"Gerçekten" haber verir 24 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Sami CEBECİ

Meslek ve meşrep hassasiyeti



“Risâle-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin, cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olarak tanımladığı bir mesleği ve hizmet tarzı vardır. Bu tarzın, şartlar ne olursa olsun, zaman ve zemin neyi gerektirirse gerektirsin mutlaka özünün ve orijinalliğinin korunması icap etmektedir.

Üstadın kendi tesbitiyle, hem diyanet, hem siyaset, hem cihad, hem saltanat, hem daha pek çok daireleri içine alan mesleğinin temel prensiplerinin bilinmesi, öğrenilmesi ve bilfiil yaşanması, Nur Talebelerinin vazgeçilmez vasıflarıdır. Bu konularda meydana gelen sapmalara, merhum Zübeyir Ağabey “İmanda değil, meslekte dalâlet” diyormuş.

Bediüzzaman, meslek ve meşrep olarak ifâde edilen hizmet tarzına o kadar ehemmiyet veriyormuş ki, hizmetinde bulunmuş ağabeylerden dinlediğimize göre “Eğer, Şeyh Abdulkadir-i Geylânî veya Şah-ı Nakşibend Hazretleri gelseler ve deseler ki: ‘Ya Said! Mesleğinden birazcık taviz ver. O zaman, milyonlarca talebelerin olacak ve bu hapis ve sürgün sıkıntılarının hiçbirisini çekmeyeceksin.’ O mübarek üstadlarımın elini öpeceğim, fakat, her ne kadar bu çeşitli sıkıntılar olsa da bu mesleğimden yine taviz vermeyeceğim” demesi gerçekten çok ilginçtir.

Bediüzzaman Hazretleri, bin küsûr seneden beri İslâm dinine hizmet eden çeşitli isimlerdeki tarikatlar ve kelâm âlimlerinin tarzlarını birleştirmiş, yalnız kalbe veya akla hitap eden hizmet metotları yerine, akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı, ruh ve sâir duyguların yardımı ayağıyla talebelerini mânen en yüksek makamlara çıkarmış ve her an huzur-u İlâhîde bulunmak şuûruna ulaştırmıştır. Yine acz, fakr, şefkat ve tefekkür yoluyla; talebelerine tevâzu, mahviyet, terk-i enâniyet, fenâfi’l-ihvan, îsar gibi kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmek anlamındaki sahabelere mahsus nice yüksek ahlâkları kazandırmıştır. Dünyevî bir cemiyet veya dernek yapısından tamamen farklı olarak, gönüller üzerine müesses uhrevî hizmetler için bir araya gelen Nur talebelerinin ana gayesi, tahkikî iman dersleriyle hem kendilerinin, hem de milletin imanlarını kuvvetlendirip âhiretlerini kazandırmak, hem de bu memleketi maddî ve mânevî anarşiden muhafaza etmektir. Ne tarikatvârî sofi meşreplik, ne de dünyevî bir teşkilât yapısı bu mesleğe uygun değildir.

“Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azimdir” diyen Üstadın mesleğini idrak eden Nur Talebeleri, dahilde âsâyişi ihlâl edecek her türlü fitne ve anarşiden her zaman uzak durmuş ve mânevî cihad prensibiyle sırf iman hakikatlerini esas almıştır.

Meşrûtiyet döneminde Meşrûtiyete din nâmına sahip çıkan ve meşrûtiyet- i meşrûa unvanıyla onu kabullenen, “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyerek cumhuriyeti hakikî mânâda benimseyen ve “Bir kavmin efendisi ona hizmet edendir” hadisinden dolayı, demokratlık ve hürriyet-i vicdanın ona dayanarak devam edebileceğini söyleyen ve parlamenter demokratik sistemin dört mezhepten istihracının mümkün olduğunu dâvâ eden Bediüzzaman’ın mesleğini iyi bilen Nur Talebeleri, mevcut demokratik yapıya ciddî olarak sahip çıkmış ve radikal İslâm veya siyasal İslâm gibi akımlara itibar etmemiştir. Demokratikleşme reformlarına ve iyileştirmelere destek vermeye de her zaman devam etmişlerdir.

Menfî siyasetin her türlüsünden Allah’a sığınan, fakat müsbet siyaset denilen siyasetin dine dost ve hizmetkâr yapılmasının fiilen uygulamalarını gösteren Bediüzzaman Hazretleri gibi, vatanperver olan hakikî demokratlara destek veren ve bunun risâleler muvacehesinde mesnedini gösteren Nur Talebeleri, toplum ekseriyetinin ne yaptığına değil, Risâlelerdeki mesleğin ictimâi hayata bakan ölçülerine itibar ederler. Konjonktürel olaylar onları etkilemez. Zira, bu günlerin yarınları da vardır. Onlar, Nur Mesleğinin temel prensiplerinde sebat etmeyi esas alırlar. Çünkü, imanî meseleler gibi ictimâî dersler dahi ilhama dayalı sünûhattır. Olaylar döner dolaşır, yine Üstadın tesbit ettiği cihette karar kılar.

Nur Talebelerinin meslek ve meşrep ölçüleri, merhum Zübeyir Ağabey tarafından Hizmet Rehberi ile Beyanat ve Tenvirlerde derlenmiştir. Meslek ve meşrep hassasiyetinin çoğu gruplarca kaybedildiği günümüzde, mensubu olduğumuz ekolün, meslek ve meşrep prensiplerine sadakatle bağlı kalmaya ve hassasiyetimizi korumaya şiddetle ihtiyacımız olduğu açıkça görülmektedir. Zira, gemiler denizlerde dolaşır durur, fakat sonunda bağlandıkları iskele babaları ise yerlerinde dimdik durur.

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ânda tefekküre dâvet



Ayşe Hanım: “Kur’ân’ın meyvelerden, sebzelerden ve bitkilerden bahsedişi onlardan daha iyi faydalanabilmemiz için midir? Yoksa başka amacı var mıdır?”

Kur’ân varlıklardan, yani meyvelerden, sebzelerden, bitkilerden, dağlardan, taşlardan, yeryüzünden, gökyüzünden bunların zâtları ve mahâretleri için bahsetmez, yani bunların mânâ-yı isimleri için bahsetmez; varlıkların tevhid inancına olan delâletleri için, Allah’ın azametini, kudretini, ilmini, irâdesini, merhametini, şefkatini göstermek ve ispat etmek için bahseder. Kur’ân bu gâyeye matuf olarak kâinâtta var olan belli başlı hemen bütün varlıklardan bahseder ve bunları inkârcı insanın gözüne sokar. Ardından sorar: “Yedi göğü birbiriyle âhenk içinde O yarattı. Rahmân’ın yarattığında nizamsızlıktan eser göremezsin. Haydi! Çevir gözünü, en küçük bir kusur görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir. Göz kusur bulamaz, hor ve hakir olarak sana döner; o göz bitkindir artık. And olsun ki dünya semâsını Biz kandillerle süsledik.”1

Bedîüzzaman Hazretlerine göre Kur’ân, kâinât sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan yaratılış âyetlerini cinlere ve insanlara ders veriyor. Her biri birer mânidar harf olan varlıklara mânâ-yı harfî nazarıyla, yani onlara yaratıcıları hesabına bakıyor; “Ne güzel yapılmış! Ve ne kadar güzel bir sûrette Yaratıcının cemâlini gösteriyor!” diyor. Kur’ân böylece kâinâtın hakîkî güzelliğini gösteriyor.2

Âyetler üzerinde inceleyelim:

“İnsan yediklerine bir baksın! Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan tâneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik. Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.”3

“Gökyüzüne parıl parıl parlayan bir kandil astık! Yağışa hazır bulutlardan bol bol su indirdik. Onunla yerden taneler, bitkiler ve gür ağaçlı bahçeler çıkardık.”4

“Bitkiler ve ağaçlar O’na secde eder. O’nun emrini dinler. O, gökyüzünü yükseltip âleme nizam ve ölçü verdi. Tâ ki adâletten ve dînin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adâletle yerine getirin ve âhiretteki mîzânınızı ziyana düşürmeyin. Yeryüzünü canlılar için O hazırladı. Orada meyveler, salkım salkım hurmalar, yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır. Ey insanlar ve cinler! Rabb’inizin nimetlerinden hangisini inkâr edersiniz?”5

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. Yeryüzünü döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. Hakka yönelen her bir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten de bereketli bir su indirdik. Ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, taneli ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü bir beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır.”6

“Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O’dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır. Yeryüzünde birbirine komşu kıt'alar vardır. Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir tek su ile sulanır. Hâlbuki meyvelerinde birini öbürüne üstün kılıyoruz. Aklı eren bir kavim için bunda muhakkak ibretler vardır. Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların şu sözleridir: ‘Biz toprak olup gittikten sonra mı, yani biz gerçekten yeniden mi yaratılacağız?’ İşte bunlar Rablerini inkâr etmişlerdir. Bunlar boyunlarında demir halkalar bulunanlardır. Ve işte bunlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır.”7

Dipnotlar:

1- Mülk Sûresi: 3,4,5

2- Sözler, s. 121

3- Abese Sûresi: 24-32

4- Nebe’ Sûresi: 13-16

5- Rahman Sûresi: 6-13

6- Kaf Sûresi: 6-11

7- Ra’d Sûresi: 3-5

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mükâfatın büyüklüğü



“Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min Allah’a günahtan arınıp tertemiz kavuşuncaya kadar vücudundan, malından, çoluk çocuğundan belâ eksik olmaz.”1

“Alllah, bir kulunun iyiliğini dilerse, cezasını dünyada peşin peşin verir.”2

“Mükâfatın büyüklüğü belânın büyüklüğü ölçüsündedir. Allahu Teâlâ bir topluluğu severse onları belâya uğratır.”3

Demek Allah sevdiği kullarını da zaman zaman belâlara mübtelâ edebiliyor. Halk arasında dolaşan, “Allah sevdiği kuluna belâ verir” sözünün kaynakları bu hadis-i şerifler olsa gerek. Allah’a teslimiyet ve tevekkül içerisinde olan bir kimse başına bir belâ geldiğinde, “Eyvah, meğer ben ne kötü kulmuşum” diye ye’se kapılmaz, “Bunda da bir hikmet vardır, ‘Güzelden gelen güzeldir’ der” başına gelenleri isyan ve şikâyete girmeden sabır ve tahammülle karşılar. Yukardaki üçüncü hadis-i şerifin devamında yer alan “Kim mukadderatına razı olursa Allah da ondan razı olur. Kim razı olmazsa Allah da ona gazap eder” cümleleri de mü’mine takınması gereken tavrı açıkça gösterir.

Demek hayat bir imtihan. Allah bazan kullarını nimetlerle imtihan eder; tâ ki şükür, hamd ve ibadetle o nimetlerin hakkını vermeye çalışsınlar diye. Bazan da mûsibetlerle imtihan eder, “Bakalım sabredebiliyorlar mı?” diye. Sonuçta Allah şükredene de, sabredene de mükâfatlar verir, kimseye haksızlık etmez.

Önce nimetler içerisinde yüzüp o nimetlerin hakkını veren Hz. Eyyub (as) sonra da mûsibetlerle imtihan edilip sabır imtihanından geçirilmiş ve bu imtihanı da en güzel bir şekilde vermişti. Nice nimetlere garkolan Hz. Süleyman’ın da (as) elinden bir süre saltanatının alınıp sabır imtihanına maruz bırakıldığını biliyoruz. Hz. Yusuf’un (as) ise daha masum bir çocukken kardeşleri tarafından kuyuya atıldığını, sonra da Züleyha’nın iftirasına kurban gidip yine masum olarak yıllarca hapishanede kaldığı malûm. Demek Üstadın belirttiği gibi, “En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.”4

Kısaca kâinatta tesadüf diye bir şey yok. Nimet de, mûsibet de Allah’tan. Bize düşen ise Aziz Mahmud Hudayi gibi, “Hoştur bana Senden gelen, / Ya gonca gül, yahut diken, / Ya hil’at, yahut kefen, / Lütfunda hoş, kahrın da hoş.

“Gelse celâlinden cefa, / Yahut cemalinden vefa, / İkisi de cana safa / Lütfun da hoş, kahrın da hoş / Narın da hoş, Nurun da hoş” diyebilmek.

Evet, her hâl ü kârda imtihandayız. Kazançlı çıkmak da elimizde.

Dipnotlar:

1- Fethu’r-Rabbanî, 19:127 (Hadis no: 2); Riyazü’s-Salihîn ve Terc., 1:81 (Hadis no: 49; Tirmizî’den.)

2- A.g.e., 1:73 (Hadis no: 43; Tirmizî’den.)

3- A.g.e.

4- Şuâlar, s. 650.

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kur'ân'a bayraktarlık şerefi



Tarihin Yorumu 15–25 Aralık 1055

Size bugün bahsini edeceğimiz tarihî hadise, Bediüzzaman Hazretlerinin "26. Mektup"ta zikri geçen şu ifadelerle birebir örtüşüyor: "Ey ehl–i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene (Osmanlı devrinden) değil, belki Abbâsîler zamanından beri bin senedir Kur'ân–ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup, Kur'ân'ı îlân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def' ettiniz..."

İşte biz de bu hakikatli ifadelerin izini sürdük ve yaklaşık bir yıllık tarih yolculuğu neticesinde, 990–1063 yıllarında yaşayan Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin Kur'ân'a bayraktarlık hizmetini bihakkın omuzladığına şahit olduk.

Evet, Sultan Tuğrul Bey, tarih kayıtlarına göre 1055 senesinin 15–25 Aralık günlerinde I. Bağdat Seferini başarıyla tamamlamış ve aynı zamanda Hilâfet merkezi olan Bağdat'ı kansız bir fütûhât ile başında bulunduğu devlete, Selçuklu Devletine bağlamış görünüyor.

Bağdat, o tarihte Abbâsilerin elinde bulunan Hilâfetin merkeziydi. Halife ise, "İslâmın bayraktarı" sıfatıyla Sultan Tuğrul isminin hutbede okunmasını emretmişti.

Şimdi, kısaca bu tarihî hadisenin gelişme seyrine bakalım...

* * *

Selçukîler, Oğuz Türklerinin Kınık boyundan bir hanedanı temsil ediyor.

Tuğrul Bey ise, Selçuklu İslâm Devletinin kurucusu ve bu devlete ismi verilen hanedan reisi Selçuk Beyin torunudur. Ordu komutanı Çağrı Bey ile de özkardeştir. Çağrı Bey ise, aynı zamanda istikbâlin Malazgirt Fatihi Sultan Alparslan'ın babasıdır.

Tuğrul ve Çağrı kardeşlerin, İslâm tarihi içinde dillere destan olmuş çok büyük hizmetleri var: Hayatları boyunca İslâmiyetin bayraktarlığını yapmak, İslâmın vahdet ve uhuvvetini tesis etmek, her tarafta mâbed, medrese ve kervansaray gibi hayır kurumları inşa ettirmek gibi...

Onların zamanında, Abbâsilerin elinde bulunan Hilâfetin merkezi Bağdat idi. Mısır'da ise, Şiî Fatımî devleti hüküm sürmekteydi. Bağdat'ta Fatımîlere bağlı olan Şiî Büveyhoğulları ise, Abbâsilere zulmediyor ve her fırsatta halifeye baskı yapıyordu.

Bu durumdan haberdar olan Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, İran ve Horasan'da bulunan ordu birliklerinin sefer hazırlığına başlamasını emretti.

Tuğrul Bey, Müslümanlar arasında kardeş kanı dökülsün istemiyordu. Ancak, yine de Hilâfeti korumakta ve Bağdat'ı sükûna kavuşturmakta kesin kararlıydı.

İşte, böylesine bir azim ve kararlılık içinde 1055 yılı Aralık ayı ortalarında ordusuyla birlikte Bağdat yakınlarına kadar geldi. Onun bu tarzda gelişi, Bağdat'taki Büveyhoğullarını ürküttü ve baskılarını gevşetti. Bundan cesaret alan Abbâsi Halifesi Kàim bi–Emrillâh, 15 Aralık Cuma günkü hutbede Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin ismini okuttu. Böylelikle, İslâm dünyasını siyaseten Selçuklu Sultanlığının temsil ettiğini de hem kabul, hem de ilân etmiş oldu.

Bağdat'ın böyle kansız ve savaşsız bir şekilde fethedilmesi, takdire şâyân bir hadise olarak alkışlandı. Zira, bu fetih, usûl ve yöntem itibariyle, İslâm tarihinin en büyük ve en mukaddes fethi olan "Mekke'nin Fethi"ni andırıyordu. O zaman da hiç kan dökülmemiş ve düşmanlığın, kindarlığın yeşermesine fırsat verilmemişti.

* * *

Bağdat'ın fethi ile birlikte, tâ Gazneli Sultan Mahmud'un iktidarı zamanında (998) başlamış olan Türk–Abbâsî yakınlaşması daha da pekişmiş oldu.

Hatta, yakınlaşma ve kaynaşma yolunda bir adım daha gidildi ve iki kavmin ileri gelenleri arasında vukubulan evlilikler vasıtasıyla da akrabalık bağları kurulmaya başlandı: Sultan Tuğrul Beyin, Halife'nin kızıyla evlenmesi, hısım ve akrabalık derecesinin en üst seviyede olduğunu gösteriyor.

Yıllar sonra, yine üst seviyede olmak üzere bir evlilik hadisesi daha yaşandı. Tuğrul Beyin yeğeni Çağrı Beyin kızı Hatice Hatun Abbasî ailesine gelin olarak gitti.

* * *

Bağdat'ta etkili bir hanedan olan Şiî Büveyhoğulları, Mısır'daki Şiî Fatımîlerden kuvvet ve cesaret alarak halka ve Abbâsî halifesine zulmediyordu.

Onların bu zulüm ve baskılarından bunalan halife, kurtuluş çaresini Selçuklu Sultanına müracaat etmekte bulmuştu. Halifenin dâvetine, son derece plânlı, gerek diplomatik ve gerekse askerî yönden son derece hazırlıklı bir şekilde icabet eden Sultan Tuğrul, çıkmış olduğu bu büyük seferin başından sonuna kadar en fazla dikkat ettiği hususların başında, kardeş kanının dökülmemesi için göstermiş olduğu fevkalâde hassasiyet geliyor. Zira, o dönemde böylesi bir hassasiyeti taşımak, her yiğidin harcı değildir.

Bundan dolayıdır ki, kısa süre içinde Horasan, İran, Harezm, Azerbaycan ve Irak'ı başında bulunduğu Selçuklu Devletine katan Sultan Tuğrul, tarihe akıllı, cesur, mütevazı, şefkatli ve adâletli bir şahsiyet olarak geçti.

Tuğrul Bey, bilâhare II. Bağdat Seferini düzenlemek mecburiyetinde kaldı. Çünkü, Şiî Büveyoğulları yine azmaya başlamış ve halka baskı yapmaya yeltenmişti. Bu ikinci sefer esnasında, yine kılıç ve mızrakla değil, gönülleri fetih metoduyla hareket etti. Ancak, yanlışta ısrar edenleri cezalandırmaktan ve hapse attırmaktan da çekinmedi.

* * *

1063 senesinin 4 Eylül'ünde İran'ın Rey şehrinde hayata çocuksuz olarak vedâ eden Tuğrul Beyin yerine, öz yeğeni ve geleceğin Malazgirt Fatihi Sultan Alparslan geçti.

Son olarak, Sultan Tuğrul'un tarihe geçen bir hasletini ifade ederek bitirelim.

Ömrü boyunca hep cami, mescid, medrese gibi hayır kurumlarını inşa ettirmekten zevk alan Sultan Tuğrul, kendisi için yapılan sarayların yanına da mutlaka birer mâbed inşa ettirmiştir.

Hatta, her defasında şunu şu mânidar sözleri zikrettiği rivâvet ediliyor: "Şayet ben kendim için bir ev, bir saray yapıp da, yanında ondan daha ihtişamlı bir mâbed inşa ettirmezsem, Allah’ın huzuruna gitmekten utanırım."

NOT: Sultan Tuğrul hakkında daha geniş bilgi isteyenler için İslâm tarihçisi El–Buldan, İbnü’l–Esir ve Ahmed bin Mahmud'un "Selçuknâme" isimli eseri ile Prof. Altan Köymen'in Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkan "Tuğrul Bey ve Zamanı" isimli eseri (baskı tarihi 1976) okumalarını tavsiye ederiz.

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cihad ve çeşitleri



İslâm’ın genel tebliğ kaidelerinin, tebliğ ve irşadın, yâni mânevî cihadın üslûbu, metodu iyi anlaşılamadı, kimi zaman kasten öyle yansıtıldı. Kıtâl, yani silâhlı savaş ile ilim, fikir, düşünce yoluyla cihad birbirine karıştırıldı.

Kur’ân, “Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad edin...”1 diye ferman eder. Cihad, i’lây-ı kelimetullah yolunda mücâdele etmenin adı; Allah’ın yüce adının bayraklaşması uğrunda gösterilen cehd, sergilenen sa’y, gayret ve özveridir.2 Bir başka târifle, yeryüzünde tevhid inancının, hakkın, sulhun ve barışın egemen olması için harcanan cehd ve gayretin adıdır. Cihad malla, ilimle, kültür hizmetiyle yapılır. Bu anlamda cihad, kesintisiz devam edecek olan bir süreçtir.3

Müslüman kadın-erkek, yaşlı-genç herkes bu mânâdaki cihad vazifesiyle mükelleftir. Cihad, maddî ve mânevî olarak başta ikiye ayrılır. Kur’ân ve Sünnetten çıkan diğer tasnifini de ana başlıkları ile verirsek şöyle bir tablo ile karşılaşırız:

* Vasıtaları yönünden cihad: İlim, dil, mal ve beden ile yapılan cihad.

* Hedef ve alanları açısından cihad: Nefs, şeytan, münâfıklar, kötülükler, fitne-fesat, bağîler ve dış düşmanlara karşı cihad.

Maddî cihad, beden ile, mal ile ve hâricî, silâhlı düşmanlara karşı silâhla yapılan mücâdelenin adıdır. Bu ciheti, zaman, şart, imkân ve duruma göre değişiklik arz eder. Ancak, Bediüzzaman, “Dinde zorlama yoktur”4 ifadesini tefsir ederken, zorlama ve silâhla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu ve ‘iman-ı tahkikî kılıcıyla’ yapılacak olan mânevî cihad döneminin başladığını ilân eder.5

Bu, kılıçların kınına girdiği; aklın, ilmin ve marifetin, bilginin, güzel ahlâkın, lisân-ı kal ve hâlin hâkim olduğu bir devredir. Zaten ferd, yalnız başına “silâhla cihad” kararı veremez, uygulayamaz.6 “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmektir”7 gereğince, mü’minlerin vazifeleri yalnızca tebliğdir, zorlayıcı ve kabul ettirici değiller. Peygamberlere tanınmayan bir imtiyaz, elbette hiçbir ferde tanınmamış.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Hac, 78.

2- M. Fethullah Gülen, İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, Nil Yay., İzm., 1996 s. V.

3- Prof. Dr. Hamza Aktan, Zaman, Şubat 2000.

4- Kur’ân, Bakara, 256.

5- Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, s. 79

6- Fethü’l-Bârî, 6: 28; İbn-i Kudame, Muğni, 8: 346.

7- Kur’ân, Mâide 99, Nûr, 54.

24.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Ali OKTAY

Alâeddin Yavaşça



Aralık ayı başında sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından 3 isime kültür ve san'ata hizmetlerinden dolayı büyük onur ödülü verildiğini okumuşsunuzdur. Ne hikmetse Yaşar Kemal’e gösterilen ilginin gürültüsünden diğer iki isim biraz göz ardı edildi. Bu büyük ödülü fazlasıyla hak eden ve alan Alâeddin Yavaşça Hocamızı canı gönülden tebrik ederiz. Böylesi ödüller elbette her san'atçı için bir gururdur ancak bir san'atkârın büyüklüğü milletinin, halkının gönlünde tuttuğu yerle orantılıdır.

Merhum bestekâr Cinuçen Tanrıkorur bir makalesinde şöyle demişti: “Üstad bestekâr ve hoca Alâeddin Yavaşça, mûsikîmizde 20. yüzyılın—bizce—en büyük ses sanatkârıdır. Ortaya koyduğumuz bu kesin hükme katılmayacaklar veya mübalâğalı bulacaklar olabilir (başta üstadın kendisi olmak üzere) Ama biz, düşündüğünü söylemekten çekinmeyen ve hükümlerini gerekçesiz serdetmeyenlerdeniz.” Cinuçen Bey buna dayanak gösterdiği noktaları sıralamıştı yazısında. Onlardan birinde “20. yüzyılın şüphesiz ve tartışmasız en büyük Türk Mûsikîsi bestekârı Hafız Sadeddin Kaynak, Yavaşça‘ya imzaladığı bir eserinde ‘İstikbalin büyük san'atkârına’ ibaresini kullanmıştır” demektedir. Şimdi gelin Alâeddin Bey’i biraz olsun tanımaya çalışalım.

Kilis’te 1 Mart 1926 yılında doğmuştur. Babası Cemil Bey, ziraatle uğraşmakla beraber kültürlü mûsikiye meraklı ve dindar bir adamdır. Sabah namazlarını genellikle evde kılar ve daha sonra güzel sesiyle Kur‘ân okurmuş. Alâeddin Bey, kuşluk vakitlerinde babasının güzel sesine karışan kuş cıvıltılarını hiç unutamadığını, ruhunda derin izler bırakan bu mûsikinin kendinde güzel ses ve güzel nağmelere karşı benzersiz bir iştiyak uyandırdığını söyler. Alâeddin Yavaşça hayat hikâyesini kısaca şöyle anlatır: “Mûsikiyle tanışmam 1935’te oldu. Lisede Tabiye (biyoloji) hocam Zihni Çelikel‘den kemanı tanıdım. Edebiyat öğretmenimiz Hakkı Süha Gezgin, beni fasıl meşklerine götürdü. Üniversite korosunda Süleyman Ergüner ile Mevlevî âyinini tanıdım. O yıllarda dinî eserler yasaktı. Neyzen ve yazar Burhaneddin Ökte ‘geleceğin solisti’ deyince moral buldum teşvik oldum. Hacı Arif Beyin oğlu Zeki Arif Bey ile Göztepe’deki evinde tanışmamızda gülen gözleri bir dönüm noktasıydı benim için. M. Nurettin Selçuk beni jübile kadrosuna aldı. Özel meşk teklifine de uçtum. Düz okumayı öğrendim böylece.”

Alâeddin Bey 21 Nisan 2005 yılında emekli olduğu İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nın aynı zamanda Nevzat Atlığ ile beraber 1976 yılındaki kurucusu idi. “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok”, “Ne günah etse açılmaz iki gönlün arası”, “Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime”, “Boğaziçi şen gönüller yatağı”, “Ağlar gezerim sahili sanki benimlesin”, “Hatıralar”, gibi sevilen çok sayıda bestenin sahibidir. Yıllar önce CNN Türk’te ‘’Tanbur’’ isimli bir programını izlediğim başarılı yönetmen Cengiz Özkarabekir ile daha sonra muhakkak bir "Alaeddin Yavaşça belgeseli” yapması konusunda konuşmamız olmuştu. Ancak ne yazık ki Cengiz Beyin de çok yapmak istemesine rağmen bu gerçekleşmedi. Kumandayı elimize aldığımızda televizyon kanallarından geçilmiyor. Hadi özel kanallarımız yapmıyor, ama bari TRT böylesi değerlerimizi bir dizi halinde şöyle içimize sinecek şekilde bizlere anlatacak belgeseller çekse diyorum. Bu aynı zamanda hem bir hizmet hem de kültürel borçtur. Alâeddin Bey’den bir hatıra Bütün ülke çapında en sevilen san'atçının belirlenmesi amacıyla bir kamuoyu anketi yapılır 1950’li yıllarda. Anket sonuçlarına göre birinci Alâeddin Yavaşça ikinci ise Zeki Müren seçilir. Ardından arka arkaya gazino teklifleri yağmaya başlar kendisine. Aynı zamanda bir doktor olan bestekârımız 35 bin lira borçla bir de muayenehane açmıştır. Teklifleri kabul etse borçlar bir anda silinecek ancak içkili bir yerde san'at icra etmeyi kendine yedirememektedir. Bu arada bir film teklifi de yapılır. ‘’Beklenen şarkı‘’ diye çekilecek bu film ilk müzik ağırlıklı film de olacaktır. Teklifi kabul etmesi halinde bu film karşılığı Alâeddin Beye 2 apartman 2 otomobil alacak ve kalanını da işletecek kadar önemli bir meblâğdır. Alâeddin Bey elbette bu teklifi de reddeder. Film teklifini ise Zeki Müren kabul eder. O günlerin önemli isimlerinden İstanbul Belediye Başkanı Fahri Atabey film şirketi sahiplerine takılır: ‘’Ben demedim mi ne kadar cazip teklif götürürseniz götürün Alâeddin Bey’i kandıramazsınız diye.’’ Bir yandan geçim sıkıntısı bir yandan da şöhretinin zirvesindeyken gösterdiği hassasiyet işte budur bestekârımızın. GÖNÜLDEN DİLE Senden uzak günlerim zindan oluyor Hasretin elemi kalbime doluyor Gönül bahçemde yazık hayal gülü soluyor Hasretin elemi kalbime doluyor” Alâeddin Yavaşça

24.12.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Saadet BAYRİ

Kendini akîl zanneden ahmaklar



Her gün gördüğüm suretime, unutamayacağım bir bakış bırakıyorum.

Bu kadar kaybedişin, hatanın içinden bari bunu hatırlasam diyorum. Belki bu kalır gözlerimde diyerek, kendimi kendimle durdurmaya çalışıyorum.

Derken bir internet sitesinde, gözlerime değen ve unutamayacağım resimler kalıyor. Yürürken, konuşurken, düşünürken hatırlamak için, saatlerce seyrediyorum bu manzaraları.

2008’in akılda kalan fotolarını veriyor bu site.

Ve kapalı hanımların Erciyes’te kayak yaptıklarını hayretle ve suçmuş gibi objektifleyip nazarıma sunuyor.

Şaşıp kalıyorum. Sanki daha önce yoktu, şu birkaç yıldır ortaya çıktı örtülüler.

Televizyonlarda “onlar” ve “bizler” diye ötekileştirip, gazetelerde “Onlar bunu da yapıyor” diyerek, her hareketlerine şaşırdığımız ve neredeyse nefes alacakları yerleri belirleyeceğimiz örtülüler, yeni mi girdi hayatımıza?

İnsanî hallerimizden gerine gerine bahsederken, hayvanlara yapılan en ufak bir saldırıda yüreğimiz sızlarken. Televizyonlarda ki üçüncü sayfa haberlerine isyanlar edip, yaşlarımızı akıtırken, eline toplu katliâm imkânı verilse birilerinin, hiç şüphem yok, acımadan katlederler bütün örtülüleri.

Üzerine de vicdanlarını susturdular diye, derin bir nefes çekerler.

Zira sıradan yaşantılarının içinde her türlü hareketi özgürlük adı altında yaparken, yanlarından “Ahiret ya varsa? Ölüm de var unutma.” diye canlı geçen haberciler artık birilerini rahatsız etmemiş olurdu.

Oysa daha yıllar önce ne güzel söylemiş Necip Fazıl: "Bir kız öğrenciyi, başını örttüğü için tahsil hakkından mahrum etmek İstiklâl Savaşı başlarında ve Maraş’ta düşmanlar tarafından başörtüsü çekilip düşürüldüğü için başlayan millî şahlanışın ruhuna tükürmektir” demiş ve bizi yıllar öncesine götürmüş, tarihimizi hatırlatmaya çalışmıştı.

Ancak balık hafızalı bir millet olduğumuz için, ona da vardı bir bahanemiz.

Hepimizin dediğimiz bu dünyaya, birileri sahip çıkarken bir de üzerine medeniyetten bahsedilince, “ne yazsam?” diye düşünemeden edemiyorum.

Bir köşe yazarı; “umumî tuvaletlerde, ellerimi yıkadığım yerde, abdest alıp ayaklarını gözüme sokmasınlar. Bana yeter” diyorken, unutuyor sanırım tahareti…

Zira az önce tuvaletten çıkan bir diğeri, kirlenmiş elini yıkıyor o lavaboda, şimdi sormak gerekiyor, kendini akıllı ve temiz zanneden bu gazeteciye, o ayak mı temiz, yoksa o el mi?

***

“Örtünmek güzeldir” sloganına takıp, bilbordlarda gördükçe sinirleri bozulan bayanlar… Neden sadece bir reklâm olan bu yazıdan bu kadar rahatsız oldular? Acaba vicdan denilen manevî polisleri onları rahatsız mı etti? Açılmak hepsinden güzeldir diyen halleri onları tatmin etmiyor mu cevap olarak?

“Örtülüleri görünce, inadına sakız çiğneyip patlatıyorum. Onlar kapandıkça, inadına kısa giyiniyorum” diyen bir bayan “Edepsizleşiyorum” derken utanmıyor, rahatsız olmuyorsa, örtülü bir bayan neden bu bayanın yaptığı bu hareketlerden dolayı rahatsız olsun ki…

Ahh! Kendini akıllı zanneden ahmaklar.

Yaptığınız bütün hareketlerle sadece kişiliğinizi gösterirsiniz.

Halinizden ve davranışlarınızdan bu kadar eminseniz, neden bir örtülü sizinle yaşarken “öteki” diyerek rahatsız olmuyor da, siz neden elinizden gelse onları başka bir dünyaya sürmek istiyorsunuz? Bu halleriniz, acaba vicdanınızın çığlıkları olmasın…

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Özür kampanyası” ve Ermeni meselesi…(2)



Ermenilerden özür dilenmesine dair “imza kampanyası”nı Cumhurbaşkanı Gül’ün “fikir özgürlüğü” olarak görmesine karşılık Başbakan Erdoğan’ın, “Kim soykırım yaptıysa o özür dilesin” tepkisi, onca ibretli olaya rağmen Ankara’nın hâlâ ortak bir politika insicamı içinde olmadığını açığa çıkarmakta.

Bazı emekli büyükelçilerin sözkonusu “kampanya”ya karşı bildirilerini Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün “özel bir teşebbüs” olarak nitelendirmesinin ardından “tashihi”ne gidilmesi, Ankara’nın kafa karışıklığının âdeta dışa vurumu. Oysa günübirlik tepkilerle değil, ortak bir kanaat üzerine gelişen haklı ve doğru politikalar içinde olunması gerekiyor.

Aslında son bir yılda karşılıklı diyalogla bir nev'î rayına giren süreç, Gül’ün 1993’te RP Genel Başkan Yardımcısı olarak Meclis’te topa tutup âdeta “hıyanet” olarak kınadığı, Demirel hükûmetinin Ermenistan’a buğday ve tahıl yardımını yapan ve iyi komşuluk ilişkileri teşebbüsünün haklılığını ortaya koyuyor.

Her şeye rağmen Türkiye’nin tarihî misyonuna yakışır bir vakarla maddî ve mânevî verâsetini taşıdığı Osmanlının yüzlerce yıl “sâdık tebası” olarak vatandaşlığını yapan ve Müslümanlarla bin sene birlikte yaşayan Ermenilere dostluk ve işbirliği kapılarını kapamaması gerekiyor.

Bu açıdan Ankara, Ermeni diasporasının ateşlediği ve eli kanlı çetelerin körüklediği popülizmle, iç ve dış kışkırtmalarıyla iz’ân ve akl-ı selime yanaştırılmayan Erivan’a yol göstermeli; başlatılan diyalog ve açılımın akamete uğramasına müsaade edilmemeli…

TEHCİRİ TARTIŞMAKBAŞKA, KUTUPLAŞMAYI DERİNLEŞTİRMEK BAŞKA

Peki, Türkiye’nin diasporanın “soykırım” iftirasına cevap vermeye hazırlandığı, mâsum Ermeni halkının ve aklı başında politikacılarla diyalog ve işbirliğine doğru gidildiği sırada, bir grubun internet üzerinden başlattığı “özür dileme” kampanyası neye hizmet etmekte?

Diasporanın bu emel uğruna yüzmilyonlarca dolar harcadığı ve bu tür araştırma projelerine yüzbinlerce dolar verildiği gerçeği ortasında, bu “özür kampanyası”nın kime ne faydası olabilir? Taşnak komitesinin öteden beri başta ABD, Fransa ve İngiltere olmak üzere Batı kamuoyunda yürüttüğü ifsatla kabul ettirmeye çalıştığı “soykırım” bühtanıyla, Türkiye ve Ermenistan ilişkilerini bozmaktan öteye neye yarayacak?

“Tehcir”i tartışmak ayrı şey, bu tarz kampanyalarla kamplaşma ve kutuplaşmayı derinleştirip düşmanlığın daha da derinleştirilmesine, karşılıklı nefretin kaşınmasına kapı açmak ayrı şeydir. Herkesin bunun farkında olması icâb ediyor.

Bilinmelidir ki diasporanın istismar malzemesi olacak, “Bakın Türkiye halkı da özür diliyor, o halde soykırım oldu” isnadına zemin hazırlayan, “büyük Ermenistan projesi”nin eline kozlar veren bu tür çıkışlar, dostluğa ve barışa değil, gerginlik ve kutuplaşmaya âlet edilir.

Kimlik tartışmalarını, suçlamaları, karşılıklı katliam iddialarını daha da alevlendirir. Tarihte kalmış olayların çarpıtılarak bugünkü siyasî arenada emperyal güçlerin, küresel ifsad şebekelerinin istimaline teşne hale getirir. Önyargıları daha da azdırır.

Bundan bir asır önceki “zafer neşîdesi”nde Müslüman ve gayr-ı müslim bütün Osmanlı unsurlarının birlikte okudukları, “Sancağımız şanımız / Osmanlı ünvânımız / Vatan bizim canımız / Fedâ olsun kanımız” mânâsında okunan “Vatan-ı Osmanî” etrafındaki birlik ruhundan uzaklaştırır…

ÇARE, İZZETLE DOSTLUK VE BARIŞ ELİNİ

UZATMAKTIR…

Çözüm, Ermeniler üzerinden oynanan oyuna gelmemek, fitne tuzağına düşmemektir.

Çâre, Pasinler Cephesinde Ordu kumandanı Enver Paşa’nın ve diğer kumandanların hayranlıkla takdir ettikleri cihad hizmetini yapan, katliâmda Van’dan hicret eden ahalinin mal ve çocuklarının Rus ve Ermenilerin eline geçmemesi için fedâileri ve talebeleriyle cansiperâne savaşıp ahâlinin kurtulmasını sağlayan Bediüzzaman’ın verdiği “dostluk dersi”ndedir.

Ermenileri “Âdem zamanından beri yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsur” olarak niteleyen Bediüzzaman’ın geçen asrın başlarında “bazı Ermeniler’in düşmanlık, hile ve hıyanetleri”ne mukabil, “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır). Fakat mütezellilâne (zillet ve eziklik içinde) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musalâha (barış) elini uzatmaktır” tavsiyesindedir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 23)

Bu ülkedeki “gayr-ı müslimlerle ve Ermenilerle dostluğun ve hürriyetleri”nin gereğini ve topyekûn millete faydalarını nazara veren Bediüzzaman’ın, vahşet ve katliâm peşindeki “komiteler”e şiddetle mukabele edişi arasında, olayların üstündeki istikâmetli ve asil tavrındadır. (Münâzarât, 56-102)

Hunharca cinâyetler işleyen, çocukları, kadınları, yaşlıları katleden Taşnak komitelerinin rağmına, Ermeni kadın ve çocuklarına “kat’iyyen dokunulmamasını” emredip sahiplerine teslim eden Bediüzzaman’ın, Ermenileri hayretler içinde bıraktıran âilcenâplıktadır. En acımasız çetebaşlarına, “Madem Molla Said bizim çocuklarımıza dokunmadı; biz de bundan sonra onların çoluk çocuğuna dokunmayacağız” dedirten davranıştadır. (Sadık Albayrak. Son Devrin İslâm Akademisi, Yeni Asya Yayınları, 1973, 186-194)

Gerçek şu ki Ermenilerin barış ve istikrarı, bölgede öncelikle Türkiye ile karşılıklı saygıya ve toprak bütünlüğünü tanımaya dayanan dostluk ve işbirliğinden geçiyor. Ermeni halkı ve aklı başında politikacıları da bunun farkında.

Türkiye’ye düşen, Ermenilerle bin yıl süren iyi komşuluk esaslarıyla, karşılıklı dostluğu ve barışı besleyen politikaları başarıyla uygulamak; ecnebilerin maşası diasporanın Müslüman Ermeni düşmanlığını telkin eden tuzaklarına karşı müteyakkız olmaktır…

Ankara bunda kararlı olmalıdır…

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Bu Ülke”nin aydını



Garip bir ülke olduğumuz noktasında her halde ihtilâf yoktur. En garip olan da, ülkemizin ‘aydın’larının millete ve çoğu zaman da ‘gerçekler’e yabancı olmasıdır. Bu durum çeşitli kişilerce ifade edilmekle birlikte, belki de en doğru teşhisi mütefekkir Cemil Meriç yazdığı eserleriyle ortaya koymuştur.

Cemil Meriç, hakkında hazırlanan bir belgeselle yeniden gündemde. Merhum Cemil Meriç’in hayatının anlatıldığı ‘’Türkiye’nin Ruhu Cemil Meriç’’ belgeselinin galası Pazartesi akşamı İstanbul Harbiye’deki Cemil Reşit Rey Konser Salonu’nda yapıldı. Galada bir konuşma yapan Cemil Meriç’in kızı Prof. Dr. Ümit Meriç, sadece ‘baba’sından değil, Türkiye gerçeklerinden haberdar olan bir ‘aydın’dan bahsetti.

Ümit Meriç, babası Cemil Meriç’i; ‘’ülkesinin geçmişini ve geleceğini sırtlanan bir aydın’’ olarak tarif etti. Cemil Meriç’in ortaya koyduğu eserleri dikkatle okuyanlar, her halde bu tarife itiraz etmez. Şafak Bakkalbaşıoğlu’nun yönettiği ve proje danışmanlığını Dücane Cündioğlu’nun yaptığı 120 dakikalık belgesel aynı zamanda ‘tek parti’ döneminin ipliğini de pazara çıkarmış oluyor. ‘’Türkiye’nin Ruhu Cemil Meriç’’ belgeselinin 26 Aralık 2008 tarihinde TRT-2’de yayınlanacağı ifade edildi ki, belgesel yayınlanırsa TV izleyicisinin de beğeneceğini şimdiden söylemek mümkün.

Belgeselin ‘teknik’ değerlendirmesi ayrıca yapılabilir. İşin o cephesini ‘ehil olanlar’ havale edip, mesajlarına dikkat edilecek olursa ortaya “Türkiye gerçeği”nin çıktığı görülür. Nedir bu gerçek? “Sağda” ve “solda” olan ve fakat; düşünen, düşündüğünü bir şekilde ifade eden herkes ‘merkez’deki ‘yasak’çıların hışmını çekmiş, ona her türlü eziyet ve haksızlık yapılmıştır. Belgeselde de anlatıldığı üzere Cemil Meriç çocuk denilebilecek yaşta kitap dostu olmuştur. Okuyup doldukça, düşüncelerini yazı ile ifade etmeye başlamış ve ilk ‘ikaz’ı o dönemde Hatay’ı kontrolleri altında tutan Fransızlardan almış, lise eğitimini yarım bırakmak zorunda kalmıştır. “Tek parti” döneminde çektikleri de yabana atılmamalı. Elbette Cemil Meriç, ‘yasakçılar’dan çektikleri konusunda yalnız değildir. Onun gibi onlarca, belki de yüzlerce mağdur vardır. Belgeselde buna da dikkat çekilerek, Ankara’daki “en kara halet”e işaret edilmektedir ki bu beyanların TRT2’de yayınlanması sonrasında tartışmaların alevlenmesi de mümkündür.

30’lu yaşlarda ‘kör’ olması Cemil Meriç için ayrı bir imtihan vesilesidir. Buna rağmen kitaplardan kopmamış, belki de daha fazla kitaplarla haşir-neşir olmaya başlamış. Belgesel için mikrofon tutulan hemen bütün dost ve talebeleri, onun okuma ve yazma azmine dikkat çekmekte. Sonraki yıllarda yanına kitap okumaya giden gençler arasında Bediüzzaman’ı tanıyanların olması da onun için ayrı bir kazanç olmuştur. Ömrünün sonlarına doğru her fırsatta Bediüzzaman’ı bilhassa celâdet ve cesaretini takdir etmiştir. Meselâ, “Bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri (niçin) çıkmamıştır?” anlamındaki bir soru üzerine, “Çıkmamıştır. Said Nursî var. Hürmete lâyık başka bir adam tanımıyorum. Ben onu tanıdım” demiştir. (Yeni Devir g, 9 Ocak 1981’den aktaran; M. Latif Salihoğlu, Yeni Asya, 27 Haziran 2008) “Bu Ülke” adlı eserinde de şöyle yazmıştır: “Said-i Nursî, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman.(...)” (Cemil Meriç, Bu Ülke, sayfa 247, İletişim Yayıncılık A.Ş., 7. Baskı, 1992)

Kızı Ümit Meriç’in, ölümden korktuğunu ifade eden babasına “Baba korkma. Sen ölünce körlüğün de sona erecek. Çünkü senin bedenin kör, ruhun değil” dediğini aktarması ve Cemil Meriç’in de bu ‘müjde’ye çok sevindiği ifade etmesi önceki gece düzenlenen ‘gala’da en dikkat çekici mesajlardan biriydi.

Netice-i kelâm: Cemil Meriç bu ülkenin gerçeklerini görebilen cesur bir aydındı.

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Senegal ve köle adası Gore



Yolumuz Senegal’in başşehri Dakar’a düştü. Burada yükümüzü boşaltırken aynı zamanda Senegal’in bu en büyük şehri olan Dakar’ı gezme fırsatı buldum. Bu vesile ile gördüklerimi okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Senegal yaklaşık resmî olarak 11 denilse de yaklaşık 15 milyon nüfusa sahip bir ülke. Dakar’ın 2 milyona yakın bir nüfusu var. Halkın % 90’ından fazlası Müslüman. Özellikle namaza olan özenleri dikkate değer. Kısa bir ifade ile Batı Afrika’nın “Müslüman Kalesi” olarak Senegal’i gösterebiliriz.

Dakar bölgenin Paris’i olarak nitelendiriliyor. Gerçekten de bölgedeki bütün şehirlerden daha çok bakımlı ve güzel. Fas’ı hariç tutarsak bu bölge en emniyetli ve güvenilir şehir. Diğer Batı Afrika’da görülen gasp ve hırsızlık olayları burada çok daha az. Yalnız başınıza sokaklarda gezme imkânına sahipsiniz.

Dakar’da Türk okulları da mevcut. Diğer okullara gitmedim, ama Türklerin eğitim verdiği Kur’ân kurslarını gezme fırsatım oldu. Çok gayretli ve faal kardeşlerimiz ecdatlarına yakışır bir biçimde Kur’ân öğretip İslâm’ın güzelliklerini anlatmaya çalışıyorlar.

Bu hizmetleri küçümsememek gerekir. Zira Arap ülkelerinde ve bizdeki İslâmî yaşayış burada oldukça zayıf. En dikkat çeken husus tesettür konusunda çok ihmalkâr olmaları. Kadınlarda başörtüsü ve tesettür oranı çok düşük. Bizdeki laikçilerin istediği gibi herkes kafasına göre takılıyor.

Fakat namaz ibadetlerinde kadınlar da oldukça titizler. Fakat namazdan sonra yine o tesettür emrini umursamaz kıyafetlere bürünüyorlar. “Hâyâ” kavramını anlatmak için çok büyük emek gerekiyor.

1960’lı yıllarda bağımsızlığına kavuşan Senegal’de Başta Fransızlar olmak üzere Batı Avrupalıların hegemonyası hâlâ devam ediyor. Sömürgecilik başka bir şekilde idame ettiriliyor. Ağaçların şikâyet ettikleri balta ya karşı “Sapı bizden değil mi?” dedikleri gibi Avrupalı olmadıkları halde onlara körü körüne hizmet eden Afrikalıları kim uyandıracak çok merak ediyorum. Bunlar daha önce kölelik yaptıkları Avrupalılara karşı hâlâ köleliği sürdürüyorlar. Küçücük menfaat uğruna ülkelerini zarara uğratmaktan çekinmiyorlar.

Söz kölelikten açılmışken “utanç adası” adı verilen Gore’den de bahsetmek gerekiyor. Malûmunuz bu ada Afrika’da toplanan kölelerin satılmak üzere depolandığı bir ada. Gerçi kölelerin insanlık dışı muamelelere tutuldukları bu adada hiçbir eser bırakılmamış. Hepsini temizlemişler. Sadece müzede gördüğümüz birkaç fotoğrafa rastladık. Fransızlar akıllarınca her şeyi toplayıp temizleyince tarihte yaşanan ve köleliğin en büyük üssü alan bu adada yaşanan felâketleri unutturacaklarını sanıyorlar. Sevsinler sizi…

Evet, köle tüccarları yüzyıllarca bu adayı dağıtım merkezi olarak kullandılar. Bugün ABD’ye başkan seçilen Obama’nın babası her ne kadar Müslüman bir Kenyalı ise de zenci atalarının neredeyse tamamı bu adadan Amerika’ya taşınmışlardır. Şimdi ABD’nin % 15’ine ve Karayip Denizindeki adaların ise büyük çoğunluğuna sahip olan zenciler insanlık dışı işkenceler altında vatanlarından koparıldılar. Kökler dizisindeki “Kunta Kinte” tiplemesi yaşanan vahşetin çok küçük bir karesini yansıttığı halde bütün dünyada etkili olmuştu.

Gore Adası, Dakar’ın hemen yanıbaşında ve yolcu motorları ile yarım saatte ulaşılabilinen turistik bir yer. Adada yaklaşık 2 bin civarında insan yaşıyor. Küçük bir camisi var ve burada bizi gezdiren arkadaşımızla ikindi namazını kıldık. Buna mukabil oldukça büyük bir kilise mevcut. Malta bayrağı çekilmiş bu kilisede Pazar ayininden sonra dans edip oynayan Afrikalılara rastladık. Müziğin sesi adanın her yerinden duyuluyordu. Yine bu kiliseye ait olduğunu sandığım bir de yatılı kız okulu var. Zira biz adadan ayrılırken kız öğrenciler yolcu motoruyla okullarına dönüyorlardı.

24.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Özür tartışması



Ermeni meselesi, bazı aydınların başlattığı “özür dileme” kampanyasıyla yeniden gündemin ön sıralarına taşındı. Başbakan söz konusu imza seferberliğini sert sözlerle eleştirirken, Cumhurbaşkanı konuyla ilgili lehte veya aleyhte görüşler dile getirilmesini demokrasinin gereği olarak gören ortada bir tavır sergiledi.

MHP’nin bu kampanyayı öteden beri aşinası olduğumuz “ihanet” söylemleriyle yerden yere vurup yangına körükle giden tavrı sürerken CHP’nin sivri dillilerinden Canan Arıtman’ın, Gül’ün annesi için “Ermeni” imasında bulunması, böylelerin elinde bu tartışmanın iyice çığırından çıkacağını gösteren çok tipik bir örnek oluşturdu.

Gül’ün “Yüzyıllardır Müslüman ve Türk olan bir ailenin çocuğuyum” açıklamasına yine Arıtman’ın “Niye önce ‘Türk’üm’ demiyor da, Müslümanlığını öne alıyor?” sözü aynı çarpık zihniyetin bir diğer yansıması. Ve aynı zamanda son dönemdeki “açılım” denemeleriyle toplumla barışmaya çalıştığı izlenimi veren CHP’nin bu yöndeki çabalarını da sabote eden bir provokasyon.

Bu kafadaki insanlarla hiçbir yere varılamaz.

Buna karşılık Türkiye’nin, Ermeni meselesi de dahil olmak üzere, içeride ve dışarıda başını ağrıtan, önünü kesen, enerjisini tüketen sorunlarına mutlaka çözüm bulması lâzım. Çözüm geciktikçe sorunlar daha da katmerlenerek derinleşiyor.

Cumhurbaşkanının Erivan ziyaretiyle başlayan süreç, en azından diyalog ortamının doğması ve irtibat kopukluğundan da beslenerek konunun çok taraflı provokasyonlara açık olma özelliğini pekiştiren gerilimin yumuşamasına katkı sağladı.

Bu sürecin çok dikkatli, dengeli ve gerçekçi bir yaklaşımla iyi yönetilmesi lâzım ki, doğan fırsat heba edilmesin ve her iki tarafı da sıkıntıdan kurtarıp memnun edecek neticelere ulaşılabilsin.

Böyle kritik bir noktada, son tartışmayı tetikleyen “özür kampanyası”nın, yeni süreci destekleme fikriyle ve iyi niyetle başlatıldığını düşünmemek için, çok kuşkucu, komplocu ve her farklılığı ihanet olarak damgalayan bir yaklaşıma sahip olmak gerekir. Ki, böyle bir meselenin ortaya çıkıp bu boyutlara ulaşmasında, bu kafa yapısının asla gözardı edilmeyecek bir sorumluluğu var.

Ancak özellikle bu çeşit duyarlı konularda sadece iyiniyetle yola çıkmak yetmiyor. Meselenin hassasiyetini idrak eden, konuyu etraf-ı erbaasıyla çok iyi tartıp değerlendiren, muhtemel provokasyonlara bilerek veya bilmeyerek çanak tutmayan, kullanılacak üslûp ve söylemi de dikkat ve itina ile belirleyen çok ölçülü bir tavır gerekiyor.

Söz konusu özür kampanyasında bu özenin gösterildiğini söylemek zor. Tehcirin Ermenilere yaşattığı büyük acıları paylaşırken, Ermeni çetecilerin katlettiği Müslümanları gözardı etmek ve bizi zora sokmak için “soykırım” iddiasını kullanarak meseleyi çok daha ileri noktalara taşımak için fırsat kollayan küresel şebekelere istemeden de olsa malzeme vermek, basiretle bağdaşmaz.

Bu noktada Bediüzzaman’ın, daha evvel de yeri geldikçe dikkat çektiğimiz ifadeleri, takip edilmesi gereken doğru stratejinin ölçülerini veriyor.

İki taraf için de temel prensip şu:

“Şu milletin saadeti ve selâmeti, Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir. (...) Dostluğun sebebi vardır. Zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyat tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler.” (Münâzarât, s. 43)

Said Nursî, Ermenilerle dostça ilişki kurma ve ittifaka girme konusunda dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ölçüyü de şöyle ifade ediyor:

“Mütezellilâne (kendisini küçülterek, zillet içinde) dost olmak değil; belki (tersine) izzet-i milliyeyi muhafaza ederek musalâha elini uzatmak.”

Aydınların özür kampanyasına temel oluşturan fikrin, Ermenilerle empati ve dostluk kurmak olduğunu düşünmemek için bir sebep yok.

Ama bunu yapar ve barış elini uzatırken “izzet-i milliyeyi muhafaza etme” prensibini “ıskaladıkları” açık. Tartışma onun için bu hale geldi.

24.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır