Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ulusalcılık bir hastalıktır

‘Ulusalcı tepki’ diye bir şeyi ben ilk kez AKP’lilerden duymuştum. O dönemde ‘ulusalcı tepki’ ne demektir bilmiyordum ama onlar bundan hayli çekiniyorlardı. Sonra çekindikleri oldu, ‘ulusalcı tepki’ başlarına bela oldu.

Ben ilk başlarda da bu ‘ulusalcı tepki’nin ne anlama geldiğini tam anlamamıştım. Aradan geçen onca zamandan ve olaydan sonra hâlâ daha tam anlamış durumda değilim.

Kavrayabilmek için, ulusalcı tepkinin önde gelen isimleriyle konuşuyorum, etraflarını sorup soruşturuyorum ‘bu nedir?’ diye ama şu ana kadar ‘ulusalcılık’ diye bir net ideoloji tanımlayabilecek halde değilim.

Bunda bende olduğu kadar ‘ulusalcıyım’ diye ortaya çıkan adamların da payı var. Kendilerini ortaya atanlar, Kurtlar Vadisi dizisinin ekstraları gibiler. Ben ‘bunlar da ulusalcı ise ben liboş olmalıyım’ diye de düşündüm.

Fakat araştırma sürecimde bazı insanları dinlerken bu ‘ulusalcılık’ denilen şeyin hayli ağır bir ruh hastalığı da olabileceğini fark ettim. Ve bu yeni hastalığın bazı semptomlarını not ettim. Bugün onları sizle paylaşacağım:

Ulusalcılık hastalığının semptomları:

1-Aşırı bir Atatürk takıntısı. Atatürk’ün normal bir insan olduğunu kabul etmeyi reddetme. Onu neredeyse peygamber düzeyinde ulaştırma ve ona tapınma ihtiyacı.

Bu tapınmaya kendilerini adayanlar neredeyse bir tarikat gibi davranıyor. Bu tarikatın kendine özgü tapınma ritüelleri bile var. Bu tarikata üye insanlardan biriyle konuşurken, Atatürk’ün adı geçince o insanın bakışlarının değiştiğini resmen görebilirsiniz. O bakış, düşünme melekesinin kaybı ve yerine tapınmadan gelen irrasyonel düşünce anlamına geliyor.

(...)

2- Bu tarikattaki insanlar, aynen dünyanın sonunun geldiğine kendini inandırarak çıldıran tarikattaki insanlar gibi Türkiye’nin sonunun geldiğine kendilerini inandırarak çıldırmışlardır. Aslında ‘Çılgın Türkler’ bağlantısı da budur.

Dünyanın sonunun yaklaşmakta olduğuna kendini inandırarak çıldıran tarikatın üyeleri gerekirse panikleyerek kendilerini öldürebilirler. Tarihte dünyada kitle ölümlerinin yaşandığı tarikat intiharları vardır. Türkiye’deki ‘ulusalcılık tarikatı’na mensup insanlar her an sonun yaklaştığı inancıyla gündelik yaşamlarını sürdürürler. Her türlü çılgınlığı yapmaya hazırdırlar. Gerekirse suç ve cinayet de işlerler. Çünkü sonun zaten gelmekte olduğuna kendilerini inandırmış oldukları için öldürdükleri insanın ve kendi hayatlarının bir değeri yoktur gözlerinde. Rahatlıkla başkalarını da kendilerini de harcarlar.

3- Ulusalcı tarikat, hayatı (...) fantastik tablo içinde algılar. Onlara göre de dünyada iyi ile kötü arasında final mücadele yaşanmaktadır. Onlara göre karşılarındaki güç şeytandır. Bu, final mücadelesidir. Çünkü yapılan mücadele onların kafasında Türkiye’nin sonunun gelip gelmeyeceğini belirleyecek nihai kavgadır. Ölüm kalım meselesi, nihai kavga haline getirdikleri hayat hakkında bu delilik sınırındaki insanlar akla gelmeyecek her türlü çılgınlığı her an yapmaya hazırdırlar. Onlara bu aşamada normali anlatmaya çalışmak imkansızdır.

4- Hastaların bir bölümü geçmişte yaşar. Bugün onların beyninde hayli dumanlı vaziyettedir. Onlar için bugün şeytan ile mücadelenin kaotik halidir. Rahat oldukları, kendilerini sakinleştiren yaşam; geçmişin yani Atatürk’ün yaşadığı günlerdeki ortamdır. Bu nedenle tarikatın aşırı eğilimli üyeleri kendilerini Atatürk gibi görür. Kendilerini Atatürk olamayacak kadar aşağı düzeyde görenler ise eski dönemin kıyafetlerini giyer ve eskinin hatıralarıyla yaşarlar.

Gördüğünüz gibi AKP’liler ulusalcı tepkiden korkmakta hayli haklılarmış. Karşı karşıya kaldıkları şey bir siyaset, bir ideoloji filan değil, bir hastalık düpedüz. Ergenekon hakkında gazetelerde çıkan haberler doğruysa, bu tür olaylar aslında delilerin yaptığı işler.

(...)

NOT: Kafalarında kurdukları dünya ve mücadele zorunluluğu, harekete geçenler hakkında açılan davaların genellikle telefon dinlemesine dayanması da aslında normaldir ama sakıncalıdır da. Çünkü çıldırmış insanlar kendi aralarında her türlü fantastik konuda fantastik çözüm önerileri getirebilirler. Bunları duyan rasyonel bir beyin hem ürker hem de duyduklarına zor inanabilir.

Akşam, 1.4.2008

Serdar Turgut

02.04.2008


 

Dağdaki çoban ile bağdaki siyasetçi

Ben şimdi oturduğum yerden çıkıp “Aysun Hanım, benim canım”ın ettiği laf elifi elifine Atatürkçü bir laftır..” desem..

Cumhuriyetimiz’in devr-i Saadet diye bilinen tek parti yıllarında “Dağdaki çobanın oyunu zaptetmek için” gereken tedbir büyüklerimizce alınmıştır, diye konuşsam..

Benim gibi dilini tutmaz bir adama ne gibi tedbir lazım gelir?

Bu boşboğazlıktan Basın Konseyi’nin Ağır Ceza Mahkemesi’ne dava konusu çıkar mı?

Bundan geri yazacaklarım “Aysun hanım, benim canım”ı savunma amaçlı değil, kendi namımadır..

***

Atatürkümüz memleketimize tek partili demokrasiyi getirdiğinde oturdu düşündü..

Gerçi parti tekti.. Kimi aday gösterse ahalimiz onu demokratik bir coşku ile seçiyordu..

Lakin sistemde “dağdaki çobanın oyu” kaçak yaratıyordu..

Temsil, o vakitler Adli Tıp Enstitüsü’nün başında bulunan Bülent Ecevit’in babası Profesör Fahri Ecevit de oyunu tek partiye veriyordu..

Bizim köyün baş çobanı Turşu Lato’yu sisteme katsan o da oyunu tek partiye verecekti..

Ne sakıncası mı vardı? Arz edelim..

SİSTEM İŞLİYOR

Sandığı başıboş bıraktığın zaman profesör ile dağdaki çobanın oyu sandıkta birleşir..

Birleşen oylar İstanbul’daki metresini “kendisini aldattığı şüphesi” ile vurup öldüren Cumhuriyet Halk Fırkası’nın muhterem adayına gider..

Şimdi çıkıntılık yapıp, demokrasilerde böyle şey olur mu diye başımın etini yemeyin..

İyi işleyen bir sistem böyle zorlukları kaldırır..

Nitekim metresini öldüren CHF adayını demokrasi adına kaybetmeyi göze alamayan arkadaşları, rahmetli Mazhar Osman’a koşup “deli” raporu almak istediler..

Mazhar Osman merhum “Vermesine verelim de sonra bu adamı akıllı diye Meclis’e nasıl sokacaksınız?” deyince demokratik akıl bir daha karıştı..

Sonunda tedbirde ısrar ettiler..

Metresini öldüren adayımıza önce adaletten kurtulması için “deli” raporu aldılar..

Ardından da “aklından istifade etmek” için Batı illerinden birinden milletvekili seçtirdiler..

Bu sayın milletvekilinin ismini, geride bıraktığı yakınlarını muazzeb etmemek için vermiyorum..

Olayı aktarmaya devam edeyim..

***

Hani Atatürkümüz oturup düşünmüştü ya!

Dağdaki çobanın oyu ile bağdaki okumuşun oyunu birbirine katmamak için “iki aşamalı seçim sistemini” bulmuştu..

Ahalimizden ayak takımı yine sandık başına gidip, demokrasiden hevesini alıyordu..

Ancak milletvekillerini değil, milletvekili adaylarını seçecek olan “İkinci seçmenleri” seçiyordu..

SEÇMEN-İ SANİ

Aralarında dağdaki çobanın, rıhtımdaki hane berduşun, köyünden başka yer görmemiş ezan bilmezlerin işi buydu: Birinci seçmen olarak “Seçmen-i Saniler”e oy vermek..

İkinci seçmenler, yani Aysun hanım, benim canım gibilerin aralarında bulunduğu “Seçmen-i Saniler” de gidip adayları seçiyordu..

İşte bu “Seçmen-i Saniler” olmuşla olmamışı ayırabildiği için metresini öldüren milletvekili adayı, boynunda asılı “deli” raporuna rağmen Meclis’e girebildi..

Çünkü “Seçmen-i Saniler” o deli raporunun ihtiyaçtan verildiğini bilecek kadar bilgiliydi..

O muhterem adayı dağdaki çobanın aklına bıraksan, adamdan Meclis’te sebepleneceği yerde tutar onu astırırdı..

Bizde ne zaman ki iki parti oldu..

Ne zaman ki “Seçmen-i Sani” sisteminden vazgeçildi.. Rejimin de cumhuriyetin de demokrasinin de şeyi o zaman çıktı..

Rahmetli Mazhar Osman’ın gördüğü zaman deli gömleği giydireceklerini.. Günde iki kez “soğuk havuz-sıcak havuz şoklaması” ile zaptedebileceklerini biz yakaladığımız gibi Meclis’e soktuk..

***

Bunları dememdeki maksat, Yüce Meclisimiz’in manevi şahsiyetini tartışmaya açmak filan değil..

Kabul edelim ki sistemin kaçakları yüzünden o koltuklara kimleri oturtmadık..

Onlardan birisini hatırladım şimdi..

Üç dört yıl önce muhafazakârların gözde milletvekillerinden biriydi..

Aklında durduk yerde titreşme oldu..

Adam gitti.. Saçını, sakalını civciv sarısına boyatıp kendini “İsa Mesih” ilân etti..

Bu yüzdendir ki ben “Aysun hanım, benim canımın” televizyonda söylediklerine fazla takılmıyorum..

Kızcağız Platon’dan beri tartışılan bir konuyu gündeme getirdi..

Dağdaki çobanın oyuna tedbir getirmeyi akıl edemeyen hükümet adamları eninde sonunda o çobanların oyu ile sandıkta tasfiye edilir..

Bakın bakalım tek partili sisteme..

Dağdaki çobanın hışmına uğrayıp tasfiye olan bir tek hükümet adamı var mı?

(*) Harg: Tarlanın kaba sürülmüş hali..

Vatan, 1.4.2008

Selahattin Duman

02.04.2008


 

Türkiye’de yargı iflâs etmiştir

İnsan, Allah’tan sonra hukuk ve adalete güvenir. Tarafsız ve bağımsız mahkemeler, âdil hukuk adamları en büyük teminattır. Politikacılar hatâlar işleyebilirler, idareciler yanlış yapabilirler ama adalet terazisi doğru tartmaya devam ederse, devlet de varlığını koruyabilir. Adalet sistemi çökerse, mülkün temeli de yıkılır.

Türkiye’de, 27 Mayıs’tan sonra özellikle Yassıada Mahkemesi’nin yüz kızartıcı kararıyla yargı siyasallaşmaya başlamış ve özellikle kamu hukuku alanında tarafsızlığını tamamen kaybetmiştir. Ara rejimlerde darbeciler, savcıları, hâkimleri tank, top gibi kullanmışlardır. Türkiye’de hukuk adamları, ne yazık ki darbecilerin dayatmalarına karşı koyamamışlardır.

Özellikle, Anayasa hukuku, siyasî yargılamalar ve fikir hürriyeti konularında, hukuk adamları kendi peşin siyasî ve ideolojik değer hükümlerinden sıyrılıp objektif ve tarafsız karar verememişler; pozitif hukuku tatbik görevlerini bir tarafa bırakarak jakoben ön yargılarla vatan kurtarmaya girişmişlerdir.

Kısaca, Türkiye’de yargı iflâs etmiş ve tuz kokmuştur.

* * *

Niyetimiz, TCK’nın meşhur 301. maddesinde belirtilen ‘Devletin yargı organlarını aşağılamak’ değildir. Bilâkis, yargı organının, bu tahripkâr tutum neticesinde zarar görmesinden şikâyetçiyiz. Yargının, Yargıtay’ın, Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin tüzel kişiliğine elbette saygılıyız. Ancak bu organlardaki bir kısım hukuk adamının, elindeki adalet terazisini eğip bükmesini eleştiriyoruz.

Çok değil, sadece son on yıllık dönemde olup bitenleri değerlendirecek olursanız, yazdıklarımın doğruluğunu görürsünüz. 28 Şubat Dönemi’nde, bir siyasî parti genel başkanı olarak sadece düşüncelerimi ifade ettiğim ve siyasî eleştirilerde bulunduğum için hakkımda 100’den fazla dâva açılmıştı. Bu dâvaların çoğu, illegal Batı Çalışma Grubu Cuntası’nın ileri gelenlerinden zamanın Genelkurmay II. Başkanı Org. Çevik Bir’in savcılara talimatıyla açıldı. Bu gerekçeyle başvurduğum AİHM’ de bugüne kadar üç dâva kazandım.

Aynı dönemde, TBMM’de en fazla temsilcisi bulunan RP, sudan sebeplerle kapatıldı. Daha sonra yerine kurulan FP de aynı âkıbete uğratıldı. Her iki kapatılma dâvasında da, Anayasa Mahkemesi, önce bu partilerin kapatılmasına engel teşkil eden Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. ve 103. maddelerini iptal etmiş, sonra bu iptal kararına dayanarak partileri kapatma kararı vermişti. Yani, kendi pişirmiş, kendi yemişti.

Geçen yıl, Cumhurbaşkanı seçimi esnasında ‘367 utancı’nı yaşamıştık. Anayasa Mahkemesi, hukuku bir tarafa bırakarak tümüyle siyasî bir karar verdi ve daha önce gazetelerin ilân ettiği gibi, bu kararı 9-2 aldı.

* * *

Anayasa Mahkemesi’nin Başsavcı’nın mahut iddianamesini kabul etmesine hiç mi hiç şaşırmadım. Bir kısım ayağı yerden kesik saf aydıncıklar dışında, halkımız da benim gibi bu neticeyi bekliyordu. Zira, bu hukukî bir karar değil, siyasî bir karar olacaktı. Ne yazık ki, tahminim aynen çıktı.

Aslında, İddianamenin reddi için gereken bütün sebepler mevcuttu:

- Raportör, İddianamenin reddi gerektiğini gerekçeli bir şekilde raporuna yazmıştı.

- İddianamenin içeriğinde, lâikliğe karşı odak oluşturduğu ileri sürülen hiçbir fiil ve odaklaşma yoktu.

- Fiil diye iddia edilen beyanlar delillendirilmemişlerdi.

- Cumhurbaşkanı’nın önceki beyanlarının suç isnadı olarak değerlendirilmesi, başlıbaşına bir skandaldı.

Cumhurbaşkanı gibi devletin ve milletin başı olan bir kişi hakkında suç isnadında bulunulması dahi, iddianameyi hazırlayanların ne derece taraflı ve suiniyetli olduklarını ortaya koyuyordu. Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın 105. maddesine göre, ancak vatana ihanetten dolayı TBMM üye tamsayısının dörtte üçünün vereceği kararla suçlanabilirdi. Ancak, Başsavcı, görevini kötüye kullanarak Cumhurbaşkanı’na suç isnadında bulunmuş ve Anayasa’nın 101. maddesine göre siyasetle ilişiği olmayan Cumhurbaşkanı için 5 yıl süreyle siyaset yasağı istemişti.

Anayasa Mahkemesi üyelerinin beşte üç çoğunluğu, bu peşin hükümlü iddianameyi kabul ederek, ne derece taraflı olduklarını gösterdiler.

* * *

Bundan sonra cereyan edecek ‘hukukî’ (!) olayları tahmin etmek zor değildir. Anayasa Mahkemesi, AK Parti’yi kapatma kararı verecektir. Bu arada TBMM, Siyasî Partiler Kanunu’nu değiştirecek ve Anayasa tâdiline gidecektir. Ancak, aynı peşin hükümlü üyeler, önce CHP’nin SPK’da değişiklik itirazını haklı görerek ya da kendiliğinden bu değişikliği iptal edecektir. Anayasa değişiklik kanunu da, başörtüsü yasağında olduğu gibi, yetki gaspıyla esastan ele alınacaktır.

(...)

* * *

Millî iradeye dayatmada bulunanlar şu hakikati unutmasınlar:

Millî egemenlik önünde sonunda mutlaka gerçekleşecektir.

Lâkin, bütün bu zorbalıklar milletimizin ve devletimizin sıkıntıya düşmesine sebep olacaktır.

Radikal, 1.4.2008

Hasan Celal Güzel

02.04.2008


 

Ya fena halde şizofrensiniz, ya da ajan-provokatör!

Bu ülkeden, bu milletten ne istiyorsunuz? Niye düşmüyorsunuz memleketin yakasından? Maksadınız, gayeniz, hedefiniz ne? Son tahlilde nereye varmak istiyorsunuz? Ergenekon kulislerinde, Encümen-i Daniş’lerde, ulusalcı hücrelerde yapıp durduğunuz planlar, geliştirdiğiniz stratejiler, kurduğunuz komplolar, olgunlaştırdığınız provokasyonlar ve sabotajlar neye hizmet ediyor? Türkiye’yi nereden alıp nereye götürmek istiyorsunuz? Kafanızda nasıl bir Türkiye var? Nasıl bir devlet, nasıl bir hukuk, nasıl bir sosyal hayat öngörüyorsunuz? Millete, millet iradesine nasıl bir yer biçiyorsunuz? Demokrasi diye bir şey var mı kafanızdaki Türkiye’de? Varsa, neye benziyor bu demokrasi? Antik Yunan demokrasisine mi benziyor? Atinalılar (Beyaz Türkler) oy kullanırken köleler (Anadolu çocukları) armut mu toplayacak? Demokratik muameleler yüzde 20’lik bir azınlığa mı mahsus olacak? Öyle olmayacaksa nasıl olacak? Aklınızdan ne geçiyor? Anladık, saçma sapan bir laiklik anlayışınız var ve o anlayış içinde laikliğin yılmaz bekçilerisiniz; başka? Yok mu başka bir şey? Hepsi bu mu yani? Koca ülkemizi, koca halkımızı sizin o daracık ufkunuza mı sığdıracağız? Nasıl olacak bu?

Asr-ı Saadet gibi gördüğünüz tek parti döneminin nostaljisiyle yanıp tutuşuyorsunuz, o dönemi kapattığı için kin duyduğunuz Menderes’lerin idamını 47 senedir coşkuyla alkışlıyorsunuz, millet iradesinin canına okunmasını “devrim” diye yüceltiyorsunuz… Demek ki gönlünüzde yatan aslan tek parti döneminin zifiri karanlığı. O zifiri karanlığa dönüp, karabasan gibi milletin göğsüne çökmek istiyorsunuz. İçten içe –hatta dıştan dışa- kin duyduğunuz ‘cahil, arkaik, gerici, irticacı, hülasa yüz karası’ milleti ‘eski güzel günlerde’ olduğu gibi doya doya ezmek istiyorsunuz. Eşek sudan gelene kadar evire çevire dövmek istiyorsunuz milleti. “Menderes’i niye bu kadar seviyorsunuz?” diye sorduğum Balıkesirli bir köylüden şu cevabı almıştım: “Adam bizi devletin dayağından kurtardı.” Halka dayak atana kaba saba bir devlet vardı, evet. Vergi veremeyecek kadar yoksul musun? Al sana dayak! Çocuğuna Kur’an mı öğretiyorsun? Al sana dayak! Yol inşaatında çalışırken yorulup şöyle bir soluklanayım mı dedin? Al sana dayak! Özlediğiniz tek parti döneminde işler böyle yürüyordu işte. Ha, bir de köylülere zorla klasik müzik dinletmek gibi ‘medenileştirme operasyonları’ vardı tabii (‘Çocuklarımız namazı öğreneceğine baleyi öğrensin’ diyen dinozor hanımın kulakları çınlasın).

Nefret ettiğiniz milletin mutluluğu veya mutsuzluğu umurunuzda değil. Sizin için önemli olan tek şey ‘doktrin’iniz. Mao’cu bir yaklaşımla ‘doktrin’inize kurban etmek istiyorsunuz milleti. “Ortaçağ karanlığından kurtulmak, çağdaşlaşmak, modernleşmek, ilerlemek” uğruna milleti engizisyon tezgâhından geçirmek ve eğip bükemediğiniz herkesin canına okumak için yanıp tutuşuyorsunuz.. “Çağdaşlık” derken engizisyon papazlarıyla çağdaş olmayı ve “laiklik” derken İslamiyet’le topyekun savaşı kastediyorsunuz. Öyle olmasaydı, Lafzetullah’ı duyduğunuz her yerde ciyak ciyak bağırır mıydınız?

Olacak şey değil ama farz edelim ki İslamiyet’i bu topraklardan sildiniz, veya en azından siyaseti / devleti ‘dinci’lerden temizleyip tek parti döneminin anlı şanlı laikliğini ihya ettiniz; ülke ileriye gidecek mi gerçekten? Türkiye’nin “medeni dünya”daki saygınlığı artacak mı? Büyük bilimsel başarılara imza atacak mı Türkiye? Öyleyse, tek parti döneminde bunlara niye şahit olmadık? Bilim adına yapılan şeyler kafa tası ölçmek ve “Güneş Dil Teorisi” gibi safsatalarla uğraşmaktan ibaret değil miydi o dillere destan “aydınlanma çağı”nda? Yegâne ‘uluslararası başarımız’ da Keriman Halis’i “dünya güzeli” ilan ettirmek olmamış mıydı? Bu mudur yani Türkiye’ye layık gördüğünüz ufuk? Budur!

Millet iradesini aşağılıyorsunuz, ülkenin enerjisini boş işlerle tüketiyorsunuz, ama milliyetçiliği ve vatanseverliği kimseye bırakmıyorsunuz… Ya fena halde şizofrensiniz ya da ajan-provokatör!

Yeni Şafak, 1.4.2008

Hakan Albayrak

02.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri