"Gerçekten" haber verir 05 Mayıs 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Kazım GÜLEÇYÜZ

ŞEFKAT KAHRAMANI ANNEM



6 Eylül 2004 Pazartesi günü, sabah namazına hazırlanırken Hakkın rahmetine kavuşan babamın vefatıyla yetim kalmıştık.

6 Eylül 2004 Pazartesi günü, sabah namazına hazırlanırken Hakkın rahmetine kavuşan babamın vefatıyla yetim kalmıştık.

27 Nisan 2009 Pazartesi öğleden sonra da annem, 83 yıldır taşıdığı can emanetini Sahibine teslim edip, vatan-ı aslînin ilk menzili olan berzah âlemine uçtu. Yetimlerini öksüz bırakarak.

Aslında geçen yıl 12 Şubat’ta kısmî felç geçirdikten ve bilhassa geçtiğimiz 8 Nisan’da yoğun bakıma alındıktan sonra beklediğimiz birşeydi.

Rabbimiz, hastalık safahatını tedrîcen ağırlaştırarak onu da, bizi de bu duruma hazırlıyordu.

Ancak her ne kadar böyle “beklediğimiz” ve “kendimizi hazırladığımız” bir durum olsa dahi, sarsıldık. Sarsılmamak da mümkün değil zaten.

(Arada, kayınbabamız Hakkı Yavuztürk’ün 5 Ocak 2007’deki vefatı da zincirin bir halkası...)

Yazımızın, kabir âlemine göçmüş bütün annelere bir kez daha rahmet, hayattakilere de uzun, sağlıklı, hayırlı ömür dualarına vesile olması dileğiyle, biraz annemizden bahsedelim.

Kuşağına mensup diğer birçok anne gibi, zorluk ve mahrumiyetler içinde geçen, ama asla halinden şikâyetçi olmadığı imanlı, sabırlı, mütevekkil ve kanaatkâr bir hayat yaşadı annemiz.

Rahmetli babamın her türlü dünyevî hırstan uzak, ama helâl çizgide kalma noktasındaki ısrarlı duruşuyla tam bir uyum içerisinde, maddî yokluklardan manevî zenginlikler üreten mutlu bir aile atmosferinin oluşmasına katkı sağladı.

Bunda, Yaratıcımızın ilâhî bir mevhibe ve kesintisiz bir manevî güç kaynağı olarak her anne gibi onun da fıtratına yerleştirdiği şefkatin, hiç şüphe yok ki, son derece önemli bir rolü vardı.

Kendi çocukluk ve gençliği, benzerine çok az rastlanır bir dramla geçmiş; bir kısmını hiç göremediği ağabey ve ablalarının tümünü küçük yaşlarda berzaha uğurlamanın hüznünü ve kardeşleri hayatta olmayan yalnız bir çocuk-genç kız olarak büyümenin burukluğunu yaşamıştı.

Şartlar, okuyup tahsil yapmasına imkân vermemişti. Latin harfleriyle okuyup yazmayı bilmezdi. Ama son günlerine kadar Kur’ân’ı, Cevşen’i, günlük dualarını okumayı ihmal etmedi.

Üstad, dokuz yaşından sonra dünya gözüyle göremediği annesinden söz ederken, onun verdiği derslerin, fıtratında, adeta maddî vücudunda çekirdekler gibi yer ettiğini söyler. Bu, herkes gibi bizim için de geçerli. Meselâ her gece yatarken 21 Besmele okuma telkinini, çok küçük yaşlarda annemden aldığımı hatırlıyorum.

Annem, kısmî felçle hareket kabiliyetinin kısıtlı hale geldiği güne kadar, bir ânını bile boşa geçirmeyen bir dinamizm içindeydi. Her zaman yapacak bir iş bulurdu. Ev temizliği, mutfak işleri, diğer günlük meşguliyetler bittiğinde, artık giyilmez hale gelen eski elbiseleri kesip biçerek, orijinal seccadeler ve minderler haline getirirdi.

Kıt imkânlardan maksimum faydalar üretme pratiğinin çok güzel örneklerini vererek, israf ve gösteriş tüketimi sebebiyle bir türlü krizden başını alamayan “modern aile”lere en sağlıklı çıkış yolunu fiilen gösteren annelerimizden biriydi.

Kısmî felçten iki ay önce, 2007 Aralık’ında Avustralya Nur Vakfının daveti üzerine eşimle birlikte bu kıtaya gitmemiz icab ettiğinde, çocukların başında durmak üzere İstanbul’a geldi.

Ve daha sonra, bir daha gelmek nasip olmadı.

İlâçlar ve fizik tedavi ile kısmen toparladı, ama eski haline dönemedi. Her ne kadar bunu iman ve tevekküle dayalı bir rıza ile karşıladı ise de, o zamana kadar hep hareketli ve çalışkan yaşamış bir insan olarak, bu duruma alışamadı.

Derken, nefes alıp vermede zorlanır hale gelince hastanede yoğun bakıma alındı; nisbeten düzelir gibi oldu, ama bu iyileşme kalıcı olamadı.

Son gece son söz olarak önce “anne,” ardından “Allah” diye seslendikten saatler sonra Rabbine, annesine, babama ve diğer sevdiklerine kavuştu.

Şimdi, feyizli bir cemaatin teşyîi ile defnedildiği, Kütahya’ya hakim Ahi Erbasan kabristanındaki âsûde menzilinde haşri ve bizi bekliyor.

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Kabine değişikliği



Kabinede beklenen revizyon geç de olsa gerçekleşti. Yirmi iki Temmuz seçimlerinden sonra genel kanaat kabinenin değişeceği yolunda idi; ama büyük ölçüde aynı isimlerle yerel seçimlere kadar gelindi. Yerel seçimler birçok yönüyle üzerinde düşünülmesi gereken mesajları vermişti. Başbakan bu değişiklerle son seçimleri iyi okuduğunu, verilen mesajları gördüğünü göstermek istedi.

Kabinenin başarısı, isimlerin ne derece isabetli olup olmadığı ilerleyen günlerde belli olacak. AKP, yakın zamanda sivil anayasa, Kürt meselesi ve ekonomik kriz gibi derin meselelerle tekrar yüzleşecek. Seçim öncesinde bu meselelerde temel hatalar yapan AKP’den açıkçası büyük bir atılım beklemek fazlaca iyimserlik olur. Meselâ sivil anayasa konusunda tren maalesef kaçtı. Anayasa konusunda kısmî rötuşlarla beklentilere cevap verilmeye çalışılacak. Genel seçimlerde tekrar halktan oy istenerek tüm problemlerin halledileceği sözü verilecek, kısır döngü devam edecek.

Kabine değişikliğinde beni en çok şaşırtan Millî Eğitim Bakanlığı’yla ilgili değişiklik oldu. Hüseyin Çelik, birçok yönüyle tartışılan bir isimdi. Gelişen teknolojiyi eğitim camiasına mükemmel bir biçimde uyarladı. Bu olması gerekendi. Ancak, temel meselelerde hep geri adım atan, önemli işleri çözemeyen Çelik, tavırlarıyla ve genelgeleriyle son dönemlerin en sevilmeyen millî eğitim bakanı oldu. Meslek liseleri, katsayı, YÖK, vb. temel meselelerin hiçbirini halledemedi. Bir adım ileri, iki adım geri attı. Ben yaptım oldu, uygulamaları eğitim camiasının birçok açıdan yaralanmasına yol açtı. Hülâsa, ardında devasa problemler bırakarak bu görevden ayrılmış oldu.

Başbakan’a ve eşi Emine Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen Nimet Çubukçu, Türkiye’nin ilk kadın Millî Eğitim Bakanı oldu. Çubukçu’nun ismi Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında da geçmişti. Hukuk kökenli olan Çubukçu eğitim camiasına ve problemlerine uzak biri. Millî eğitimin birikmiş, kronikleşmiş problemlerinin altından kalkacak isim olabilir mi? Çok zor. Mehmet Sağlam’ın bu göreve davet edilmeyişinin altında ne olabilir? Başbakan, eğitim camiasının meselelerini iyi bilen, deneyimli, donanımlı ve popüler bir ismi neden tercih etmedi? Sağlam, Hüseyin Çelik’in geri adım attığı meseleleri yeniden tartışmaya açacak tek isimdi. AKP’nin konjonktür siyaseti ise buna uygun değil.

YENİ BAKANI BEKLEYEN

PROBLEMLER NELERDİR?

İmam Hatip meselesi demeyeceğim; ama katsayı meselesi adaletsiz olarak gençlerimizin hakkının gaspına devam ediyor. Liselerin on iki yıla çıkarılması yeni problemleri beraberinde getirdi. Yeni hazırlanan müfredattan disiplin yönetmeliğine kadar birçok düzenleme ihtiyaca cevap vermiyor. Çocuklarımız, gençlerimiz manevî değerlerini tanımadan büyüyor. Meslek liselerinin problemleri sürekli artıyor. Bunlara bir de genel liseler eklendi. Devlet yaptığı uygulamalarla genel liseleri gözden çıkarmış izlenimini veriyor. Buradaki öğretmenlere öğretmenlikten ziyade bekçilik görevi yükleniyor. Öğretmenlik mesleği her geçen gün değerini yitiriyor, öğretmenliğin itibarı ayaklar altına alınıyor.

Yiğit düştüğü yerden kalkar. Osmanlı’nın yenileyemediği eğitim sistemi, belimizi kıran cehalet imparatorluğun çöküşünün temel nedenlerindendi. Çağdaş eğitim sloganıyla yola çıkan Cumhuriyet projesi, eğitimin en temel yönü olan manevî değerleri bir kenara atarak ideolojik unsurları içeren anlayışıyla yeni nesillerin ruhunu yitirmesine yol açtı. Bugün her alanda yaşadığımız problemlerin tamamında bu ruhun eksikliği, yaşadığımız kimlik bunalımı hissediliyor. Bunu temel problem olarak görmeden işe başlayan millî eğitim bakanlarının baştan yanıldıklarını söylemekte fayda var. Yeniden ayağa kalkılacaksa, eğitim meselesi öncelikle halledilmelidir. Yeni Millî Eğitim Bakanımıza, tali meselelerden ziyade işin özüne eğilmesini tavsiye ederiz.

05.05.2009

E-Posta: [email protected]





Faruk ÇAKIR

Kendi kendine mi oldu?



Kâinatı yoktan var eden bir ‘Yaratıcı’nın varlığını inkâr eden anlayış öyle hallere düşüyor ki, şaşmamak ya da bu anlayışı seslendirenlere acımamak mümkün değil.

‘Yaratma’ fiilini sebeplere ya da tabiata vermek onlar için ‘akıl içi,’ “Allah yarattı” demek ise ‘akıl dışı!’ Asıl ‘akıl dışı’ olanın, ‘yaratma, yoktan var etme’ fiilini; şuursuz tabiata, elsiz sebeplere ya da yaratılanın ‘kendisine’ vermek olduğunu niçin anlamak istemezler?

Geçtiğimiz Pazar günü yapılan “Devlet Parasız Yatılılık ve Bursluluk Sınavı”nda sorulan bir soruda doğru cevap şıkkı olarak “Evreni (Kâinatı) Allah yarattı” anlamı çıktığı için birileri itiraz etmiş. Konuyu gündeme taşıyan gazetede, “Dün yapılan (...) sınavda öyle bir soru soruldu ki, on yıllardır binlerce bilim adamının arayıp da bulamadığı evrenin yaratılış sırrının yanıtı bu soruda gizliydi” denilmek suretiyle güya ‘doğru cevap’ alay konusu yapılmak istenmiş. (Vatan, 4 Mayıs 2009)

Doğrudur, kâinatın yaratılışıyla ilgili sorular, insanlığın, var olduğu günden beri ilgisini çekmiş, ilim ve fikir adamları bu ‘müthiş ve müşkil sorulara doğru cevaplar aramıştır. Ancak bu sorulara ‘doğru cevapların bulunmadığı’ iddiası doğru değildir. ‘Hikmet nazarı’yla kâinata bakanlar, onu Allah’ın yarattığını bilmiş, keşfetmiş ve öyle de inanmıştır. Bu inanç sadece ‘Müslüman ilim adamları’na mahsus bir inanış değil, aksine çok sayıda Avrupalı ilim adamı da üstelik Müslüman olmadıkları halde aynı kanaate sahip olmuşlardır.

Aslında bu yayınlar, gözden uzak tutulan bir tartışmayı gündeme taşıması bakımından önemlidir: Günümüz şartlarında bütün çalışmalar ‘imanı kurtarmak’ üzerine teksif edilmelidir! Çünkü inançsızlık ve inkâr ‘ilim’den gelmektedir. Zaten Kur’ân’ın da ağırlıklı olarak ‘iman’ üzerinde tahşidat yapması bundan değil midir?

Yeni gibi gösterilen bu tartışmalar aslında çok eskilere dayanıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında verilen eğitim başta öğrenciler olmak üzere bütün milleti büyük ölçüde ‘şüphe’ye düşürmüş ve ‘tabiat yarattı’ yalanına inanılması istenmiştir. “Tabiat yarattı, kendi kendine oldu, sebepler yarattı” gibi küfrü hatıra getiren kelimeler maalesef günlük hayatımızda dilimize musallat olmuş durumda. ‘Masum’ gibi görünen bu kelimeler, dikkat edilmezse insanları inkâr bataklığına sürükleyebilir.

