Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Nur'un avukatı, avukatların nurlusu

Risâle-i Nur’larla müşerref olduktan sonra, daha önce nâmını duyduğum rahmetli Bekir Berk Ağabeyi, Ankara’da tanımıştım.

O, Üstad Hazretlerinin sağlığında, onun vekâletini alarak resmen, “Nur’un avukatı” unvânına nâil olmuştu. Artık o günden itibaren, bütün Nurcuların tescilli avukatıydı. Nerede bir Risâle-i Nur dâvâsı olsa, onu orada görmeniz mümkündü. Adeta bir Hızır gibi, daha doğrusu ismiyle müsemmâ olarak berk gibi, bütün mazlûm ve maznunların imdadına yetişirdi. Meselâ Van’daki bir dâvâdan çıkar, hemen o gün veya ertesi gün Uşak’taki başka bir dâvâya yetişirdi. Aslında onunla ilgili çok şeyler yazılabilir, yazılmıştır da. Maceralı hayatını artık internet vasıtasıyla öğrenmek kolay. 14 Haziran 1992 tarihinde vefat eden rahmetli Bekir Berk Ağabeyi, vefatının 16. yılında biz de, kendi dünyamızdaki bir-iki hatırayla yâd edelim istedik.

Zannedersem 1972 yılıydı. Ankara’daki Yeni Asya büromuza bakan o zamanki temsilcimizle beraberken, bir gün Bekir Ağabey canı çok sıkkın gelmişti. Biz ne olduğunu sorunca anlattı. Bekir Ağabeyin, Ankara’ya geldiğinde hem çalışmalarını yaptığı, hem de istirahat ettiği bir bürosu vardı, herhalde Yıba Çarşısındaydı. Ege tarafından bir dâvâdan gelmiş, Anadolu’da başka bir dâvâya gidecek. Fakat, çok yorgun ve uykusuz olmasına rağmen, ona tembih etmiş “Kardeşim, beni falan saatte uyandır!” diye. O da gitmiş bakmış ki, çok derin uyuyor, zaten uykusuz ve yorgun olduğundan uyandırmaya kıyamamış, biraz daha beklemiş. Fakat Bekir Ağabey uyandığı zaman bunu fark edince, diğer dâvâya yetişememe telâşından ona “Kardeşim, sen bu dâvâya ihanet mi ediyorsun, niye beni söylediğim vakitte kaldırmadın?” diyerek kızmış.

O yıllarda Ankara Barosu avukatlarından Emine Aykenar, başını örttüğü için, barodan ihraç edilmişti. Her zaman; başörtüsü mağdurlarının hâmisi, istinadgâhı ve müdafii olan Yeni Asya, ona da sahip çıkmıştı. Bekir Ağabey de onunla ilgilenmişti. Bir müddet sonra da Yeni Asya’da yazmaya başlamıştı. Bekir Ağabey, yine temsilcimize söyleyerek, ondan yazıları alıp, İstanbul’a ulaştırmasını söylemiş; fakat o da bir bahaneyle kendisinin yapamayacağını, benim aynı mahallede oturmam hasebiyle, o işi yapabileceğimi söylemiş. Ben de hizmete müteallik bir iş olduğundan kabul etmiş ve Emine Aykenar’la tanışarak yazı işlerinde yardımcı olmuş, yazılarının İstanbul’a gitmesini sağlamıştım. (Tabiî o zamanlar şimdiki gibi internet-bilgisayar gibi vasıtalar olmadığından, yazı yazmak ve göndermek kolay değildi.)

Yine Bekir Ağabey Ankara’ya geldiği bir gün, ona Üstad Hazretleri için akrostiş olarak yazmış olduğum “Bir ihtiyar vardı” başlıklı şiirimi gösterdim. Okudu ve bize şevk verici bazı şeyler söyledi.

Zübeyir Ağabeyin rahmetli olmasından sonra, cemaatimizin ittifakının bozulmaması için gayret gösteriyordu ama maalesef müzmin Nurcu düşmanları tarafından cemaatimize yapılan her zamanki tehâcüm ve fitnelerle tezgâhlanan bir oyunla, hac için gittiği Suudi Arabistan’dan bir daha uzun müddet dönmedi. Orada, Cidde Radyosunun Türkçe bölümünde spikerlik yaparak, radyo lisanıyla Risâle-i Nur’ların ilk defa duyulmasına sebep olmuştu.

Suudi Arabistan’a gittikten sonra, sık sık mektuplaşıyorduk kendisiyle. Biz ona radyo yayınlarıyla ilgili görüş ve düşüncelerimizi söylüyor, o da bize izahatta bulunuyordu. Tabiî yayınlarda kullanılacak fazla malzeme yoktu. Ben ona, Türkiye’den ilâhî kasetleri yollayabileceğimi söyledim, çok memnun olacağını söyledi ve “Ben de size boş kaset yollarım” dedi. Bu minval üzere mektuplaşmalarımız devam etti. O sıralarda TRT’nin tambur san'atçısı Ahmet Hatipoğlu, ilâhiler besteliyor, hemen hemen ilk sayılan bir şeyler yapıyordu. Tabiî şimdiki gibi bol miktarda piyasada ilâhî kasetleri yoktu. Biz, işte onlardan banta kayıt yapar, Bekir Ağabeye yollardık. Daha sonra Türkiye’ye geldiğinde ziyaret etmek nasip olmamıştı. Cenâb-ı Hak, makamını Cennet eylesin.

Osman ZENGİN

15.06.2008


Yeşil Cami’de Cuma vakti…

Yqemyeşil zamanını yaşıyordu şehir. Mavi ile yeşil rengin, nazarları hayran bıraktığı; bahardan kalma bir zamanı… Kâinat radyosu her daim açık... Gönüllerin pasını silen; lâtif bir nağme ile insanın lâtifelerini coşturuyordu bu radyo. Mübarek bir havayı solukluyordu kâmil ruhlar. Çünkü günlerden Cuma idi. O da, evvel-i bahardan kalma kıymettar tabloları seyrederek yürüyordu. Şehirde emanet bir yolcu idi… Bediüzzaman’ın; “ehl-i tahkikin merkezi idi” dediği ve “Barla gibi kabul ettiği” Bursa’da hem bir yolcu, hem bir seyirciydi.

Şehrin, mânâ kokulu havasını unutmamak için; bu havayı doyasıya teneffüs etmek istiyordu. Bu sebeple bir Cuma vaktini daha aynı mekânda geçirmek arzusundaydı: Yeşil Cami’de. Caminin huzur verici, sükûnetli bahçesine yöneldi. Ağaçlar sanki “Hoş geldin yolcu” diyordu. Öyle ki sıcak havada gölge ederek; güzel bir ihsan da bulunuyorlardı. Bu iyilikten hoşnut kalarak, ağaç gölgesindeki banklardan birine oturdu. Soluklandı. Etrafı seyre daldı.

Bahçe çevresinde seyyar satıcılar, tezgâhlarında ufak tefek eşyalar sergiliyordu. Kimisi kendine, kimisi yakınına bunlardan hediye alıyordu. O da aldı bir tane. Fakat en güzel hediye bir buket duâ diye düşündü. Sevdiklerine buket buket duâ gönderdi. Ve hatta hiç tanımadığı insanlara da… Çünkü bu davranışı Peygamber Efendimizden (asm) öğrenmişti. Mü’min kardeşine duâ etmek, anne-babaya duâ etmek Peygamber Efendimiz’in (asm) öğütlediği duâlardandı. Her namaz sonrası tesbihatında da bu duâlar vardı.

Duâlarını Rabbine sunduğu Yeşil Cami de tam karşısındaydı. İhtişamlı ve dâvetkâr bir duruşu vardı. O ihtişamın içinde tevazu ile dâvet ediyordu, kapıda bekleyenleri. Dâvete icabet gerekti. İcabeti tevbekâr bir edâ ile caminin büyük kapısından içeri girerek verdi. “Bismillah” dedi ve sağ adımını atarak kapıdan girdi. Eline aldığı ayakkabılarının alt kısımlarını birleştirerek, onları ayakkabılık kısmına koydu. Sanki ayakucunda yürüyordu. Caminin sükûnetini bozmamaya gayret gösteriyordu. Münasip bir yere durdu. Namazını edâ etti. Bu, ayrı bir heyecan idi. Sonra niyazını sundu Rabbine. Tam huşû içinde... Fakat dışarıdan gelen müzik sesleri bu huşû halini de etkilemişti… Garipsedi… Caminin çevresinde böyle şey olur mu? “Zamanında bu camiyi yaptıranlar, şu hali hiç hayal edebilirler miydi?” diye düşünmeden edemedi. Aynı durumu Osman Gazi ve Orhan Gazinin kabrini ziyaretinde yaşamıştı. İçi burkulmuştu…

Caminin sağ bölmesindeki; güneş vuran demir pencerenin önünde, Kur’ân-ı Kerim okuyan bir kul... Ne güzel bir manzaraydı bu. Bir an gürültü olunca, rahle üzerindeki Kur’ân’-ı Kerim’den başını çevirip; gürültüye karşı rahatsız olmuş bir edayla baktı. Haklıydı. Çünkü bu, lüzumsuz bir gürültüydü. Gürültünün sebebi ziyaretçilerdi. Camiye yerli-yabancı turistler geliyordu. Bazıları camiye uygun tarzda giyinmemiş bir haldeydi. Turistler, merakla inceliyorlardı etrafı. Fotoğraf çekiyorlardı. Bir fısıltı vardı etrafta. Fakat saygıdan nasibini almamış insanlar bu fısıltıya ayak uydurunca, gürültü oluyordu. Haliyle ibadetini sükûnet içinde yapmak isteyen de sesten etkileniyordu.

Saygıyı huy edinmiş insanlarda böyle bir davranış söz konusu değildi. Onlar gayet tevazu içinde, hayranlıkla camiyi inceliyorlardı. Saygı, insanı yücelten bir vasıf... Bu yüzden evvelâ Allah’a ve Habibine karşı edep ve hürmet içinde olmalı. Camide de bu edebe riâyet edebilmeli… Hayatı, bu edeple taçlandırabilmeli... Bundan nasibini alan insan, zîhayata da saygı ile davranır.

Göz gezdirdi caminin içine. Duvarlarındaki el emeği, göz nuru ile işlenmiş ince san'atlar göze çarpıyordu. Allah bilir hangi âlim zatlar, sultanlar bulunmuştu şu caminin içinde, bahçesinde. Bir an mazi sayfasına döndü. Sonradan anlayacaktı ki; şu yaşadığı anlar da müstakbel sayfasından maziye doğru dökülüyordu. “Gelecek sayfasında ben de varmışım ki; Yeşil Cami’de benim de nasibim varmış” diye düşündü. Yaşanılan her an, maziye dökülüyor. Öyleyse hayırlı işler yaparak; maziye de güzel anılar dökülmeliydi. Öyle ki o anları hatırladığımızda, tebessüm beliriversin yüzümüzde.

Bir defasında şehir dışından gelen yeğeniyle gelmişti buraya. Yeğeniyle beraber caminin içine girdiklerinde, camide bakım çalışmaları vardı. Caminin tavanları yenileniyordu. Hayretle bakmışlardı, işini yapan görevliye. Elindeki malzemeyle, caminin tavanına doğru başını kaldırmış gayet memnun çalışıyordu. Titizlikle yapılan bir incelik işiydi. Bu çalışmaya insanın boynu tutulur, diye düşündüler. San'at maharet isterdi, zahmet isterdi. Böyle eserler de buna değerdi. Yeşil Cami’de, bir ânı da yeğeniyle yaşamıştı. Yeşil’deki manevî atmosferi beraber soluklamışlardı. İyi ki de yaşamışlardı.

Tebessüm etti, bu anılarını düşünürken. En kudretli dostu hatırlatan, paylaşımlar yaşadığı şehirden, güzel hatıralar toplayarak, ayrılmanın süruru içindeydi. Bunu yüzüne bakınca anlamak mümkündü. Bu Allah’ın bir lütfuydu. Şimdi, Yeşil Cami’de geçirdiği Cuma vakitleri yadigâr kalmıştı ona. Nurlu anıları, kalbine fehva nüveleri serpiştirmişti.

Fatma ALTUNER

15.06.2008


Çevremiz

ÇEVRE dediğimiz zaman sadece yaşadığımız ortamların varlığını anlı-yoruz. Halbuki çevre, önce kendi iç dünyamızla oldukça ilgilidir, içimizde yaşanan ve şekillenen duygular, çevremize yoğun bir şekilde yansır.

İnsan yaratılış itibariyle mükemmeldir. Ama, insan bu mükemmelliği bilgi, görgü, nezaket, muhabbet ve sevgi ile şekillendirmez ise, çevresine zarar vermeye başlar. İnsanlara zararlı olur. Eşyayı bozar. Mesaisi düzgün değildir. Başkasını aldatmada sınırı yoktur. Kişi haklarına riâyet etmez.

Bu noktaları nazara alan dünya milletleri, önemli bazı konuları, istatistikî bazı bilgi ve dokümanları dikkate alarak çevre bozukluğuna çare ararlar. İnsanın mükemmelliği çevresi ile ilgilidir. Atasözünde “Aslan yattığı yerden bellidir” denilir. Konutlar, işyerleri, okullar, şehir ve ilçeler de buna dahildir.

İç dünyadaki güzellikler dışa yansıdığı zaman, yaşanılan mekânlar da güzelleşmeye başlar. İnsanın içi açılır. Dinimiz ise, temizliği imandan saymıştır. Zira Dünya, hatta kâinat mükemmel bir nizam ve nezihlik içindedir. İnsanların bulaşık ellerinin bulaştığı mekânlar kirlenmeye başlar. Denizler bir istihâle makinasıdır. Toprak ise su mesabesinde bir temizliğe sahiptir. Kuddüs olan Allah, temizleri sever. Eski olabilir, yamalı olabilir ama kirli olmamalıdır.

İnsan yaşadığı mekân ve eşya ile bir bütünlük arz eder. Temiz insan, yerlere çöp atmaz, tükürmez. Sesini yükseltmez, bağırmaz, çağırmaz. Başkalarını üzmek istemez.

Velhâsıl çevre, insan ile direkt ilgilidir. Yine atasözünde “Kenarına bak bezini al; anasına bak kızını al”’ demişler.

Dünyayı bir gül bahçesi zerafetinde görmek istiyorsak, önce kendi iç dünyamızın sokaklarını süslemeliyiz. Çevre o zaman güzelleşir.

Raşit YÜCEL

15.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır