Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Ayşegül AKAKUŞ

Televizyonunuza seyirci kalmayın!

Bu aslında müşkül ve zor bir soru. Çünkü insanı tanımak fevkalade zordur. İnsan, iki tarih arasında bir çizgi değildir. İnsanlar biyografileri aşan bir mahiyete sahiptir. Ben de biyografiye sıkıştırmamak kaydı ile şöyle söyleyebilirim: 1972, Nevşehir doğumluyum. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünü okudum. Halen İstanbul’dayım, muhtelif konularla uğraştım ve uğraşıyorum. Hayat bir uğraşı zaten… Ben de boş durmayı seven bir insan değilim mizaç itibariyle. Boşluktan hiç hoşlanmıyorum. Boşluk, sıkıntı veren, can sıkıntısının kaynağıdır. İnsanda müzmin illetlerden bir tanesi can sıkıntısıdır. Hatta medeniyetin ve bunca teknolojinin can sıkıntısından çıktığına dair teoriler vardır. Canı sıkıldı gitti, radyoyu buldu, Tv’yi buldu gibi …

Velhasıl; muhtelif uğraşılarımız devam ediyor, yazıp çizmek gibi, konuşmak gibi, seminer çalışmalarımız var, kendimizi avutmaya devam ediyoruz

dünyada.

*Geçen günlerde Tv’yi kapatma kampanyası çerçevesinde, Tv’nin, aile içindeki iletişime, insanın kitap okuma alışkanlığına, psikolojisine etkileri, hatta çocukların yetişme döneminde ne gibi zararları olduğunu konuştuk. Peki siz bir sosyolog olarak, Tv’nin toplum üzerindeki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mesleğimiz kimliğimizin bir parçasıdır. Bu nedenle bu soruya hem meslekî açıdan, hem de insanî hassasiyetle yaklaşarak cevap vermek istiyorum. Eskiden–sanayi ve teknoloji öncesi zamanlarda-ateşin etrafında toplanılır ve sohbet edilirdi. Biz de çocukken tandırın etrafında otururduk ve babaannem bize Hz.Ali cenkleri okurdu. Biz de hayal dünyamızda duyduklarımızı canlandırarak, muhayyelat geliştirerek dinlerdik. İşte şimdi etrafında oturulan modern çağın ateşi, Tv’dir. Bugün insanlar, ateş yerine Tv’nin etrafında bir araya geliyorlar. Fakat bir fark var: Ateşin etrafında konuşulurdu, insanlar yüreklerini ortaya koyar, sohbet ederdi. Tv’nin etrafında susuluyor. Çünkü Tv’ye odaklı, merkezinize onu alarak hayatınızı kurduğunuzda, hayatınızda sizi besleyen başka irtibat noktaları yoksa, başka beslenme kaynaklarınız yoksa, ruhunuzu, kalbinizi, aklınızı ve vicdanınızı besleyeceğiniz bir meşguliyet alanınız yoksa, o ateşin etrafında oturmaya ve susmaya mahkûm hale geliyorsunuz. Dolayısıyla bizim modern yaşama biçimini değiştirmemiz gerekiyor. Televizyona mahkûm olan psikolojik yapıyı ortadan kaldırabilmek için, onu hazırlayan sebepleri ortadan kaldırmamız gerekiyor. Dolayısıyla Tv’yi kapatmak bir sonuçtur. Ama içimizde yayın yapan televizyonu kapatmazsak, fiilen kapatmamız bir şey ifade etmez. Tv yerine başka bir şey ikame ederiz. Mesela kendimizi magazine vururuz veya siyasete vururuz. Nerde ne olmuş derken öte yandan baharı kaçırırız. Mesela, bir yandan, hayatın varoluşunun, ana esası olan -bize doğrudan doğruya Allah’ın vahyi olan-bizimde onu temaşa etmekle yükümlü olduğumuz bir hakikati, gözden kaçırırız. İçimizde yayın yapan televizyonu susturmak için de, alternatif bir yaşama biçimine ihtiyacımız var.

Bu yüzden size ben bir sloganla katkıda bulunmak istiyorum: Televizyonunuza seyirci kalmayın!

*Ben, “Televizyonunuzu kapatın, hayatı açın” ya da “Televizyonunuzu kapatın, radyonuzu açın” diyordum, sizin sloganınız da harika oldu. Açıklar mısınız biraz bunu?

Tabiî. Seyir çok anahtar bir kavramdır. Manevî tarafları olan bir kavramdır. İnsan bu dünyada seyretmekle mükelleftir. Ama nasıl? Temaşa etmelidir. Temaşa varlığın hakikatini görmek için “okuma çabası”na talip olmak demektir.

Fizik boşluk kabul etmiyor. Burada hava varsa, hava çıktığında yerine su dolar. Dolayısıyla şunu sormamız gerekiyor: Ben ruhumu, bedenimi, aklımı, kalbimi, nefsimi ne ile meşgul ediyorum? Neler ikame ediyorum? Hayatıma neler ikame ediyorsam, onlar belirleyici olmaya başlıyor. Eğer onlar yoksa, bu sefer atalete, durağanlığa, tembelliğe, pasif eğlenceye doğru yöneliriz. Televizyon pasif eğlence kültürünün bir şahikasıdır. Zirvesidir. Pasif eğlence kültürü de, bizim bugünkü modern hayatın ana esasını oluşturuyor.

Günümüzde her şey, işe odaklı düşünülüyor. Biz, adeta balık üretme çiftliklerinde yetiştirilen balıklar gibi piyasaya endeksli yetiştiriliyoruz. Alabalık tesislerini bilirsiniz. Önce küçük balık havuzu vardır. Biraz büyüyünce, ortanca balıkların havuzuna atılır. Daha sonra büyük balık havuzuna atılır. En son da sofraya servis edilir. Ana amaç burada, sofraya servis edilmektir. Bizim de modern dünyada, temelden itibaren yetiştirilişimiz, iş hayatına, ekonomiye, verimli, üretken, rantabl bir eleman olarak katkıda bulunmak. Ama insanın varoluş amacı bu değil! Bu sadece varoluş-mevcudiyet-amacını gerçekleştirmek için, rızk temini bakımından bir vasıta. Vasıtanın gaye haline geldiğini görüyoruz. Şimdi buna endeksli hayat şekillerini cevaplandıralım. Ana eksen, iş hayatı olunca, insanlar bütün verimliliklerini, enerjilerini, iş hayatına sarf ediyorlar. Örneğin siz, Ayşegül Hanımefendi, sabahları mesai usulü 7’de kalkıp işe gelecek, mesailer kabilesindense; dinç ve zinde görünecek, patronun gözü üzerindedir çünkü. Her an performans değerlendirmesiyle muhatap oluyorsunuzdur, bu sebeple akşam 6’ya kadar bütün eforunuzu buraya sarf edersiniz. Eve bitkin bir vaziyette, suyu sıkılmış limon gibi gidersiniz. Eve ne için gidersiniz, dinlenmek için gidersiniz. Ev tamamen bir atalet yeridir, bitiklik noktasıdır. Orada tekrar şarj olursunuz. Niye şarj olursunuz, sabahleyin daha aktif bir şekilde iş hayatına katılabilmek için.

*Niye, daha çok çalışalım, daha çok tüketelim diye mi?

Evet, daha çok tüketelim, daha çok tükenelim diye! Çünkü sürekli şarj ve deşarj gelgitindesiniz. İşte modern dünya bunu değiştirdi. Önceden eksen olan şey, insanı ve hayatı anlamaktı. Aileydi, sohbetti, muhabbetti. Maişet-geçim- de onun vesilesiydi. Dolayısıyla bizim, kendimizi çok iyi yetiştirip, yeteneklerimizi açığa çıkarıp, bilhassa muhafazakâr insanların, donanımlarını geliştirmiş maişete az zaman ayırarak, eforunun hepsini vermeyerek geçimini temin edip, manevî gelişimine, sohbete, okumaya, vakit ayıracak bir hayat tarzı geliştirmesi gerekiyor. Bu stil en iyi, sade yaşayarak geliştirilebilir. Tüketim girdabından ve israftan çıkarak, bunları gerçekleştirebiliriz. Malûmdur ki; modern dünya, dört olan aslî ihtiyaçları dört yüze çıkarıyor. İkincil ihtiyaçları bize birincilmiş gibi gösteriyor. Sonra da onlar vazgeçilmez hale geliyor. Meselâ sofraya kâğıt peçete gelmediği zaman hanımefendi krize girebiliyor. Modern hayata karşı bizim direnç noktaları oluşturmamız ve yaşama biçimimizi, iş odaklı olmaktan çıkarıp, hakikat ve okuma odaklı hale getirmemiz gerekiyor. Burada “okuma”dan kastımız nedir? Ben sık sık şunu söylüyorum. Biz dünyada dört tür kitabı okumakla mükellefiz:

1- Olaylar kitabı: Varolan her şey Allah’ın bir âyeti, bir işaretidir. Yolda giderken ayağınıza bir taş takıldı. Burada okuyacağınız satır arası hakikatler vardır.

2- İnsan kitabı: İnsan, haliyle, ahvaliyle, duygularıyla ve düşünceleriyle, tarzıyla her şeyiyle bir kitabın sayfalarıdır. Ona yoğunlaşıp ondan sürekli anlamlar süzmemiz lâzım. Bunu, seyrin gerçek mânâsına talip olanlar yapıyordu.

3- Kâinat kitabı: Baharda bir gelinlik kız gibi arz-ı endam eden ağaç bir kitaptır. Gökyüzünün, sanki Allah’ın fırçasından yeni çıkmışçasına bize gülümseyişi bir kitaptır. Bunlardan telezzüz etmeyen (zevk almayan) bir zihin, bir kalp, bir duygu, yani bir insan, televizyonu seyretmeye mahkûmdur. Ne demiştik, fizik boşluk kabul etmez, yerini hemen televizyon alır. Ama bunlardan zevk alacak şekilde ruhunuzu, kalbinizi eğitirseniz, o zaman televizyonu zaten içinizde kapatıyorsunuz ve o güzellikleri izlemeye başlıyorsunuz. Böylece televizyonunuza seyirci olmaktan kurtuluyorsunuz.

4- Vahiy kitabı: Zaten vahiyle birlikte, okumaya başlıyoruz. Eşyaya, insana, olaylara ve kâinata Allah’ın isimleri penceresinden bakmamızı söylüyor. Esma-i Hüsna tefekkürüyle bakmadıkça, ben iddia ediyorum, bu 3 kitabı, hatta dördüncü kitabı da okuyamıyoruz. Sadece bakıyoruz. Kur’ân’ı lafzen okuyabilirsiniz, lafzen, ama Esma-i Hüsna ile bakmıyorsanız, mânâsını okuyamayabilirsiniz.

Şimdi burada, kendime misyon edindiğim bir şeyi anlatmak istiyorum: Hz. Peygamber 35 yaşında Hira Mağarasına çekildi. Ve 5 yıl bir insan mağarada ne yapar? 1 ay kalıyordu, ihtiyacını tedarik edip yine gidiyordu. 5 yıl! Siyer yazarları bu konuda şunu söylüyor: Tefekkürle, tezekkürle, ibadetle meşgul oluyordu. Bendeniz de şunu ısrarla vurguluyorum: Soruları vardı Peygamberin! Çok yoğun varoluş soruları ve hayatî soruları vardı ki, öyle kalpten soruyordu ki, bu sorulara cevabî mahiyette vahiy indi. Sorularınız ne kadar büyükse, cevaplarınız da o kadar büyüktür. Ama hiç sorunuz yoksa, cevabınız da olmaz.

İşte, seyretmedeki derinliğiniz, sorularınızın büyüklüğü oranındadır. “Karnım acıktı, yemeğim nerde?” diye bir soru sorarsanız, biri size yemeğinizi getirir, cevabınızı almış olursunuz. Ama daha büyük bir sorunuz varsa meselâ, “Hayatı her şeyiyle bir kitap gibi nasıl okuyabilirim?” derseniz, size şöyle bir cevap gelmesi muhtemeldir. “İkra! Bismi Rabbikellezi Halak!” “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Mağaradaki ümmînin ikinci sorusu da:“İnsan neden ve nasıl yaratıldı?” idi. Cevaplar âyetlerin devamında... “Biz insanı alaktan yarattık”

O halde biz, Kur’ân’a, Hz. Peygamberin bizim adımıza sorduğu soruların, cevaplar silsilesi olarak bakacağız. İşte o zaman Kur’ân-ı Kerim insana başka konuşmaya başlar. İsterseniz bu akşam deneyin. Okuduğunuz âyetlere, bu hangi sorunun cevabı acaba diye bakarsanız, bu bakış açısı sizi çok farklı şeylere götürür. Bakış açısı eşyayı dönüştürür.

Hz. Peygamberin bakış açısı böyleydi, “Seyretmek”. Bizim de seyirlerimizi, bakış açımızı, o dört kitabı, Esma-i Hüsna ekseninde okuyacak şekilde ayarlamamız gerekiyor. Hayatımızı seyretmek üzerine bina etmeliyiz. Konumuza gelelim; işte o zaman, televizyonumuza seyirci olmaktan kurtuluruz. O zaman kalbimizde, ruhumuzda, başka yayınlar yapılmaya başlanacaktır. Açık bir gönül, gaybî frekanslara açılacak ve hakikat yayınlarını görmeye başlayacaksınız. Böyle bir gönül, televizyonun esaretinden kurtulur.

*Televizyon hakikaten bir esaret midir sizce?

Televizyon izlemede, yüzde 95 aktif olan televizyondur, yüzde 5 aktif olan insandır. Yani insan yüzde 95 pasiftir. Düşünün, akşam olmuş, üzerinizde pijamalarla rahat bir şekilde televizyonun karşısına geçmişsiniz. Bu şu demektir: “Ben her türlü etkilenmeye açığım, gel ve işgal et beni.” Elinize kumandayı alarak aktif olduğunuzu zannediyorsunuz, ama aslında o sizi kumanda ediyor. Hayal gücünüz çalışmıyor. Tv izlerken nabız atışları bile üçte bir oranında azalıyor. Yani siz, biyolojiniz, metabolizmanız ve zihinsel faaliyetlerinizle bir bütün olarak edilgenleştiriliyorsunuz. Her şey, hazır bir paket halinde sunuluyor size. “Bu türküyü dinlerken, bunu düşünmen gerekiyor” diyorlar bize. Ama ben belki başka bir şey hayal etmek istiyorum. “Hayır” diyor televizyon, “hepiniz bunu düşüneceksiniz!”

*O halde televizyon herkesin aynı şeyi düşünüp, aynı şeyi hissetmelerini istiyor. Amacı tek tip insan oluşturmak mı acaba?

Evet harikasınız, aynen öyle. Tek tipleştirme var. Peki radyoda nasıl oluyor? Biz radyo dinlerken yüzde 50 aktifiz. Radyo dinlerken aynı zamanda başka şeyle de meşgul olabiliyorsunuz. Radyo daha avantajlı kullanılabiliyor. Söz konusu radyo, ritim odaklı değil, hakikat odaklı, düşünce odaklı yayın yaparsa, çok fazla etkili olur. Kitap okumada ise, bugüne kadar aşılamamış en büyük tefekkür aracı olma özelliği vardır. Düşünce odaklıdır ve yüzde 99 siz aktifsinizdir. Roman okurken, okuduğunuz mekanları gözünüzde siz canlandırırsınız. Zihindeki faaliyet çoktur. Çarklar çok yönlü döner.

*Bir sosyolog gözüyle baktığınızda, biz ‘toplum’ olarak televizyondan nasıl etkileniyoruz?

Sosyal bilimlerde etkilenim dediğimiz şey, tek taraflı değildir. O etkileşimdir aslında. Halkın tek başına televizyon tarafından kodlandığı, halkın hiçbir talebi olmayan pasif olduğu kanaatinde değilim. Halkın gizli taleplerinin yükselerek bir yerlerde billurlaştığını ve kurumların yayın akışı şeklinde somutlaştığını düşünüyorum. Herkesin nefsi olduğu gibi, toplumların da nefsi vardır. Bireysel nefislerin ortak paydasından oluşan bir toplum nefsi vardır. Toplumun nefsi de, görünmeyen, manevî taleplerdir. Toplumun nefsi ne ise, ona göre bir siyaset edilme biçimi oluşur. Ona göre de kurumlar, gazeteler ve televizyon oluşur. Dolayısıyla televizyon yayınları kötü, halk temiz, her şeyiyle manevî hakikatlerle dolu, ama bakınız ki bize zehir akıtıyorlar. Bu böyle değildir. Burada bir hikmetsizlik olur, Allah’ın hikmeti böyle çalışmaz. O halde, bizim içimizdeki gizli manevî talepleri ne ise, onlar birleşir ve kurumlarda tecessüm eder. Örneğin toplumun gençlerinde pembe dizi merakı varsa, bir bakarsınız ki, Tv’lerde pembe diziler patlar. Biz insanlar nefsimizin gizli taleplerini değiştirmedikçe, Tv yayınları değişmez. Çünkü onlar bizim nefsimizden nemalanıyor. Hatta meseleye daha yüksek perdeden baktığımızda, çağın nefsini görüyoruz. Günümüzde çağın nefsi, eğlence odaklıdır. O halde eğlence sektörü ve onun adamları öne çıkacaktır.

*Biz, bu çağın nefsinden ayrı durmak istesek nasıl başaracağız bunu?

Cesaret ve adanmışlık gerekir bunun için. Hz. Peygamber arkadaşlarına aykırı düşmeyi göze almıştı. Bütün hakikate yaklaşan insanlar, sürüden ayrılmışlardır. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” sözünü çok tehlikeli bulurum ben. Bugün sürüden ayrılmayanı kurt kapıyor, çünkü sürü kurtlardan oluşmuş. Bilakis sürüden ayrıl. Dışlanma ve yadırganma korkusunu da göze al, alternatif yaşama biçimleri geliştir. Bir âyet-i kerime var mealen: “Siz nefislerinizdekini değiştirmedikçe, Allah üzerinizdeki hali değiştirici değildir.”

* Çok teşekkür ederek son cümlelerinizi ve tavsiyelerinizi duyabilir miyiz?

Hayatı ya anlamlıca, derince yaşarsınız, dünyada bir tane olan hayatınızı müsveddesiz şekilde yazdığınızı bilirsiniz. Çünkü hayat, müsveddesiz yazılan tek kitaptır. Bunun hakkını vermeye çalışırsınız, ya da hayatın derelerinde vadilerinde çarçur olur gidersiniz.

Ayşegül AKAKUŞ

16.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (15.05.2007) - Tekstil sektörüne gümrük engeli

  (14.05.2007) - Son kozlarını oynuyorlar

  (11.05.2007) - Kiradan kurtulmaya hazır mısınız?

  (07.05.2007) - CHP ideolojisi çöktü

  (30.04.2007) - Halk darbe istemiyor

  (26.04.2007) - Türkiye barajlarla kalkınır

  (23.04.2007) - Biten sürecin son temsilcileri

  (20.04.2007) - ‘Peygamberimizi çağın araçlarıyla anlatabilmeye odaklandık’

  (16.04.2007) - Darbeler anayasaya aykırı

  (14.04.2007) - İşitme engelliler için destek bekliyoruz

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004