Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O(Allah), iki denizi salıverdi ki, o denizler birbirleriyle karşılaşırlar. Aralarında ise bir engel vardır; birbirine karışmazlar.

Rahman Sûresi: 19-20

17.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah'ı büyük tanıyıp dilinizle de bunu ifade ediniz ki Allah da günahlarınızı bağışlasın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 112

17.04.2007


Kâinat kitabının mürekkebi: Nur-u Muhammedî (asm)

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o âlem-i kebîr bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.

Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mucizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor.

Mesnevî-i Nuriye,

Habbe, s. 99

***

Ve keza, insan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemalin ve belki nev-i beşerin nısfının ittifakıyla efdalü’l-halk, seyyidü’l-en’am Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır.

Mesnevî-i Nuriye,

Zerre, s. 156

Lügatçe:

İ’lem eyyühe’l-aziz: Ey aziz kardeşim bil ki.

nur-u Muhammedî: Peygamber Efendimizin nuru.

âlem-i kebîr: Büyük âlem, kâinat.

şecere: Ağaç.

tahayyül: Hayal etme.

semere: Meyve, netice.

mücessem: Cisimleşmiş.

zîhayat: Hayat sahibi, canlı.

tasavvur: Tasarlama, fikren şekillendirme.

andelîb: Bülbül.

Sultan-ı Ezel: Başlangıcı ve sonu olmayan Allah.

makarr-ı saltanat ve haşmet: Yücelik ve hakimiyetin göründüğü, açığa çıktığı yer.

tecelliyat-ı cemaliye: Güzelliğin yansımaları.

âsâr-ı san’at: San'at eserleri.

hâvi: İçine alan.

nâzır: Bakan.

münâdi: Yüksek sesle çağıran, nida eden.

teşrifatçı: Tanıtan ve ağırlayan rehber, mihmandar

Sâni: San'atla yaratan Allah.

hayretefzâ: Hayret verici.

hilkat: Yaratılış.

şecere-i hilkat: Yaratılış ağacı.

inbat: Bitirme, bitki büyütme.

ehl-i kemal: Kemal sahibi olanlar.

nev-î beşer: İnsanoğlu.

nısf: Yarı, yarım.

efdalü’l-halk: Yaratılmışların en faziletlisi, en üstünü.

seyyidü’l-en’am: Bütün mahlukatın efendisi.

17.04.2007


Mahiyeti bilinmeyen ‘ene’nin tarihçesi (Şecere-i zakkum tahlili)

İlk çağlarda ‘din-bilim’ ilişkisi

İnsanoğlu var olduğundan beri kendini ve âlemi tanımak istemiştir. Hem kendi içindeki, hem dışındaki muazzam işleyişi merak etmiş ve anlamaya çalışmıştır. “Âlem nedir? İnsan nedir? Kâinat nasıl var olmuştur? Nereden gelip nereye gidiyorum?” gibi sorular hep insan aklını meşgul etmiştir.

İnsanlık tarihinin daha ilk başlarından itibaren bu kâinattaki düzen, intizam hep dikkat çekegelmiştir. Yaratıcının bu âlemi, insanın kavrayıp, anlamlandıracağı biçimde yarattığına inanılmıştır. Dolayısıyla kâinata ve kendilerine Yaratıcının bir eseri olarak bakmışlardır. Yani din ve bilim ayrışmamış hatta din adamları aynı zamanda bilim adamı sıfatını taşımışlardır.

Kendilerini, inandıkları Yaratıcının bir eseri olarak gördükleri için, kendilerini ve etraflarında olup biten her şeyi çok dikkatle incelemişler ve kaydetmişlerdir. Yani bilimi ortaya çıkaran esas sebep, Yaratıcıya olan inanç olmuştur.

Yeryüzünde yapılan ilk tapınaklar, adeta âlemin küçük bir misâli olarak tasarlanmıştır. Bu yüzdendir ki, daha ilk zamanlardan itibaren dinî mimarî, devasa, abidevî bir özellikle yapılmıştır. Yeryüzündeki ilk tapınaklar, kiliselerdeki (Gotik dönem) gökyüzüne doğru yükselen çan kuleleri, Osmanlı’daki büyük ve devasa kubbe ve sivri minareler, aslında bütün âlemin Yaratıcıya ibadet etmek için bir mescit olduğuna inanışın yansımalarıdır.

Orta çağda ‘din-bilim’ ilişkisi (Avrupa’da)

Orta çağ Hıristiyanlığına gelince burada din ile bilimin ayrıştığını görürüz. Bilim adamları ve din adamları ayrılmış, din adamları, bilimin ve bilim adamlarının üzerinde bir baskı kurmaya çalışmışlardır. Bu baskının sebebi, Hıristiyanlıktaki teslis inancıdır. Yani insanı tanrılaştırma, dolayısıyla din adamlarını da Hazret-i İsa’yı temsil eden kutsallar gibi görme düşüncesindendir. Bilimi kontrol altına alan kilise, bilimle Hıristiyanlığın bağdaşmayan noktalarını esas alarak dini koruma misyonunu yüklenmişlerdir. Hıristiyan öğretileriyle uyuşan bilime izin verilmiş, uyuşmayan kısmı reddedilmiştir. Galile’nin dünya ile ilgili açıklaması kilise öğretilerine uymadığı için aforoz edilmiştir. Daha pek çok bilim adamı, kilise baskısından dolayı buluş ve kitaplarını gün yüzüne çıkaramamışlardır.

17. yy’a gelindiğinde bu anlayış değişmeye başlamış, bilim güçlenmiştir. Fakat bu dönemde de insanlık başka bir girdaba girmiştir. Modern çağ, aydınlanma felsefesi adıyla başlayan bu süreçte, her şeyin merkezi ve başlangıç noktası olarak ‘ben’i, eneyi esas almış, Yaratıcı ve kâinatın varlığı ‘ben’den sonra gelmeye başlamıştır. Bu düşünce Descartes’le başlamış, daha sonra ‘ene’, hâkimiyetini eline almaya başlayınca, çeşit çeşit şirkler ortaya çıkmıştır. İlk zamanlar, Yaratıcıyı inkâr etmeyip ikinci dereceye atan bir felsefe, sonraları tamamen Yaratıcıyı devreden çıkaran bir felsefe hâkim olmuştur.

Artık âlemin temâşâsı bilim, mekanik ve yarı mekanik bir anlayış ile ifade edilmeye başlanmıştır. Descartes’le başlayan bu felsefe, deve kuşu gibi bir anlayış sergileyip, Yaratıcıyı can kurtaran gibi istediği şartlarda devreye sokan bir anlayış takip etmiştir. Kant, Darwin, Nietzsche, Marx ise Yaratıcı ile insan ve kâinat arasındaki bağı tamamen ortadan kaldırmışlardır. İnsan aklı sayesinde bilim, teknoloji ve maddî güçlerle her türlü hastalığın tedavi edileceğini, fakirlik ve yoksulluğun kalkacağını, felâketlerin önleneceğini, insanların daha mutlu olacağına inanarak, aydınlanma felsefesini başlatmışlardır. Hakikatte birleşemeyen bu insan mimarlarının, Yaratıcı adına konuşan bu felsefecilerin hiçbiri birbiri ile aynı noktada buluşamamış, aynı dâvâya imza basamamıştır. Çünkü esasları fâsit ve bozuk olduğu için iflâs edecek bir felsefî düşünceye sahip olmuşlardır.

Bu felsefeleri (aydınlanma felsefesi), dünya üzerindeki insanların yüzde on beş-yirmisini (maddî anlamda) mutlu ederken; yüzde seksenini esir, köle, mutsuz, hasta etmiştir. Enenin dizginini aldığı ırkçılık, gelişmişlik, modernlik gibi kavramlar üretilmiş, bunların altında bütün dünyaya ait olan maddî her şey sömürülmüştür. Şişen ‘ene’ler, Yaratıcının bütün insanlara, mahlûkatına sunduğu sofra-i nimetleri hoyratça kullanmış ve küresel ısınma dediğimiz vahim sonuca sürüklenmiştir.

‘Ene’nin dizginini aldığı bu felsefe, gözlenebilir, deney yapılabilir şeylerin haricindeki her şeyi yok saymıştır. Haşir, ahiret, Allah, melek gibi dinî kavramlar gözlenebilir ve deneylenebilir olmadıkları için inkâr edilmiştir. Âlem-i insaniyetin her tabakasına bu zehirli fikirleri akıtan bu dinsiz felsefe, havasta da, avâmda da şecere-i zakkum meyvelerini vermiştir.

Her şeyin sebep-sonuçla ve akıl ile keşfedilebileceğini, insanın abd olduğu fikrini kökünden sökmek istemiştir. ‘Bir takım organik maddelerin birleşiminden meydana geliyorsam, beni bir yaratan yok. O halde yaratıcı olmadığına göre, onun istediği tarzda davranmama da gerek yok. O halde istediğimi yapar ve yaşarım mantığı’, avamda serbestçe ve rahatça işlenebilir günahları doğurmuştur. Dolayısıyla her bir günah Yaratıcıya bir başkaldırıyı, heva ve hevesleri tatmin anlamına gelmektedir. O yüzden her bir günahta küfre giden bir yol vardır.

Pozitivist felsefenin Müslümanlarda etkisi

Orta çağda bilimi, Hıristiyanlar, Avrupa’nın göbeğinde Endülüs’te aramaya başlamışlardır. İslâm âlimlerinin etkisiyle gelişen bilim, kiliseye karşı direnmiş, Rönesans ve reform hareketlerini doğurmuştur. Dolayısıyla kiliseye başkaldırı niteliğinde olan Rönesans ve reform hareketlerinin sebebi, Endülüs Emevîleri olmuştur.

Müslüman ilim adamlarında, Hıristiyanlıkta olduğu gibi din adamı ve bilim adamı ayırımı olmamıştır. Endülüs’te ders veren İslâm âlimleri aynı zamanda hem din hem bilim adamı olma özelliğini taşıyorlardı. Bu ayrışma, nasıl ki Hıristiyanlık öğretilerinin bir sonucu ise; Müslümanlarda da bu birleşim İslâmiyetin bir sonucudur. Çünkü İslâmiyet akıl ve mantık dinidir. Müslümanlar kâinatın Allah tarafından yaratıldığına inanırlar. Kâinat kitabının cisimleşmiş bir hali olan Kur’ân, kâinatı okumayı, afakî ve enfüsî tefekkürü önerir. ‘Düşünmezler mi?’, ‘Akletmezler mi?’, ‘Bakmazlar mı?’, ‘Görmezler mi?’ gibi Kur’ânî tabirler, Müslüman âlimleri, kâinat tefekkürüne, dolayısıyla bilime yöneltmiştir. Üstelik Müslümanlık, yaşayış itibariyle de kâinattan kopuk olmamıştır. Günlük beş vakit namazın vakit ayarlaması için, Güneşin hareketlerini takip etmişlerdir. Oruç için ayın hareketlerini izlemişlerdir. Semavatta olan iki olay için (Ay tutulması ve Güneş tutulması) husuf ve küsuf namazlarını kılmışlardır. Eli altında bulunan nimetlere Allah’ın bir ihsanı olarak bakmış, israf etmemiş, böylece dünyada bulunan ve umumun malı olan nimetleri, hoyratça kullanmamışlardır.

Müslümanın yaşayışında din ve kâinat, tabiat öyle birbirine girmiştir ki, haşir, ahiret, kader gibi konular bile, kâinat tefekkürüyle anlaşılmıştır. Kış tefekkürü ona ölümü, bahar ona haşri, her gün Güneşin batması kıyameti, sabah doğması ise ahireti hatırlatmıştır. Mevcudâtın muntazam ve düzenli yaratılması, her şeyin bir hadde durması, ona kader inancını hatırlatmıştır. Dolayısıyla Müslümanlık bilim, din, ibadet üçgeninde hayatı yaşamayı gerekli kılmaktadır.

Ülkemizde bilimin pozitivist anlayışla yorumlanması Tanzimat’la başlamıştır. Mektep ve medrese ayrımı, mektebin medrese karşısında yükselişi, mektep ve medrese gerginliğini ortaya çıkarmıştı. Yani bilim ve din çatışması üretilmiştir. Cumhuriyetin temelleri de mekteplilerin benimsediği prensipler üzerine kurulmuş, bu medresedekileri daha da alevlendirmiştir. Bunun neticesinde medreselerde taassup sahibi (dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan insanlar), mekteplerde de Yaratıcıyı inkâr eden, şüphelerin kaynağı haline gelen bir anlayış ortaya çıkmıştır.

Türkiye’deki bu korkunç gelişme, Bediüzzaman’ın Kur’ânî reçeteleri sayesinde durdurulmaya çalışılmıştır. Aksi halde ülkemiz, komünizm, dinsizlik ve şiddet içeren ‘siyasal İslâm’ tehlikesiyle boğuşacaktı. Bediüzzaman’ın, din ilimleri ile pozitif ilimlerin mezcini öngören düşüncesi şöyledir: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder” demiştir. Avrupa felsefesi etkisiyle ayrıştırılmaya çalışılan din ve bilimin buluşması gerektiğini söylemiştir. Ne vakit bu ikisi beraber olsa, insanlığın en parlak dönemlerini yaşadığını; ne vakit ayrılsa, bütün dalâletlerin, şerlerin bilimin (dinden kopuk pozitivizmin) yanında yer aldığını dile getirmiştir.

Netice itibariyle, bütün bir insanlık tarihinin uğraştığı akımlar, felsefeler ve düştükleri vartalar, Risâle-i Nur’un 30. Söz, Ene bahsinde birkaç cümle ile özetlenmektedir: “Âlem-i insaniyette zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış: İki şecere-i azîme hükmünde biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihat etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip, itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafında toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur.”

Yasemin YAŞAR

17.04.2007


Bir yardımlaşma örneği

“İşte hayvanlar âleminden şaşırtıcı bir görüntü daha. Çin’in Şenzen kentindeki doğal yaşam parkında bir siyah kuğu, yiyeceğini sazanlarla paylaşıyor. Paylaşmak ne kelime! Sazanları kendi gagasıyla besliyor. Sarı, kavuniçi renkli balıklar da sanki dizilmiş, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.” (Hürriyet, 12 Nisan 2007)

“Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir

Rabbin emriyle bir teavündür (yardımlaşmadır).”

Bediüzzaman

İşte, hayvanlar arasında her an cereyan eden yardımlaşmayı görmek istemeyenlere, aşikâr bir yardımlaşma örneği... Varlıkların birbirinin yardımına koşmalarını ‘mücadele’ olarak algılayan ve hayatı bir ölüm-kalım savaşı olarak gören anlayış, acaba bu hadiseyi nasıl yorumlamaktadır?

Bir kuğunun, sazanları kendi gagasıyla beslemesi, elbette ‘Kerîm bir Rabbin emriyle’ gerçekleşen yardımlaşmadır. Hayvanlar âleminde görülen bu gibi aşikâr yardımlaşma hadiseleri, Cenâb-ı Hakkın, âlemde tecellî eden ‘kerem düsturu’nu görmek istemeyen gözlere, bir ibret vesikası olsa gerek.

Görmek istemeyen gözlere diyoruz, çünkü, zaten Cenâb-ı Hakk’ın, kâinata koymuş olduğu “yardımlaşma” kanunu gereği, varlıklar her dâim birbirlerinin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda bir faaliyet içerisindedirler. Bu, yarattığı her şeyi sayısız ikramlarıyla terbiye eden Kerim’in ‘kerem düsturları’ndan biridir.

Ancak “Büyük balık, küçük balığı yutar”, “Güçlü olan, zayıfı ezer” felsefesiyle hayatına yön verenler, Cenâb-ı Hakk’ın koymuş olduğu bu yardımlaşma düsturunu, bir “mücadele” olarak algılar ve bu bakış açısının sonucudur ki, her şeyi kendine düşman telâkkî ederek, hayatı kendisine çekilmez hale getirir.

Bediüzzaman, bu anlamda, vahye sırtını dönmüş dinsiz felsefeye şöyle seslenir: “Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle (yardımlaşma düsturuyla), nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal (çarpışma) zannedip, ‘Hayat bir cidaldir’ diye, ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin (gıda zerrelerinin) kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teâvündür.” (Lem’alar, s. 121)

İsmail TEZER

17.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004