"Gerçekten" haber verir 18 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Görüş

“Kurban edilen” bir halkın “hikâyesi”…

“ve yemin ederim ki,

bir mendil işleyeceğim yarına kadar,

gözlerine sunduğum şiirlerle süslü

ve bir cümleyle, baldan ve öpücüklerden tatlı;

“bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!”

Mahmud Derviş

Derviş’in “baldan ve öpücüklerden tatlı” bu mısralarının hemen ardından belirtmeliyim ki; bu kısacık yazı ne akademik bir makale ne de siz okuyanlara “gerçekleri” kanıtlamaya çalışan delillerle dolu. Daha açık bir ifadeyle bu yazı akıllara hitap etmiyor! Akılların yerine modern zamanlarda unuttuğumuz yahut işimize yaramaz diye terk ettiğimiz vicdanlarımıza ve kalplerimize hitap etme hedefine dönük bir yazı…

İslâm âlemi olarak bir Kurban Bayramını daha geride bıraktık. Ancak “bayram”ın anlamını kavrayıp yaşadığımız şüpheli. İslâm âlemi acılar içinde unuttuğumuz yerlerle dolu. Burada bunu tartışmayacağım; ancak Kurban Bayramında “kurban edilen” halkın “hikâyesini” okurken bunda bizim sorumluluğumuzun ne olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

“Hikâye” diyorum; çünkü ister kabul edelim ister etmeyelim “uzaklarda” yaşananlar bize hikâye gibi geliyor artık. Yine “uzaklar” diyorum; çünkü modern zamanlar insanları birbirinden o derece uzaklaştırdı ki; artık komşunun komşudan haberi yok… İronik bir şekilde “dünya küçük bir köy haline gelirken” bu köyde yaşayanlar birbirinden bihaber.

Evet, “uzaklarda” bıraktığımız, ama bizim gibi insanların yaşadığı bir coğrafyadan bahsediyorum. “Baldan ve öpücüklerden tatlı”, tabiatın zeytin ağaçlarıyla ve çiçeklerle süslendiği, “gök” ile “yerin” birleştiği Filistin’den, Kudüs’ten ve Gazze’den… Bugün çocuklarımızın yerini bilmediği, ismini dahi duymadığı “Kenan diyarından”… Peygamberlerin memleketinden bahsediyorum. “Hikâyesi” çok eskilere, kadim zamanlara uzanan bir coğrafya ve topluluktan bahsediyorum. Eski Yunan’dan çok evvel medeniyetlerin kurulduğu, mabedlerin inşa edildiği, ticaretin yapıldığı, yazının yazıldığı ve insanların birbirleriyle “konuştuğu” topraklardan bahsediyorum. Bugünkü gibi sınırların olmadığı, insanların rahatça seyahat edebildiği zamanlarda Eski Yunan’dan Eflatun ve diğer filozofların ziyaret ettiği topraklardan bahsediyorum…

Hz. Süleyman’ın ve Hz. Davud’un üzerine titrediği, Roma İmparatorluğu’nun en önemli merkezlerinden birisi olan, büyük peygamberlerden Hz. İsa’nın doğduğu ve insanları selamete ve barışa davet ettiği topraklardan, Kudüs’ten bahsediyorum. Hz. Ömer’in adaletini en ücra köşesine kadar hisseden; kurtların “Ömer var, Ömer hesap sorar” diye kuzulara saldırmaya cesaret edemediği coğrafyadan bahsediyorum. Tarihin uzun sayılabilecek bir döneminde üzerinde Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar/Arapların bir arada yaşadığı topraklardı Filistin toprakları. “Hikâyenin” son kısmını oluşturan Osmanlı Kudüsü’nün giriş kapılarından birinde uzun bir süre bu üç dinin de kabul ettiği Hz. İbrahim Peygamber’e atıfla “La ilahe illallah, İbrahim Halilullah” (“Allah’tan başka ilah yoktur, İbrahim O’nun dostudur”) yazmaktaydı.

Ancak tüm Ortadoğu ve İslâm âlemi gibi Filistin de modern zamanlara acı ve sarsıntılarla girdi. Modern zamanların gelişi Filistin için alt üst oluşların, işgalin, sömürgeciliğin işaretçisi oldu. Filistin halkı 9 Aralık 1917’de Osmanlı’nın çekilmek zorunda kalmasıyla önce İngiliz ardından da İsrail işgaliyle karşılaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çekilmesini sadece askeri zaviyeden değerlendirmek yanlıştır. Osmanlı askerinin yanında doktoru, muallimi ve tüm aydın kesimi tahliye edildi. Bu ise tam bir boşluk halini doğurdu.

“Hikâyenin” bundan sonraki kısmını tek bir cümleyle anlatmak mümkün. En acı zehirden dahi acı bir cümle… Filistinliler bundan sonra tek bir “bayram” dahi yaşamadılar, yaşayamadılar… Evet, kelimenin tam mânâsıyla durum bundan ibarettir. Ancak burada bir yanlış anlaşılmaya meydan bırakmamak için şu hususu belirtmek gerekir. Filistinliler hiçbir bayram bir sonraki bayram için umutlarını kaybetmediler.

Bugün Filistin toprakları, İsrail Siyonist rejimi tarafından işgal edilmiş durumda. Daha doğrusu 1948’den itibaren tam altmış senedir işgalin şartları giderek ağırlaşmış durumda. Aslında bu yazıda dile getirilenler malûm-u ilâm olsa da yine belirtmek gerekir. BM İnsan Hakları Komisyonu Filistin Özel Raportörü olan Yahudi asıllı Prof. Dr. Richard Falk’a göre Filistinliler sistematik ve tedricî bir şekilde soykırıma tabi tutulmaktalar. Yani bunun anlamı bu soykırım tüm dünyanın gözü önünde gerçekleştirilmekte.

Diğer yandan son bir buçuk aydır Gazze Şeridi İsrail tarafından tam bir abluka altında tutulmakta. Mısır tarafından sonuna kadar desteklenen bu abluka İkinci Dünya Harbi esnasındaki Alman toplama kamplarını andırmakta. Gazze’ye enerji ve ilaç verilmediği için hastaneler ve fırınlar çalışamaz durumda. Gazze’nin karanlıkta ve aç bırakılmasının ise tek bir hedefi var: Gazze Şeridi’nde yaşayan 1,5 milyon Filistinliyi şu iki tercihten birini yapmaya zorlamak: Ya toplu ölüm yahut teslimiyet! Bir başka ifadeyle ya Batı Şeria’da olduğu gibi Siyonist rejimin sözünü dinleyen Mahmud Abbas idaresi gibi bir idareyi seçersiniz yahut ölürsünüz denilmektedir. Hedeflenen Gazze’de ve tüm Filistin’de halkın bu açlık ve karanlıktan HAMAS idaresi sorumlu tutması ve bu yolla da bir iç savaşa sürüklenmesidir. Tıpkı bir buçuk sene evvel yaşanan HAMAS-El Fetih çatışmasının Filistin halkı arasına yayılması hedeflenmektedir. Yani eski deyişle “Müslümanı Müslümana kırdırmak” amaçlanmaktadır.

Bugün Gazze’de son raddeye gelen sıkıntının en az Siyonist rejimin zulmü kadar mühim diğer bir vechesi de bu ablukanın Mısır gibi Arap bir ülke tarafından açıkça desteklenmesidir. Mısır, sınırın diğer tarafını kapalı tutarak Gazze’de yaşayan Filistinlilerin tek hava alabilecekleri boşluğu da kesmektedir. Diğer yandan bu durum başta Batı olmak üzere tüm dünya tarafından sessizlikle karşılanmaktadır. Tüm dünya yaşanan bu ayıba ortak olmakta ve susmaktadır. Bu hal İsrail’i daha da cesaretlendirmektedir.

Tam altmış senedir bilinçli bir biçimde çözümsüzlüğe terk edilmiş; arada bir “barış” adı altında Filistinli ve Siyonist liderlerin el sıkıştırıldığı; ama işgal ve zulüm altındaki bir halkın gözyaşının hiç dinmediği bir meseleyle alâkalı bir yazıya sonuç yazmak da abesle iştigalden başka bir şey olmayacaktır. Başlarken Filistin’in Siyonist rejim tarafından işgaline şiiriyle direnen bir şairle başlamıştık. Bitirirken de Filistin’in işgaline senelerce tekerlekli sandalye üzerinde beyni ve kalbiyle direnen; sonunda bir seher vakti sabah namazından dönerken tekerlekli sandalyesi üzerinde İsrail füzeleriyle şehid edilen İntifada’nın yaşlı babası Şeyh Ahmed Yasin’i yâd ederek bitirelim. Şeyh Ahmed Yasin insanlığın ve tüm dünyanın suskunluğunu Rabbi’ne şöyle şikâyet ediyordu: “Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum! Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silâh! Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim! Ben ki saçları ağarmış, ömrümün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim! Tek isteğim, benim gibi Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!

Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler! Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında? Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin namusu için kızacak? Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak! Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken? Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken!(...) Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin! Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! (…)Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı... Birliğimiz bozuldu... Yollarımız ayrıldı... Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini Sana şikâyet ediyoruz...”

ERSİN DOYRAN

18.12.2008


Bir yıldız daha...

Rahmetli Bekir Ağabey (Av. Bekir Berk), Dr. Sadullah Nutku Ağabey’in ahirete irtihali vesilesiyle yazdığı yazıda nur talebelerini birer yıldıza benzetmiş, Sadullah Ağabeyi de o yıldızlardan biri olarak vasıflandırmış ve vefatıyla bir yıldızın daha kaydığını o kendine has üslubuyla ne de güzel ifade etmişti. Evet ben de her ikisini ve onlarla beraber cenaze namazına katılma vesilesiyle ilk defa İstanbul’a gitmeme vesile olan nurun en has kumandanı Zübeyir Ağabeyin naaşını, özellikle kaşlarının yay gibi halini ve yüz ifadesini Barbaros Hayrettin Paşa’ya benzettiğim Hz. Osman (ra) misâli Tahiri Ağabeyi, tabiri caizse namaz hastası M. Emin Birinci Ağabey dâhil daha başkalarını da görüp tanışmak, kendi çapımda hukuk oluşturmak bahtiyarlığına ulaştım. Gerçekten onların herbiri farklı cesamette birer yıldızdı.

O yıldızlardan Kdz. Ereğli burçlarında ve semâlarında da var. Tâbiri caizse 15-20 tanesi Ereğli’nin saff-ı evveli olan bu güzel yıldızlardan daha önce bir kaçı kaymıştı. Kdz. Ereğli’de nur hizmetinin bânisi mesabesinde Fırıncı Bayram, “Ene Zerre”ci Ömer, bir ân-ı seyyalelik zamanda dahi “siyasî dalâlete” düşmeyen Ahmet ağabeyler o kayan yıldızlardan aklıma gelen birkaçı...

Şimdi onlara nurun sadık kahramanı Sadık Ağabey de katıldı. Sadık Örentaş da diğerleriyle beraber Erdemir’de (Ereğli Demir Çelik Fabrikaları) çalışıyordu. O 15-20 kişilik gruptandı. Bunlar evlerinden vardiyalarına göre sabah çıkanlar, 16:00’da çıkanlar, 24:00’de çıkanlar önce nur dershanesine uğrar sonra işe giderler; işten çıkanlar önce yine dershaneye gelir ve daha sonra evlerine giderlerdi. Cumartesi Pazar yoktu, bayram yoktu, seyran yoktu. Onların her biri birer serdengeçti idiler. Nurla yatar, nurla kalkar, nur solurlardı. Onlardan ebediyete intikal edenler yaşadıkları gibi öldüler; inşaallah öldükleri gibi de dirilecekler.

Sadık Ağabey bu kayan yıldızlardandı. Kurban Bayram namazını edâ ettikten sonra tekbir getirirken son nefesini camide verdi. Bundan daha güzel bir yeni başlangıç olabilir mi? Yetmişli yılların başında oğlu İbrahim’e vakıf Necati Usun, risâlelerin muhtelif yerlerinden ezberler yaptırmıştı, arkadaşı Nazım ile beraber... Henüz ilkokula giden bu ikili, ders aralarında o ezberlerini okurlardı ve İbrahim okudukça Sadık Ağabeyin nur siması tarifi imkânsız nuraniyet hallerine bürünürdü. Asla kaşları çatık olarak onu kimse görmezdi, görmemiştir. Her şeyi güler yüzle karşılardı. Hasbiydi ve fedakârdı. Küçükle küçük, büyükle büyük olur ve herkesle dost olurdu. Şahsen benim de nazımı çok çekerdi. Omuzlarının yanlarından çok yumruğumu yemiştir(!). Onu tanıdığımda benim lise yıllarımdı ve diğerleri gibi simasındaki berraklık ve nuraniyet ve o güzel halleri, ilk zamanlar okunan derslerden bir şey anlamadığımız halde arkadaşlarımla beraber bizi dershaneye bağlayan önemli sebeplerdendi. Arkadaşlarıyla beraber önceleri İttihad gazetesi ve Mihrab Yayınevinin kitaplarını, daha sonra Yeni Asya gazetesi ve yayınlarının her yerde ilânâtını yapar, bunda sebat ederlerdi. Bir süre ara verdikten sonra, son 6 aydır gazetenin yeniden abonesi olmuştu. Velhâsıl son nefesine kadar nur hizmetinde oldu nurun bu sadık talebesi.

Evet, Ereğli semâlarından bir yıldız daha kaydı...

Kabri nur, mekânı Üstadıyla beraber Cennetü’l-Firdevs olsun...

ÖMER YAVUZYİĞİT

18.12.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır