"Gerçekten" haber verir 06 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Mehmet KARA

Üslupsuzluk



Mahallî seçimler yaklaştıkça partilerin “söz dalaşı” artık iyice şirazesinden çıktı. Millete örnek olması gereken siyasetçiler ağıza alınmayacak sözlerle birbirlerine yükleniyor. O kadar ağar sözler söyleniyor ki, burada yazmaktan imtina ediyorum.

TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın “Yarın birbirimizin yüzüne bakamayacağımız söz ve davranışlardan özenle kaçınmamız lâzım” ikazına da kulak asmayan parti genel başkanları her geçen gün ağızlarını daha da çok bozuyorlar. Hakaretler artınca da soluğu mahkemede alıyorlar.

Demokrasinin en önemli araçlarından birisi olan seçim kampanyalarında ne tür icraatlar yapacaklarını anlatmaktan ziyade, rakibini köşeye sıkıştırmak için belden aşağı vuruşlar yapıyorlar. Bu da millete kötü örnek oluyor. Bazı seçim büroları taşlanıyor. Adaylara olmadık tepkiler gösteriliyor.

Böylece bir tür de oyun oynanıyor. “Seçimler iki-üç parti arasında geçiyor” havasını veriliyor. Birbirleri ile söz dalaşına girerek, diğer partileri gözden kaçırmaya çalışıyorlar. Gazeteler ve televizyonlar da bu neviden atışmaları haber yaptıkları için seçime katılan diğer partiler görülmüyor. Bu seçimlerde “yandaş medya”yla da Türkiye tanıştı. İktidarı ve muhalefeti destekleyen medya grupları oluşturuldu. Herkes parti kendi yandaş medyasını mitinglere götürüyor. Bir tarafın yandaş medyasında yer alan bir haber diğer parti tarafından ağız dalaşında koz olarak kullanılıyor.

* * *

Bu söz dalaşı millete de kötü örnek oluyor. Bunun etkisine geçtiğimiz hafta şahit olduk. Bir parti otobüsüne binen, sonrasında da yaka-paça otobüsten indirilen çarşaflı bir kadını televizyon ekranlarında, gazete sütunlarında gördük. Tartaklanan hanımın aslında gerçekte çarşaf giymediği, aslında o partinin bir üyesi olduğu da ortaya çıktı. Görüldü ki, bu hanım, sözü geçen partinin çarşaf açılımını protesto etmek için bu yola başvurmuş. (Yaptığının bir “samimiyet testi” olduğunu söyleyen hanımın başına gelenlerden sonra açılımlar konusunda ne kadar samimi olunduğu da ortaya çıkmış oldu.)

Olay provokasyon da olsa çarşaflı kadına el kaldırılması, hele hele tartaklanıp, çarşafının açılmaya çalışılması, üstelikte tükürülüp hakaret edilmesi siyasetteki üslup seviyesinin nerelere kadar inebileceğini gösterdi. Bu açıdan ibretlik.

Aslında burada üzerinde durulması gereken, çarşaflı hanıma tüküren insanın “Bu kadın şu partili. Onu o partinin bilmem ne ilçesinde gördüm” dedikten sonra kolundan çekiştirmesi ve yüzüne tükürmesi siyasetteki üslupsuzluğun bir neticesi… Bundandır ki, uzmanlar, bu sert tartışmaların en kötü neticesinin tartışmaların sokağa inmesi olacağını söylerken, bütün liderleri de uyarıyorlar.

Demokrasi şöleni olması gereken seçim meydanlarının artık bu seviye düşüklüğünden kurtarılması gerekiyor. Siyasette her liderin bir üslubu olabilir ancak bu üslup incitici, küçültücü, hakaret içeren türden olmamalı. Elbette, seçimin bir kazanını olurken, kaybedeni de olacaktır. Bu da demokrasinin gereğidir.

Üslupta düşen seviye yükseltilmeli, halkın gerçek sorunları tartışılmalı.Burada önemli görev parti başkanlarına düşüyor. Çünkü, bu üslup Türkiye’ye yakışmıyor. Kimseye de bir şey kazandırmayacağı gibi ortamı geriyor, kötü örnek oluyor.

06.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Merkez partisi olmak



“AKP merkez sağı doldurmuştur ve kalıcıdır” iddiasını seslendiren Prof. Fuat Keyman, hemen sonra, bu hükümle çelişen bir değerlendirme ile devam ediyor:

“AKP gitse bile yerine gelen parti artık ANAP ya da DP türü bir parti olmaz.” (Vatan, 2.3.09)

Keyman’ın iki cümleye sığdırdığı hükümler çok iddialı, ama aynı derecede çelişkili ve sathî.

Bir defa, AKP’nin doldurduğundan bahsedilen “merkez sağ,” siyasetin hangi gerçeğine tekabül ediyor? “Merkez” ne, bunun “sağ”ı ne?

Siyaset literatüründe “merkez,” devlet ve ona hakim olan çekirdek kadroyu ifade ederken, toplum için “çevre” kelimesi kullanılıyor. Ve demokrasi, çevrenin merkezi etkileyip şekillendirebildiği sistemin adı olarak da niteleniyor.

Milletle devlet, çevre ile merkez arasındaki ilişkiyi sağlayan köprüler olarak tanımlanan partiler, güçlerini çevreden alıp, merkez adına uygulanan politikaları belirlemek için kurulurlar.

Ama bu, gerçek bir demokrasi için geçerli.

Türkiye örneğinde ise, çevreden aldıkları güç ve destekle iktidar olan partiler, daha sonra merkeze eklemlenir ve değiştirmeyi taahhüt ettikleri merkezin parçası ve aracı haline gelirler.

Keyman’ın kastı bu ise, bu kısır döngü AKP için de işledi. Hem de aldığı oyla orantılı şekilde.

Yani, ikisi genel, biri yerel olmak üzere, şimdiye kadar girdiği üç seçimde oylarını ne kadar arttırdıysa, o nisbette merkeze boyun eğdi AKP.

Özellikle kapatma dâvâsı sonrasında.

Önceki dönemlerde ise, merkezin güdümüne girmeyi kabul etmeyen demokrat iktidarlar, bunun bedelini üç darbeyle indirilerek ödediler.

80’li ve 90’lı yıllarda bu çizginin yine aynı duruma düşmeme kaygısıyla merkeze yanaşan politikalar izlemesi ise, çevreyle arasının açılmasına, halktan aldığı desteğin azalmasına yol açtı.

Sanıyoruz, özellikle 12 Eylül ürünü ANAP’ın sahneye çıkmasından sonra kullanılmaya başlanan “merkez sağ” tabiri, “orta sağ” olarak da ifade edilen ana kitleye hitap etme çabasındaki partilerin merkeze eklemlenme olgusuna; “merkez sol” da bunun ağırlıklı olarak CHP tarafından temsil edilen diğer ayağına tekabül ediyor.

İkisinin ortak paydası, devletin resmî ideolojisi ve kırmızı çizgileri. Ve bu durum, bir bakıma “partilerin devletleştirilmesi” anlamına geliyor.

AKP’nin geldiği nokta da bu. Ve şimdi Türkiye’de, çevrenin duyarlılıklarını merkeze yansıtacak ve gerek devlete, gerekse iç ve dış irtibatlı diğer güç odaklarına karşı milletin hukukuna samimiyetle sahip çıkacak bir parti boşluğu var.

Ama bu boşluğun lâyıkıyla doldurulması için, evvelâ kafa karışıklığına ve kavram kargaşasına yol açan merkez sağ ve merkez sol gibi tabirlerin terk edilip, “demokratlık” temelinde yeni bir siyasî terminolojinin geliştirilmesi gerekiyor.

Siyaseti merkeze bağlayan, onunla ilişkisine dayalı bir tanıma oturtan söylem artık bitmeli.

Onun yerine, partiler sözcülüğüne ve temsilciliğine talip oldukları toplumun talep ve beklentilerini önceleyip esas almalı, onları seslendirmeli ve politikalarını buna göre belirlemeli.

Yani, gerçek anlamda “halkın partisi” olmalı.

Ancak bu, CHP’nin, yıllardır üzerine yapışık duran, ama son dönemdeki “açılım”larıyla kurtulmaya çalıştığı izlenimi verir gibi olduğu “halka rağmen halkçılık” anlayışı tarzında olmamalı.

Siyasette halka dayalı bir kalıcılığın şartı bu.

Aksi halde, müdahale ortam ve süreçlerinin biriktirdiği öfke ve tepki patlamalarıyla konjonktürel rüzgârlar, son seçimlerde olduğu gibi büyük seçim “başarı”ları getirebilir; ama benzer şartların ters yönde tahakkuku halinde, seçmenin dün zirveye çıkardıklarını yarın kuyunun dibine indirmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Bu noktada önemli ölçülerden biri, iktidarken sahip olunan gücün, muhalefete düşüldüğünde de korunup korunamadığı. Ve AKP henüz bu kriter eksenindeki bir sınavdan geçmiş değil.

Dolayısıyla “AKP kalıcı” iddiası için erken.

06.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yüz puanlık soru



Hem çok renkli, hem de çok çelişkili bir ülkede yaşadığımız herkesin bildiği bir konu. Böyle olduğu için siyasetimiz de, siyasetçimiz de farklı. Tabiî ki farklı olan sadece siyasetçilerimiz de değil. Yeri geldiğinde ekonomistlerimiz de, ‘uzman’larımız da farklı olduklarını ortaya koyabiliyor.

Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğunu tarifte de ihtilâflar oluyor. Bazıları, tarif için de olsa “Türkiye Müslüman bir ülkedir” denilmesinden rahatsız oluyor. Hatta geçmişte bu konu en üst seviyede polemik konusu dahi yapılmış ve “Türkiye İslâm ülkesi değildir” diyenler olmuştu.

Elbette isim ve resimlerin değişmesiyle hakikatler değişmez. Türkiye’de yaşayanların neredeyse tamamı kendisini “Müslüman” olarak tarif eder ve mümkün olduğu kadar da Müslümanlığın ve İslâmın gereklerini yerine getirmeye çalışır. Bu gerekleri yerine getiremeyenler de yerine getirmek istediklerini ifade ederler. Böyle bir ülkeyi tarif ederken “İslâm ülkesi” denilmesi niçin bazılarını rahatsız eder, o da ayrı bir mesele.

Türkiye üzerine görüş beyan eden bazı siyasiler, ülkemizin diğer İslâm ülkelerinden farkını anlatırken “Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olup da seküler, demokratik, laik ve çağdaş bir cumhuriyet idaresine sahip olan sadece Türkiye vardır” derler. Bu tesbit bilhassa son yıllarda sıkça kullanılan bir slogan hâlini almıştır. Ancak bu tarif Türkiye’yi anlamak ve anlatmak için yeterli midir?

Bu tesbitle acaba şu mu anlatılmak isteniyor: “Türkiye, İslâm ülkeleri arasında en huzurlu, halkı en mutlu, yönetenler ile yönetilenler uyum içinde bir ülkedir.”

Anlatılmak istenen bu ise, bu tesbitin doğru olmadığı ortada. Türkiye’nin laikliği de, demokratlığı da tartışma götürecek nisbettedir. Anayasasında ve kanunlarında bu yazar, ama acaba bu konudaki uygulamalar dünya şartlarındaki gibi midir? Milletin seçtiklerinin ortalama her 10 yılda bir darbelerle alaşağı edildiği bir ülke ‘tam demokrat’ kabul edilebilir mi? Camilerinden ‘vergi hutbesi’ okunan bir ülke dünya şartlarında ‘laik ülke’ olarak kabul edilebilir mi?

Aslında şu soruya doğru-dürüst bir cevap lâzım: “Yaşayanların büyük çoğunluğu Müslüman olduğu halde, ‘İslâmın icaplarını’ yerine getirmekte sıkıntı çeken ve bunu her fırsatta ifade ettiği halde de bu şikâyetleri dikkate alınmayan, üstelik yöneticilerinin de Müslüman olduğu Türkiye’den başka bir İslâm ülkesi var mı?”

Hiç kimse, “Türkiye’de İslâmın icaplarını yerine getirmekte sıkıntı mı var? 70 bin cami açık, Kur’ân kursları da açık” demesin!

Bu konuda yaşanan sıkıntılar ‘bir’ değil, ‘bin’ dir! En çarpıcı olanı da, üstelik kanunsuz bir şekilde devam ettirilen başörtüsü yasağıdır. “Ne olacak, o kadarcık yasak da bir şey mi? Başlarını açıp okusunlar, hem bu konuda ‘fetva veren hoca’lar da var” diyenler olsa da bu konu Türkiye’nin halletmesi gereken konuların başında gelir.

Hayatî soru şudur: “Yaşayanların büyük çoğunluğu Müslüman olduğu hâlde, ‘İslâmın icaplarını’ yerine getirmekte sıkıntı çekilen ve bunu her fırsatta ifade ettiği hâlde de bu şikâyetleri dikkate alınmayan, üstelik yöneticilerinin de Müslüman olduğu ülke hangisidir?”

06.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Medya tahribini seyredenler



Yaşadığımız çağın tereddi veya bozulmasından dertlendiğinizde, bozulmanın geçmişten günümüze normal bir seyir takip ettiğini iddiâ edenler çıkacaktır. Fakat kitaplara, yazılı medyaya ve dergilere müracaat ile ilmî bir mukayeseye giriştiğinizde, her vicdan sahibinin şikâyetçi olduğu bozulmanın son zamanlarda bir yangın hâlini aldığını göreceksiniz.

Gençliklerini 1970’li yıllarında yaşayanlar, 80’li yıllardaki menfî gelişmeleri net değerlendirebilirler. Türkiye’nin demokratik yürüyüşünü durduran cuntanın üyeleri, üniversite bahçesindeki erkek-kız gayr-ı ahlâkî hallerini bir başarı olarak anlatıyorlardı. Yani birbirlerine kurşun sıkmıyorlar, muhabbet ediyorlarmış. Ülkenin idarî en üst noktasındaki bu gayr-ı ahlâkî duruş, zaman içinde şehirlerin varoşlarına kadar yansıdı. Özal’lı yıllarda, Türk milletinin dinî ve millî değerlerine düşman olanlarca başlatılan özel televizyonculuk, maalesef bu bozulmayı kırsal alanlara kadar taşıdı. Anadolu’daki köylere yol ve sudan önce elektrik direkleri dikildi ve devlet babanın cebinden her haneye birer tv hediye edildi. O meş’um günlerde, Özal’ın başbakanlığında Amerikalı prensler, “çağdaşlık” olarak tarif ettikleri bu yolda, epeyce yürümüşlerdi.

Türkiye’de ifade edilmeyen ve maalesef yaşanan bir husus var. Devlet ideolojisinin ana ilkelerinden birisinin sefahet olduğu, genellikle darbe sonralarında milletin kulağına adeta üflenir. Bilhassa kendilerini her yerde Kemalist olarak ilân eden bazı paşaların, alkolsüz, danssız ve kadınsız yapamamaları, onların hâkim oldukları dönemi tereddide zirveye çıkarıyor. Yakın zamanlara kadar—AKP iktidarına kadar—sefaheti, dinî hayatla mücadeleyi ve millî sembollerimizle şeâirimize düşmanlığı, Kemalist paşalara arkasını dayayan medya organları, bazı sivil toplum teşkilâtlarıyla bazı resmî kurumlar üstlenirdi. 28 Şubat ile başlayan süreçte, ülkenin siyasetçilerle giriştiği dış münasebetler, sefih kemalistleri düşmanlıkta geri bıraktı. Ulusal yerine uluslar arası programların, projelerin, kültürel faaliyetlerin ve enstitülerce dağıtılan paraların yardımıyla, Türkiye’nin ahlâken, ruhen ve bedenen tereddiye itilmesi daha dehşetli oldu ve oluyor. Birçok tv kanalı, radyo, gazete, dergi, internet sitesi ve çeşitli reklâm vasıtaları, Türk halkının bedenen ve ruhen bitmesi üzerinde adeta ittifak kurmuş görünüyorlar. Bu adi savaşın metod, usul, strateji ve alanlarının tesbiti geniş çalışmaların konusunu teşkil ediyor. İşin en vahim yönü, düne kadar dindar imaj ve formatlarda yayına başlayan muhafazakâr ve dindar medyanın da, bu bozulmaya yakalanmasıdır. Çoğu gayr-ı müslim olan büyük reklâm ajanslarının dümenine giren muhafazakâr basın; bazen dinî sınırlarını, ahlâkî ilkelerini ve millî menfaatlerini de göz ardı edebiliyor. Küresel ölçekte gelen bu büyük tereddi dalgasına karşı, ancak bu milleti idare edenler müdafaa edebilirler. Amerika ve AB’de bile, büyük insanî tahribata karşı milletini ve insanını koruma vazifesi, herkesten önce Başbakan, Millî Eğitim Bakanı, Sağlık Bakanı ve Aileden Sorumlu Bakanlara ait olsa gerek.

Neden?

Nikâh yolunu kapatan, evlilik dışı kadın-erkek ilişkilerini sıradanlaştıran, uyuşturucu müptelâlığını modern gösteren, geleneksel aile hayatını çağdışı ilân eden, millet olarak benimsediğimiz namus ve iffet mefhumlarının içini töre cinayetleriyle boşaltan bu küresel ahlâksızlık dalgasına, bu ülke ne kadar karşı koyabilir ki? Millete; hakkını, hukukunu, namusunu, şerefini, değerlerini, beden ve ruh sağlığını korumaya söz verenler, seçilmiş hükümetlerdir.

Mevcut hükümete kimlerin, hangi sâikle rey verdiğini herkes biliyor. Dindar, muhafazakâr, ahlâklı, millî menfaatlerine düşkün ve Türkiye’nin ezelî düşmanlarına düşman olarak milletçe bilindiklerinden, hükümete geçenlerin nezaretinde bulunan memleketimizdeki bu millî felâkete duyarsız kalmanın maddî ve manevî bedeli çok ağır olur. Bu millet, Balkan, Birinci Cihan, İstiklâl ve İkinci Cihan Harplerini yaşadığı halde böyle bir ahlâksızlık, dejenerasyon ve tereddi dalgasını yaşamamıştı. Durup dururken ülkeyi haricî cereyanların yaktığı dinsizlik, ahlâksızlık ve sefahet ateşlerine teslim etmenin mazeretini hiçbir hükümet üyesi izah edemez.

Haricî ve dahilî bazı menfaatler yüzünden hükûmet tedbir almada gecikir veya inisiyatif göstermezse, bin seneden bu yana Türk milletine Kur’ân’ın bayraktarlığını yaptıran Rabbimiz, dengeleri öyle alt-üst eder ki, siyaseti menfaatleri istikametinde takip edenler, çok büyük zararlara uğrarlar. Hem şimdiye kadar kazandıkları şeref ve namları kaybolur, hem de hükûmet yoluyla elde ettikleri menfaatleri kaybederler. Hem millet nazarında, hem Allah yanında zarara uğramış olanlardan olurlar. Bizden söylemesi...

06.03.2009

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

40. yılda, 40 yeni abone kampanyasına dâvet



YENİ Asya gazetesinin vefakâr, cefakâr, sadakatli, samimî, istikametli ve değerli mensupları ve okuyucuları!

22 Şubat 2009 Pazar günü, İstanbul Çemberlitaş FKM salonunda 40. Yıl kutlama merasiminde kalabalık, canlı ve coşkulu Yeni Asya ailesinin meydana getirdiği tablo karşısında, yönetim kurulu üyesi sıfatıyla 40 yıllık okuyuculara “beratlarını” takdim ederken, salonda bulunanların şahit oldukları kısa bir konuşma yapmış ve şöyle demiştim:

“Bu 40. yıl münasebetiyle başta aciz nefsim olarak sizlerle bir fikri paylaşmak istiyorum. O da şu: Madem ‘Nurun naşir-i efkârı’ gazetemizin yayına başlamasının 40. yılını idrak ediyoruz. O zaman geliniz, hepimiz şöyle bir karar verelim: Gazetemiz Yeni Asya için; her birimiz, ya 40 günde bir abone bulalım. Ya da bir yıl içerisinde veya hedefleyeceğimiz bir süre içerisinde 40 adet abone bulalım. Böyle bir kampanya başlatalım.”

Bu hatırlatmayla ilgili olarak—çoğu zaman olduğu gibi—ilk önce kendi nefsimden başlamaya karar verdim. O akşam programdan sonra, değerli yönetim kurulu üyemiz Hamza Kara Beyle, aylarca hasret kaldığım torunlarımı görmek üzere Zonguldak’a hareket ettik. Burada on gün kaldım ve bu yazıyı da son günümde Zonguldak’tan yazıyorum. Şahsî işim için geldiğim burada da boş durmamam lâzımdı, Elhamdülillâh bir günün dışında her gün ve her akşam hizmetlerimize ve derslerimize ara vermeden devam ettik.

Âcizâne prensip edindiğim, patenti bana ait olan “Otomatik Hizmet Devresi”ni (OHD) her yerde işletmeye çalışıyorum. “Nedir OHD?” derseniz. Boşluk kabul etmeyen kâinatın bu düsturuna uyarak, hiç boş durmadan mânevî hizmetleri ya düşünerek, ya zikrederek, ya işleyerek, ya yönlendirerek… vb. yapmaktır. Meselâ benim kendi uygulamam; mümkün olan her gün, en az üç kişiyi, “Allah rızası” için ücretsiz olan öğretmen hattımla aynı hatta sahip kardeşlerimi arayıp hâl hatır sormak, “hasbihâl” etmektir. Diğeri; iş yeri, otobüs, uçak, taksi, park, deniz vb. girdiğim her yerde ve mekânda, hemen on adet salâvat getirip oraya “Rahmet Peygamberinin” cazibesini çekmek ve orada “manevî bir manyetik” alan oluşturulmasına yardımcı olmaktır. Çünkü Hz. Peygamber (asm), meâlen “Benim için getirilen her salâvatı bizzat ben alırım” buyuruyor. Bunun içindir ki, salâvat getirilen her yerde onun manevî temessülâtının tecellisine sebep olmak gibi bir inanç ve tatbikat içindeyim.

İşte bu uygulamadan olarak, o gün İzmir’in bir ilçesindeki bir öğretmen kardeşimi arayıp hâl hatır muhabbetinden sonra gazete alıp alamadığını sordum. Kardeşimiz bana bir türlü gazeteyi bayiye getirtemediğini, onun için de internetten ancak gazeteyi takip edebildiğini söyledi. Bunun üzerine kendisine bulunduğu yerdeki bayinin kod numarasını almasını, bana veya gazetemiz abone müdürü Saim Çelenli Beye bildirmesini söyledim. Bu konuda mutabakata vardık. Ben de Saim Beye durumu ileterek, kardeşimizin GSM numarasını verdim. Böylece OHD uygulamasıyla o günkü halis niyetimiz çakışmış oldu ve 40. yılda 40 abone kampanyamızın ilk abonesini bulmuş olduk.

O gece Zonguldak’tan Ereğli’ye derse giderken, bu telefon konuşmalarına şâhit olan bir arkadaşımız kaç zamandan beri bayiye gazetemizi getirtemediğini söyledi. Ona da bayi numarası ve adresini vererek, abone olmasına vesile olduk biiznillah. Tabiî bu arkadaşımızı da abone yapınca bizim “A planı” olan 40 günde bir abone kampanyamız böylece devreden çıkmış oldu. Bunun yerine “B planı” olan yıl boyunca 40 abone bulma plânı devreye girdi. Şu anda bu plânı uygulamaya koydum.

Birkaç gün önce DP Genel başkanı Süleyman Soylu Zonguldak’a, partisinin belediye başkanı ve il genel meclisi üyesi tanıtımına, “aday tanıtım” törenlerine gelmişti. Gazetemiz adına bu faaliyetleri takip etme fırsatımız oldu. Bu faaliyetler çerçevesinde genel başkanın konuşmasını dinlerken, katılımcılara yaptığımız Yeni Asya misyonu değerlendirmesi çerçevesinde, oradaki bir partili: “Benim iş yerime de gazetenizi gönderin” dedi. Böylece 3. abonemizi de yapmış olduk. 2009 yılı için bu “OHD Abone Kampanyası B plânı” çerçevesinde, geriye kaldı 37 adet gazete, 9 ay veya 302 gün. Hedef, 31 Aralık 2009 akşamına kadar 40 tane yeni aboneye ulaşmak. Bana bu konuda da yardım edin ve hedefimize ulaşalım İnşaallah. Allah hepimizin yar ve yardımcısı olsun. Ben çetelemi tutmaya başladım. Darısı sizlerin başına. Hadi size de kolay gelsin!

06.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Nur hareketi siyasî değil, uhrevîdir



Aytunç Altındal ve zihindaşları, yani Kemalist, müstebit, seküler, dayatmacı rejimi destekleyenler, karşıt bütün hareketleri, kendileri için tehlike olarak görürler. Bunu da, kendilerine değil, devlete, cumhuriyete yönelik diye lanse ederler! İnanç, fikir hürriyeti ve demokrasiyi de benimsemedikleri için, başka düşüncelere hayat hakkı tanımazlar. Herkes, hatta, inançsız için de inanç ve fikir hürriyeti isteyen Risâle-i Nur Hareketini, yani Nurculuğu da dünyevî ve siyasî bir hareket olarak karalamaya çalışırlar. Oysa:

Risâle-i Nur’un mesleğinde hizmet; maddî güç, siyaset, iktidar yoluyla değil, Kur’ân nurları, iman yolu ve ihlâsla yapılır. Yani, Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran “deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin” fitnelerinin siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla durdurulabileceğinin şuuruyla hareket etmektir.1

Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayandığından2 îman ve Kur’ân hizmeti, maddî ve manevî hiçbir makama basamak yapılamaz.3 Zira, Nur hareketinde hedef dünyayı değil, ahireti kazanmaktır.4

İman, herkesin malıdır. Müslüman grup ve taifelerinin herbirinde muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alınır.

Nur hizmetkârlığı, yani iman hizmeti gizlenmez. İhfa (gizleme) ve havf (korku); riyâdandır. Farzda riyâ yoktur.5 Yani, farz ibadet ve emirler açıktan ifa edilir, yerine getirilir. Bundan dolayıdır ki, Nur hareketinin bütün faaliyetleri göz önündedir. Bediüzzaman Said Nursî’nin özel hayatı da 35 sene boyunca resmî memurların ve halkın gözü önündeydi. Hiçbir menfî olay ve siyasî emel gütmediği ve hareketi içine girmediği apaçık görülmüştür.

Şahısların değil, hakkın hatırını yüksek tutmak; hiçbir hatıra fedâ etmemek gerekir.6 Yani, ister iman, ister ibadet, ister ictimaî-siyasî mevzular olsun; şahıslar kırılır, darılır, hoş karşılamaz diye anlatmazlık etmemek; hakikati olduğu gibi ve dosdoğru anlatmak, yansıtmaktır. Ki, Bediüzzaman, “Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, ‘Hak budur’ derim, başımı eğmem” der.7

Risâle-i Nur mesleği şevk, merhamet, şefkat, feragat ve fedakârâne isâr hasletiyle (başkalarını kendi nefsine tercih etme) hizmeti gerektirir. Hizmet ise, “Dine meylettirmek ve iltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve dini vazifelerini hatırlatmaktan”8 ibarettir. Yoksa, sonuç almak değil! Yani, dini hizmetlerde bile, illâ sonuç almak ve inanılan değerleri maddî güç ve siyasî yolla iktidara taşımak değildir…

Risâle-i Nur mesleği, “Hubb-u cah (makam, mevkî sevgisi), havf (korku) damarı, tama (aşırı açgözlülük, geçim noktasında hırs), asabiyet/milliyetçilik damarı, enaniyet, tenperverlik” gibi şeytanî desiselerden uzak durmayı gerektirir. Tıpkı Peygamberimizin (asm), kendisine yapılan mal, mülk, mevki makam tekliflerini ve varisi Bediüzzaman’ın, yine kendisine teklif edilen milletvekilliği, maaş, köşk, genel vaizliği reddetmesi gibi. Nur meslek ve meşrebi, onları örnek almayı gerektirir.

Nur mesleğinde deccal ve yandaşlarına karşı asla muhabbet beslenemez, besletilemez. Bilâkis mahiyeti ortaya konur ve bunun için mücadele edilir. Ki, Bediüzzaman, “Mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüğünü”9 ifade ederek başta 5. Şuâ olmak üzere Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde açıkça ismini de verir. Keza, bütün mekteplerde, dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın sevgisinin telkin edildiğini; oysa onun mahiyetinin ne olduğunu anlatmak uğruna binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuz düşeceğini belirtir.10 Demek deccalı övenler ve muhabbet besletenler; Risâle-i Nur meslek ve meşrebiyle temelden ters düşerler. Zira, İslâma, maneviyâta, dine, dindarlara baskı, hücum, getirilen yasak ve engeller deccal adına ve geliştirdiği sisteme dayandırılıyor!

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayatı, s. 131.;

2- Kastamonu Lâhikası, s. 183.;

3- Hizmet Rehberi, s. 86.;

4- Emirdağ Lâhikası, s.455.;

5- Hutbe-i Şamiye, s. 131.;

6- Münâzarât, s. 49;

7- Sözler, s. 716.;

8- Sünûhat, s. 67.

9- Şuâlar, s. 514.;

10-Şualar, s. 298-299.

06.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ın inayet ve himayesini hissetmek



Birgün Hz. Ebû Bekir (ra) Allah Resûlüne (asm) sormuş: “Ya Resûlallah, sabah ve akşam okuyabileceğim bir duâ ve tesbih öğretir misiniz?”

Allah Resûlü de (asm), “Şöyle de!” buyurarak şu meâldeki duâyı tavsiye etmiştir: “Ey gaybı ve şehadeti bilen Allah’ım! Ey gökleri ve yeri yaratan! Ey her şeyin Rabbi ve Sultanı! Ben şehadet ederim ki Senden başka ilâh yoktur. Nefsimin şerrinden Sana sığınırım. Şeytanın ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım.”

Bu duâ o kadar önemliydi ki Allah Resûlü (asm), Hz. Ebû Bekir’e sabaha ve akşama eriştiğinde ve yatağına girdiğinde bu duâyı okumasını öğütlemişti.1

Başka bir zaman da Allah Resûlü (asm) Sahabîlerine sabaha ve akşama eriştiğinde kişi “Radîtü billâ Rabben ve bi’l-İslâmi dinen ve bi Muhammedin nebiyyen” (Rab olarak Allah’a, din olarak İslâma, peygamber olarak da Hz. Muhammed’e razı oldum) derse, Kıyamet gününde Allah’ın o kulunu razı etmeyi Kendine bir vazife bildiğini belirtir.2

Resûl-i Ekrem’in (asm) sabah ve akşam yapılmasını tavsiye ettiği duâlardan birisi de şu meâlde: “[Sabahleyin] Allah’ım, Senin lütuf ve kereminle sabaha erdik. [Akşamleyin] Senin lütuf ve kereminle akşama ulaştık. Senin verdiğin hayatla yaşarız. Senin iradenle ölürüz. Dönüş de ancak Sanadır.”3

Sabah ve akşam Kâinatın Efendisinin (asm) şöyle bir duâ yaptığını da biliyoruz: “Allah’ım, ben Senden dünyada ve ahirette af ve âfiyet diliyorum. Allah’ım, dinim, dünyam, aile efradım ve malım hakkında Senden af ve âfiyet dilerim. Allah’ım, ayıplarımı ört, altından kalkamayacağım belâlardan beni emin kıl. Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, tepemden gelecek belâlardan da koru! Alt tarafımdan gelecek belâlardan da Sana sığınıyorum.”4

Allah Resûlü (asm): “Kim sabahleyin evden çıkarken, ‘Bismillâhi tevekkeltü alellah velâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ (Allah’ın ismiyle yola çıkıyorum. O'na güvenip dayandım. Hayırlı işlerde muvaffakiyet ve günahlardan kaçınabilme ancak O'nun verdiği güç ve kuvvet sayesindedir) derse, ‘Sana doğru yol gösterildi, ihtiyaçların karşılandı, her türlü belâ ve felâketten korundun’ denilir ve şeytan da ondan uzaklaşır.”5

Bu tür duâlara ne kadar muhtacız.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavat: 14.

2- İbni Mace, Duâ: 14.

3- A.g.e.

4- A.g.e..

5- Riyazü’s-Salihîn, 1:119

(Ebû Davud, Tirmizî ve Neseî’den).

06.03.2009

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Mart'ın ilk haftası



İkaz ve hatırlatma babındaki ay ve haftalara; havaya, suya ve toprağa düşen cemreler gibi girdik. Çok yüklü ve çok anlamlı haftalar... Mart’ın ilk haftası, Türkiye’de “Yeşilay Haftası”. İnsanları ve bilhassa gençleri tarumar eden “zararlı alışkanlıklar”la mücadele için 1920 yılında ve İstanbul’da münevver ve mütefekkir ilim adamları bir araya gelip, 5 Mart 1920 tarihinde kurduklara cemiyete, “Yeşil hilâl” mânâsına gelen “Hilâl-i Ahdar” adını vermişlerdir. O tarihten itibaren devam edip gelmiştir. 1950 öncesi akamete uğrasa da 1950’den sonra yine geniş mânâda bu görevler yapılmaktadır. Fakat ne kadar yapılıyor? Ayrı bir tartışma şeklidir ve lüzumludur.

Çoklara ders, ibret ve doküman olsun diye kurucu üyelerini takdim etmeyi bir vefa borcu görmekteyim. Esasında bu kurucu üyelerin her birisinin tek tek hayatının incelenmesi ve sene-i devriyeleri yapılması lâzımdır. Fakat çok kişiler kendilerini anlatacaklar diye bu muazzam insanları ve bu himmet kahramanlarını bazen unutmaktadır ama biz unutmayacağız ve unutturamayacaklar. Nesilden nesile ancak böyle intikal eder. Gençlere ders mahiyetinde örnek kişilerdir onlar. O günlere gitmek, o günkü şartları bilmek ve kıyas yapmak elzemdir.

Gönüllerde ma’kes bulup yaşayan ve daima alkış ve duâ alan kurucu üyeler şunlardır: Ord. Prof. Mazhar Osman Uzman, Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Bediüzzaman Said Nursî (Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye Azâsı), Dr. Şükrü Hazım, Eşref Edip, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dr. Hacı Emin Paşa, Haydarizade İbrahim (Şeyhü’l-İslâm).

Bu hafta kim ne derse desin, çok mekânlarda sigara yasağı ve zararları, ardından da alkol ve uyuşturucu hakkında derin malûmatlar verilecek ve faaliyetler yapılacaktır. İnşallah bu sene yeni çıkan yasalar mucibince de, daha geniş bir çerçevede deruhte edilmeli ve edilecektir. Fakat atalarımızın “Balık baştan kokar” tesbiti manidar ve marekaverdir. Çünkü elimizdeki tesbitler düşündürücüdür ve bir ders-i ibret babında buraya nakletmek istiyorum.

Hacettepe Halk Sağlığı Vakfı tarafından 2 bin 503 kişi üzerinde yapılan araştırmada ortaya çıkan çarpıcı bilgilere göre, en çok sigara içen meslek gruplarının başında gazeteciler geliyor. Bunu öğretmen, sanatçı ve doktorların takip ettiği görülmüştür.1 Neden ürkütücü? Çünkü gençlere model ve örnek olabilecek meslek gruplarında sigara içme oranı yüksek. Çünkü, bir konferansımda, sigara içen 100 kişi üzerinden yaptığım ankette talebelerin yüzde 82’si: “Bizi sigaraya teşvik eden, anne-baba ve öğretmenimizdi. Eğer kötü olsaydı onlar içmezdi, biz onlara aldandık” demekteydiler. Şimdi bu babda doktor, gazeteci, sanatçı da ön plana çıkarsa, işin vahameti daha da artmaktadır.

7 milyarlık büyük dünya ailesinde yılda 56 milyon kişi ölmektedir. 5 milyonu sigaradan. Türkiye’de ise 200 bin civarında sigaradan ölmekte. Bunun 40 bini de, duman altı tâbir edilen pasif içiciler. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) tesbiti ise “Sigara içmeden dolayı veya dumanından ötürü her 8 saniyede bir insan ölmektedir.”

Bu ve buna benzer tesbitlere bazı vurdumduymazlar burun bükmekte ve bazıları neredeyse karşı gelmektedir. Onlara dedim; öyle ise gelin bütün tıp fakültelerini ve sağlık kuruluşlarını kapatalım ve doktorların da diplomalarını yırtalım. Madem ki; insan olarak ve akıl taşıyan bir varlık olarak bunları yapmamız mümkün değil. Öyle ise doğrularda buluşmanın ve yangının olduğu yerlere su dökmenin potansiyelini oluşturalım. Başka çıkış yolu yok. Tek bir çıkış yolu var! O da A’raf Sûresi 31. âyet: “Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 25 milyon kişinin sigara içtiği bir ülkede bu âyete çok muhtacız.

Dipnot:

1- Tercüman gazetesi

06.03.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Ölçü



Makul ve anlaşılır prensip ve ilkelere sahip olan İslâmiyet, sürekli bir biçimde ölçülü ve dengeli olmamızı öngörmüş ve her türlü dengesizliği yasaklamıştır.

Her şeyin gereği ve değeri kadar önemsenmesini isteyen dinimiz uç davranışları tasvip etmemiştir. Başka bir deyimle her konuya önem sırasına göre bakılmasını ve aynı sıralamayla önemsenmesini karar altına almıştır.

Bu yüzdendir ki; farz, vacip, sünnet ve müstehap gibi sıralamaların yanı sıra mekruh, haram ve benzeri derecelemeler de öngörülmüştür. Hatta mekruh bile kendi arasında helâle veya harama yakınlık bakımından sıralamaya tabi tutulmuştur.

Buna göre, dengeli ve ölçülü olma hususu her alanda aranır. Hatta âhenk ve estetiğin gereği de budur. İdealler ile gerçekler, akıl ile ruh, haklar ile ödevler ve madde ile mânâ arasındaki denge korunmadığı takdirde ifrat ya da tefrit kaçınılmaz olur. Tutarsızlıklar her tarafı kuşatır.

Oysa asıl güzellik, uyum ve dengede saklıdır. Hangimiz—altından da olsa—bir metre uzunluğunda bir dile veya—inciden de olsa—yarımşar metrelik dişlere sahip olmak ister? Beden estetiğimizdeki bu durum gibi manevî hayatımızda da ölçü ve dengeden uzak durmamamız gerekir.

Günlük ibadetler konusunda çok titiz olan birisinin—Allah’ın şiddetle yasakladığı—kul hakkına tecavüz hususunda ihmalkâr davranması ve helâl-haram demeden pervasız davranması nasıl açıklanabilir? Çok despot bir hayat ve anlayışa sahip olmanın yanı sıra talî ve sıradan bir âdâpla kurtulacağını düşünen kimseyi anlamak gerçekten zordur. Amansız kanser hastalığına karşı bir parmağı pansuman etmeye benzeyen bu durum karşısında çok duyarlı olunması gerektiğini vurgulamak gerekir.

İşlediğimiz bir hata yüzünden ümitsizliğe kapılıp yüce Allah’ın engin rahmet ve müsamahasını unutmak yanlış olduğu gibi; laubalice bir tavır ve yaklaşım içerisinde her türlü rezaleti işleyip kulluk görev ve sorumluluğunu unutmak da son derece yanlıştır.

Normal günlük yaşantımızda bile bu ölçüye dikkat etmemiz gerektiğini hatırlamamız lâzımdır. Meselâ, herhangi bir insanı övme ya da tenkit etme konusunda son derece titiz ve dengeli olmak durumundayız. Kutsallaştırmaktan uzak durmamız gerektiği gibi yerin dibine geçirmekten de kaçınmak zorundayız. Hatta her insanın hem doğru hem de yanlış yapabileceği düşünülerek, değerlendirmelerin “insaflı” olması lüzumuna işaret edilmesi gerekir. Oysa bazen bir insana öyle yükleniriz ki, iflâh olmaz bir değerlendirmeye tabi tutarız; hatta daha sonra yaptığımız değerlendirmenin yanlışlığını fark etsek de artık ona bakacak yüzümüz kalmaz. Bazen de öyle yüceltiriz ki, daha sonra aşırılığımızın farkına vardığımızda hayıflanacak durumlara düşeriz.

İslâm anlayışında dünya ile âhiret arasında da tam bir denge söz konusudur. Ne dünya adına âhiret, ne de âhiret adına dünya terk edilemez. Dünyaperestlik söz konusu olmadığı gibi ruhbanlık da söz konusu değildir.

Yıl boyu ibadet edeceklerini, bütün geceleri ihyâ edeceklerini ve çoluk-çocuğu bir kenara bırakıp kendilerini bütünüyle Allah’a adayacaklarını belirten sahabilere, Hz. Peygamber’in (asm) müsaade etmediği, dengeli olmaları noktasında onları uyardığı ve kendi yaşantısını örnek gösterdiği bilinen bir husustur.

İslâm’ın öngördüğü, orta yoldur. Yani, aşırılık ve gevşeklikten uzak, her şeye hakkını veren ve her şeyi kendi standartları içerisinde değerlendiren bir anlayış… Bir hata yüzünden bütün güzellikleri silmek doğru olmadığı gibi, başıboş bir tavır sergilemek de yanlıştır.

Ölçülü, dengeli ve tutarlı olmamız dileğiyle…

06.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla