küresel ısınmanın müsebbibi ve sorumlusu biz değil miyiz?

Bu durumda bilinçli bir tavır değişikliği ile karbondioksit emisyonu hızla düşürülmediği takdirde, yeryüzü artık yaşanmaz bir hale gelecektir ki, bu da “insanlığın felâketi” anlamına gelir.

Kuşkusuz bütün bunlar, insanoğlunun hayat tarzı tercihinden kaynaklanmaktadır. Şu halde, tüketime dayalı hayat biçimini sorgulamadan bu illetten kurtulabilmemiz son derece zordur.

Aslında bizim yaptığımız—bir bakıma—gelecek nesillerin yaşama hakkını gasp etme anlamına gelir.

En azından vicdanen rahat olma adına, bu felâketi daha az zararla atlatabilmek veya zararı hafifletmek için—herkesin kendi çapında—yapabileceği bir katkı mutlaka vardır. Bu katkıları sağladığımız takdirde, bir nebze de olsa görevimizi yerine getirdiğimizden belki söz edebiliriz.

Bir kısım insanlar, kendi hayat felsefesini yeniden sorgulayıp tüketimi üretime dönüştürmek sûretiyle bu katkıyı sağlayabilecekken; bir başka kesim de yeşili çoğaltma sûretiyle bu kervana katılabilir.

Kalorifer kazanlarımızın, ekmek fabrikalarımızın klima ve fırınlarımızın filtrelerini kontrol edip onarmak sûretiyle binlerce kilogram karbondioksit tasarrufu yapabileceğimizi hiç düşündük mü?

Hatta tasarruflu ampul kullanmak, lüzumsuz lambaları söndürmek ve elimizden geldiğince enerji israfını önlemek hem bütçemize bir katkı, hem de küresel ısınmayı azaltıcı bir katkı olacağını unutmayalım.

Enerjiyi verimli tüketen cihaz kullanmak, su ısıtıcılarının yalıtımını yapmak, gereksiz sıcak su tüketimini önlemek, kullanmadığımız zamanlarda elektrik-elektronik cihazların fişlerini çekmek, çatıların yalıtımını düzgünce yapmak, bulaşık makinelerini dolmadan çalıştırmamak, gerekmediği sürece motorlu araç kullanmamak, kullandığımız zamanlarda da, her birimiz kendi arabasına tek başına binme yerine arkadaşlarla birlikte dönüşümlü olarak beraberce ve topluca arabalardan yararlanma yoluna gitmek, motorlu araçların motor bakımlarını yapmak... “yapabileceğimiz” işlerden sadece birkaç tanesidir.

Yaşanabilir bir dünyada, beraberce mutlu olabilmemiz dileği ile...

[email protected]

Y. Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE

25.03.2007


Bediüzzaman ve muhabbet

Üstad Bediüzzaman’ın vefatının 47. sene-i devriyesinde her yıl olduğu gibi onun hayata bakışının çeşitli yönleri ele alınmakta, Türkiye ve birçok ülkede konferanslar düzenlenmektedir. Bu yıl da “muhabbet ve sevgi” konuları ele alınmaktadır.

İnsanların fikirlerinin karmakarışık olduğu toplum hayatımızda, fikirleri ve gönülleri birleştirecek muhabbete ve sevgiye daha çok ihtiyacımız vardır. Çünkü, muhabbet ve sevgi, toplum hayatının çimentosudur. Bundan dolayı Bediüzzaman şöyle buyurmaktadır: “Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır”; “İnsaniyet ve İslâmiyet, muhabbeti gerektirir.”

İnsanların fıtratlarında var olan muhabbet duygularının açığa çıkarılması, sosyal kirliliğin önüne geçecektir. Toplumsal çöküntünün önüne ancak sevgi bağı ile geçilebilir. Bediüzzaman, “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur” diyerek muhabbete muhabbet etmenin önemini ortaya koymuştur.

“Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nur’u; ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır” diyen çağımızın Mevlana’sı Bediüzzaman’da insan sevgisinden, bir başka ifade ile muhabbetten bahsetmek istiyorum. Esasen bütün sevgilerin kaynağını meydana getiren ‘Hz. Peygamberin (asm) insan sevgisi’nden bahsetmek istiyorum.

Sevgi; hayatın meyvesidir. Sevgi; hayatın özüdür. Sevgi; hayatın esasıdır. Her şey, sevgi üzerine bina edilmelidir. Bundan dolayı Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat’ında “Biz muhabbet fedaileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur” (s. 52) diyor.

Tarihimize baktığımız zaman, bizi bir arada yaşatan unsurun inançtan kaynaklanan muhabbet ve sevgi olduğu görülecektir. Bunun sonucu da, hoşgörü ile birbirine bakmak ve olayları tolere etmektir. Bu bakış açısının, tarihimiz boyunca, etkisini kurumsal, hukukî ve idarî anlamda sürdürdüğünü söylemek mümkün. Bunun en çarpıcı ve en somut örneği Osmanlı devletinde müşahede ettiğimiz “millet sistemi”dir. Osmanlının, İmparatorluk şemsiyesi altında 26 milyon km²’lik alanda, yaklaşık 10 ayrı din ve 50 ayrı etnik gruptan 24 milyon insan yaşamaktaydı. Osmanlı, bunları kendi din, inanç, örf ve âdetlerine göre çeşitli milletlere ayırmış ve her millete kendi özel hukukunda özerklik tanımıştı. Milletler, siyasî yönden Osmanlı padişahına bağlıydı, ama kendi kültürlerini, örf ve âdetlerini özgürce yerine getiriyorlardı. Kendi dilleriyle ibadet ve eğitimlerini yapabiliyorlardı. Hatta kendilerine özgü mahkemeleri vardı.

Bu farklı dinden insanlar, 19. yüzyıla kadar huzur ve barış içinde, hoşgörülü olarak yaşamışlardır. Onları kavga ettirmeden ve gözün üstünde kaşın vardır dedirtmeden yaşatan güç, uhuvvet ve muhabbettir.

[email protected]

Halil ELİTOK

25.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004