İşte tam da bu sebeple Bediüzzaman Hazretleri, “Tabiat Risalesi”ni telif etmiş ve bilhassa gençlerin bu inançsızlık bataklığına sürüklenmesine mani olmuştur. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle On Yedinci Lem’anın On Altıncı Notası iken, ehemmiyetine binaen, Yirmi Üçüncü Lem’a olarak neşredilen bu risale, tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr ü zeber ediyor. “Evreni (kâinatı) Allah yarattı” cevabından rahatsız olanlara karşı biz de “Tabiat Risalesi okuma kampanyası” açsak yeridir. Çünkü zerreden güneşlere kadar ‘var’ olan her şeyi “Bir olan Allah”ın yarattığını” günümüz insanına en güzel şekilde bu eserle ispatlanabilir.

“Evreni (kâinatı) Allah yarattı” cevabından rahatsız olanlar; kâinatın kendi kendine ya da sebepler eliyle yarattıldığını mı söylemek istiyorlar? Bilinsin ki, gözünü kapatan kendine gece yapar!

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Akrepsiz, yelkovansız ülke



Yazımı yazmak için bir word belgesi açtığımda, o bom boş duran beyaz sayfa çok farklı hislere sürüklüyor beni. Yazacağım şeyler klavyeme dolanıyor; nefesim tutuluyor bazen; aklıma birden çok şey geliyor, büyük bir coşkuya kapılıyorum; hepsini yazmalıyım diyorum. Heyecandan ellerim titriyor bazen ve bazen de uyuyakalıyorum düşüncelere dalarak klavyemin başında.

Yer Kahire, ülke haliyle Mısır. Hava sıcaklığı dayanılmaz oldu şu dakikalarda, saat sabahın üçünü de geçmiş. Üç gün önce üşüdüğüm ülkemden, daha asıl yaz başlamadan cayır cayır yandığımız bir diğer ülkeye geldim. İlk günden itibaren, sanki ilk defa gelmişim gibi, herşeyi sil baştan gözlemler gibi buldum kendimi. Havaalanından eve gelirken, camdan elimi dışarı çıkarıp, trafikte bilinçsiz ve kuralsızca giden arabaları durdurmak istedim, tavanlarından kaldırıp, olmaları gereken şeritlere koymak istedim onları. Ama olmadı tabiî ki. Tıpkı gelişimden birkaç saat sonra okula doğru giderken aniden kapısı açılan taksiye tepki veremediğim gibi. Düşmekten değil de, ödevimin uçmasından daha çok korkmuştum; uçmadı, düşmedim de. Ama “maliş*” de demedim Mısırlılar gibi.

Bir arkadaşım, en mutlu insanların Mısır’da yaşadığını söylemişti geçenlerde. Günlerdir bunu düşünür dururum. Bunu düşünüp durmamın bir nedeni, en mutsuz insanların da Türkiye’de yaşadığını söylemiş olmasıydı arkadaşımın. Uzun uzun düşündüm. Mısır’a geldim, ilk dakikadan itibaren baktım etrafa bir kez daha. Uçaktan alana girer girmez, gözüme ilk çarpanın, “Mısır’a emniyet içinde giriniz” âyeti olduğunu yeniden fark ettim. Bu, hiç şüphesiz, büyük bir güven veriyor insana. Mısır’da mutlu olmayı öğütlüyor gizliden gizliye. “Sizi koruyacak bir güç var hiç şüphesiz” diyor bir yandan da, omuzlarınızdan ağır bir yük kalkıyor, tebessüm etmemek imkânsız kalıyor o noktada. Kahire’nin beni gülümseten şehir olduğu ortaya çıkıveriyor, Bursa’nın ağlatan şehir olmadığı gerçekliğinin yanında.

İnsanlar neden mutlular diye düşündüm yine. Önce acaba cidden bu insanlar en mutlu insanlar mı diye de düşündüm. Yiyecek ekmeği olmasa da, gecekondusunun çatısında uydu anteni olanların, başlarını sokacak evleri olmasa da, ilk fırsatta araba almayı hayal edenlerin, “Seni çok özledim” denildiğinde gözleri dolan insanların memleketiydi burası. Burada insanlar, beklentilerini az tutup, ellerindekiyle yetinmeyi, (ah tabiî yeri geldiğinde de ağlamayı, sızlanmayı, bahşiş istemeyi, ama bu kısmı atlayacağım bu sefer) , küçük mutlulukları büyük sevinçlere dönüştürebilmeyi, büyük dertleri en az elem duyarak atlatmayı doğuştan başarabilen insanlar. Onlara öyle öğretilmiş gibi. Eli kesilen çocuk hiçbir şey olmamışçasına koşup oynuyor tekrar. Annesine “Bak, elim” demeden. Belki de gurbet bu yüzden bizi daha çok acıtıyor.

Düşüncelere dalınca gurbete geliyor laf dönüp dolaşıp. Yok, gurbeti yazmayacağım bu sefer. Mısır’a uzun bir aradan sonra geldiyseniz yahut ilk gelişinizse, uyku düzeniniz, düzene gireceğini tahmin edilenin aksine, iyice düzensizleşiyor. Sizi geceleri sıcak hava uyutmazken, gündüzleri limoncu, mangocu, karpuzcu yahut elleri kornadan ayrılmayan araç sürücüleri uyutmuyor. Bir gün, iki gün sonra bir bakmışsınız, alışmışsınız. Babamın Türkiye’de “geceleri uyumayan” kızı, Mısır’da da “geceleri uyumuyor” bazen. İşte o bazenler, ilk gelinen zamanlar oluyor hep. Yoksa sabah 8’de yetişilmesi gereken dersler, bitirilmesi gereken ödevler, hızı yakalanamayan bir hayat var Mısır’da, beden illâ ki yorgun düşüyor, uyku illâ ki saatini arıyor.

Hava bu denli sıcakken, kum fırtınasının yaklaştığı hissediliyor. “En kötüsü de ağzında kum tadıyla yahut havada kum kokusuyla uyanmak “ dedi kardeşim bugün kum fırtınası ihtimalinden konuşurken. Beş dakika önce tozu alınan sehpanın, beş dakika içince tekrar tozlanması kadar korkutucu aslında bu. Halbuki ilk geldiğimde Mısır’a, nasıl da hoşuma gitmişti çölün ortasından evime taşıdığım kum tanecikleri. Kitaplarımın sayfalarından, ayakkabılarımın içinden aniden dökülüvermeleri. Kum ile Mısır özdeşleştiklerindeydi, çöl ile Mısır, gece ile Mısır, Nil ile Mısır gibi.

Anıları, fotoğraf kareleri, yüzlerce yazıya konu olacak, sayfalarca yazı yazılacak gizli saklı hikâyeleri, ruhunda taşıdığı bilinmezlikleri Mısır’ı şaşırtıcı, beklenmeyen, gülümseyen bir ülke yapıveriyor ya birden bire, insan buna şaşırıyor çok. Zaman mefhumunun olmayışı, buna en çok Türklerin sinirlenişi, Amerikalıların bundan müthiş bir zevk alışı (yıllardır özlenen şey belki de bir yerlere tam vaktinde yetişmek zorunda olmamak), Avrupalıların oryantalizm özlemi içerisinde kendilerini Mısır’a bırakışı, İslâm ve Arapça öğrenmek için buraya gelen sınırsız sayıda gayr-i Müslimin oluşu, zamansız zamanlarda en çok onların keyif alması ve Mısır’ın tadını çıkarması da şaşırtıcı oluyor zaman zaman. Bu akrepsiz yelkovansız ülkede insanı şaşırtan birşey de, zamanını şaşmayan çöp toplama araçları. Her gece, herkesin uykusunu aynı saatte bölmek üzere programlanmış (kim bilir, belki de sabah ezanıyla namaz için uyanamayanlara farklı bir uyandırma yöntemi de olabilir), yıllardır vaktini hiç şaşmayan ve yaz saati- kış saati uygulamalarına göre bir saat ileri, bir saat geri kayan çöp arabaları. Mısır’da sadece belediye işçilerinin kolunda saat olduğu hissini veriyor bazen insana.

Bu gizli planlı, gizli düzenli, gizli disiplinli ülkenin en çok geldiğim günlerini ve ülkemdeyken çok özlediğim hayallerini seviyorum. Nil-i mübarek’in suyundan bir içenin, yolunun Mısır’a ömrünün sonuna dek düşeceği gerçeği, çok rahatlatıyor beni. En sevmediğim zamanlarda kolayca kaçışım, en özlediğim zamanlarda sığınacak limanım oluveriyor. Gitmeyi sevdiğim kadar, geri dönmeyi de sevdiğim bu ülke, her hüznümü tebessüme dönüştürüveriyor. Teşekkürler Mısır…

*“Üzülme, boş ver, aldırma, birşey olmaz” gibi mânâlara gelebilen ve Mısırlıların her cümlede ve durumda, çoğu zaman yabancıları sinirlendirecek sıklıkta kullandıkları bir kelime.

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Sadr’ın ziyareti ne anlama geliyor?



Mehdi Ordusu olarak anılan Iraklı Şii milis grubunun lideri olan Mukteda Sadr’ın Türkiye ziyareti bizleri olduğu kadar, Arap medyasını ve dünya kamuoyunu da şaşırttı. Hiçkimse ilk etapta böylesi bir ziyaretin neden gerçekleştiğini yahut ne anlama geldiğini çözümleyebilmiş değil. Bu konuda herkes farklı şeyler söylüyor. Özellikle Arap medyasının kafasında büyük bir soru işareti oluşmuş durumda.

AKP iktidarında Türkiye böylesi bir şaşkınlığı daha evvel 2006 yılının Şubat’ında Hamas’ın lideri Halid Meşal’in ziyaretiyle yaşamıştı. O zaman Başbakan Erdoğan son anda bir manevrayla Meşal ile görüşmeyerek durumu kurtarmaya çalıştıysa da, Hamas’tan üst düzey bir ziyaretin gerçekleşmiş olması başta İsrail olmak üzere onun Avrupalı dostları tarafından yine de tepkiyle karşılanmıştı. Bu seferki durum ise bundan daha da farklı. Zira Meşal seçilmiş bir lider olarak ziyaret gerçekleştirmişti ve üst düzeyde ağırlanmamıştı. Ancak Sadr gibi tartışmalı bir isim Başbakanımızla da, Cumhurbaşkanımızla da görüşerek en üst düzeyde ağırlanmış oldu. Hâl böyle olunca sözkonusu ziyaretle ilgili soru işaretleri de bir bir akıllarda peyda olmaya başladı.

Şimdi gelelim Mukteda Sadr’ın neden tartışmalı bir isim olduğuna...

Öncelikle Sadr’ın ve onun destekçilerinin Irak’ta etkin ve belirleyici bir rolü olduğunu söylemek gerekir. Zira Irak’taki en önemli Şii gücü temsil ediyor. Sadr son iki yılını İran’da geçirdi. Dolayısıyla Irak üzerinde İran’ın emellerini gerçekleştirmek ve Şii çıkarlarını korumak isteyen bir yapıda olduğu iddia edilebilirse de, esasında söylem düzeyinde Irak’ın bölünmez bütünlüğünü savunduğu biliniyor. Aynı zamanda Kerkük’ün Türklüğü konusunda da Türkiye ile aynı fikirde olduğunu söylemek gerekiyor. Ancak gelin görün ki, Mukteda Sadr’ın lideri olduğu Mehdi Ordusu’na hakim olmakla ilgili ciddî problemler yaşadığı da bir başka altı çizilmesi gereken önemli gerçektir. Ne yazık ki Mehdi Ordusu bugün Irak’ta mezhepçi katliamlara teşne olan ve ayrılıkçılığı körükleyen eylemlerde bulunan bir hareket haline gelmiştir. Saddam Hüseyin idam edilirken orada bulunanların üç kere “Mukteda, Mukteda, Mukteda” diye haykırdıklarını da hatırlamak lâzım. Yani her ne kadar Mukteda Sadr mezhepçilik yapmıyor gibi görünse de, liderliğini yaptığı Mehdi Ordusu’nun faaliyetleri ortadadır. Amerika’nın bile bunların kontrolünde çaresiz olduğu ve Sadr’ın nüfuzunun olduğu bölgelerde hiçbir manevra kabiliyeti olmadığı da düşünüldüğü zaman Sadr’ın Irak’taki kuvvetinin boyutları daha iyi anlaşılır.

Peki bu Sadr neden Türkiye’ye gelmiş olabilir ve bundan sonraki amacı nedir?

Bu konuda da çok şey söylenebilirse de ilk akla gelen Sadr’ın Irak’a dönüş yolunu hazırladığıdır. Zira Aralık ayında Irak’ta çok önemli genel seçimler yapılacak ve Sadr bu vesileyle Irak’ın iç siyasetine dönmek istiyor olabilir. Türkiye’nin de Irak’ta Şii ve Sünniler arasında denge politikası izleyen nadir bölge ülkelerinden biri olması hasebiyle Sadr için bir dayanak noktası olması muhtemeldir. Obama’nın gelişiyle Irak’tan çıkışı hızlanan Amerika Birleşik Devletleri çekilirken, Sadr da Irak’a yeniden dönmeye daha fazla heveslenmiş olmalı. İşin enteresan noktası ise Obama liderliğinde ABD’nin Irak’tan çıkmak için seçtiği güzergâh ile Şii lider Sadr’ın Irak’a girmek için izlediği yol kesişiyor. Biri Türkiye üzerinden Irak’tan çekilmek isterken, diğeri ise Türkiye aracılığıyla Irak’a girmek niyetinde.

Sadr’ın gelecekte Irak siyaseti üzerinde nasıl bir rol oynayacağı ise şimdi herkes için meçhuldür. Olur da ilerde Irak üzerinde olumsuz bir hareketin kaynağı haline gelirse veya İran politikalarının takipçisi durumuna düşerse, işte o zaman Türkiye’nin bu sözkonusu ziyareti açıklamakta çaresiz kalacağını söylemek gerekiyor.

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Domuz gribi komplo teorileri



Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) domuz gribindeki alarm düzeyini 4’ten 5’e yükseltti. Yani artık insandan insana geçişte hızlı yayılma aşaması. Ama aynı örgütün 4 Mayıs tarihli son durum değerlendirmesindeki rakamlar insanın kafasını karıştırıyor.

Salgının ilk çıktığı Meksika’da 150’yi bulduğu belirtilen domuz gribi ölümlerinin çoğunun başka sebeplerden kaynaklandığı yalnızca 25 kişinin bu gripten öldüğünü ilân ediyor Dünya Sağlık Örgütü. Amerika’da ise 226 grip vakasına karşın 1 ölüm tespit edilmiş. Hızla yayıldığı iddia edilen salgında ölü sayısının hızla düşüyor olması tuhaf değil mi?

Bu durum hemen komplo teorilerini de gündeme getirdi. İnternette dolaştığınızda onlarca domuz gribi komplo teorisiyle karşılaşıyorsunuz. Eminim sizler de aranızda bunlardan bazılarını konuşuyorsunuz. Bu komplo teorilerinden birkaç örneği nakledeceğim. Ancak bundan domuz gribinin hafife alınması gerektiği anlamı çıkarılmasın. Çünkü turizm mevsimi ile birlikte ülkemize her an ulaşabilecek bu gribe karşı önlem alınmaması—tıpkı hâlen etkisini sürdüren kuş gribinde olduğu gibi—ölüme sebep olabilir.

İşte size komplo teorileri demetinden örnekler:

İNSANLAR ÜRETTİ

Domuz gribi biyolojik silâh olarak üretilmiş ve doğal ortama salıverilmiştir. Bilim bunun yapılabileceğini göstermektedir. Bir kısım insanlar da Batılı hükümetlerin genetik olarak bu virüsü ürettiklerini, böylelikle ilâç firmalarının kârlarını arttırmalarını amaçladıklarını ileri sürüyor. Endonezya Sağlık Bakanı Siti Fadilah Supari de böyle düşünenlerden. Amerika’nın Meksika’dan göçleri önlemek için bu virüsü ürettiği de komplo teorileri arasında. Meksika’dan gelen uyuşturucunun önünü kesemeyen Amerikan hükümeti, 2008 yılı Aralık ayında bu ülkeye 400 milyon dolarlık yardım yaptı. Obama’nın, uyuşturucu kartelleriyle mücadeleye daha fazla asker gönderme fikrine sıcak bakmadığı da biliniyor. Bu salgın bahanesiyle şimdi ABD hükümeti bu ülkeyle sınırını tamamen kapatabilecek.

RUMSFELD’İN ŞİRKETİ ÜRETTİ

ABD Eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in bir dönem yönetim kurulu başkanlığını yaptığı, hâlen büyük hissedar olarak yer aldığı Gilead Sciences Inc.’in 1996 yılında Roche Laboratuarlarından patentini aldığı Tamiflu ilacı, kuş gribinde olduğu gibi domuz gribinde de tek etkin ilaçmış gibi dünya gündemine pompalanıyor. Ülkelerin bu ilâcı depolamaları isteniyor, uluslar arası ülkeler gelişmekte olan ülkelere bu ilâçtan bağışlıyor. Rumsfeld’in bu şirkette 5 milyon doları ile 25 milyon dolar arasında değişen değerde hissesi olduğu biliniyor. Rumsfeld bu salgından yalnızca ilâç satışıyla değil, aynı zamanda şirket hisselerinin değerinin yaklaşık on kat artmasıyla da kâr sağlıyor. Bu teoriyi destekleyen bir iddia da aynı etkin maddeyle üretilen Relenza isimli ilâcın tamamen geri plâna atılması.

Benzer bir iddia da maske üreten firmaların bu virüsü ürettiği yolunda. Satışları bir anda patlama noktasına geldi bu firmaların. General Motors ile bağlantılı maske üreticisi firmaların devâsâ stoklarla başa çıkamadığı ve iflâs noktasına geldiği ileri sürülüyor. Halbuki şimdi tarihlerinin en büyük üretim ve satışlarını yapıyorlar.

Bunlar biraz daha elle tutulur olanları. Bunun yanı sıra dünyadaki ekonomik krizi hafifletmek için üretildiği, ABD’deki TV şirketlerinin sansasyonel haberlerle izleyiciyi TV karşısına çekebilmek için ürettiği gibi bir çok saçma gelebilecek komplo teorileri de var.

Sebebi her ne olursa olsun, domuz gribi bir vakıa. Eğer önlemler alınmazsa, kısa sürede yayılması da mümkün. Ancak kamuoyunun bilgilendirilmesi, gerekli hijyenik tedbirlerin alınması ve semptomları görülür görülmez hekime başvurulmasıyla bu hastalığa yakalanılsa dahi tedavi edilmesi mümkün. En önemli tedbir ellerin sürekli yıkanması, hapşırırken ağzın kapatılması. Bunların beş vakit abdest alan ve sünnete uyan bir mü’minin zaten yapması gerekenler olması ne kadar güzel bir tevafuk!

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Prof. Dr. Hasan Hüsrev Hatemi ya da bir ince duyuşlar hekimi



Hüsrev Beyi daha çok bir tıp doktoru, bir bilim adamı olarak tanıdık, bildik. Oysa, onun aynı zamanda pek çok şiir kitabı da olan çok iyi bir şair ve iyi bir Türk Müziği dinleyicisi, yazarı olduğunu da söylemek lâzım. Örneğin Köprü’nün yaz 2002 sayısında çıkan “Ey kopuz ile çeşte! Aslın ne dürür(nedir) işte?” makalesine bir bakmanızı tavsiye ederim.

Yaklaşık 3-4 yıl önce Dost Tv’de Hanende programımı yaparken davetimize icabet etmiş ve programımıza katılmıştı. Kendisi ile sohbet etmiş şiirlerinden örnekler dinlemiştik. Masaya şiir kitaplarını koyduğunda “Hocam neden bu son şiir kitaplarından haberimiz olmadı acaba?” diye sorunca “Size küçük bir şiir ile cevap vereyim” demişti.

“Felek sana var on sorum.

Bu da sana son sorum.

Neden yok sponsorun?”

Aklımda kaldığı kadarıyla cevabı işte böyle kısa, esprili ve öz olmuştu.

Hüsrev Bey ve 15 dakika önce doğduğu için kendisine ‘’Birader’’ diye hitap eden Prof. Dr. Hüseyin Hatemi Bey sima olarak birbirlerine çok benzerler. Hüseyin Hatemi Bey bir hukuk hocasıdır. Fakültede ben de kendisinin öğrencilerinden biri olma mutluluğunu yaşamıştım. Hüseyin Bey, Hüsrev Bey kadar şiir kitapları olmasa da gençliğinde şiir yazmış aynı zamanda iyi bir Türk müziği dinleyicisidir. O da katıldığı bir programımda bana gençlik yıllarında yazılmış şiir kitabından elinde kalan son iki üç nüshasından birini hediye etmişti. "Her iki hocamızın ortak özelliği nedir?" diye sorulursa hiç düşünmeden “Mütevazi kişilikleridir” derim öncelikle. Programıma davet ettiğim her defasında onca yoğunluklarına rağmen hiç reddetmediler, ertelemediler ve geldiler. İlmin insana kazandırdığı tevazu böyle bir şey olsa gerek. Hemşehrisi olmakla ayrıca mutlu olduğum Hüsrev ve Hüseyin Hatemi Hocalar gerçekten ülkemiz için önemli değerlerdir.

Hüsrev Bey 12 Aralık 1938'de İstanbul’da doğmuş. 1962 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olduktan sonra 1978 yılında profesör ünvanını almış. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilimdalı Başkanlığı görevini üstlenmiştir. Tıp alanında yüzlerce makale ve kitapları vardır.

Edebî yönü:

Prof. Dr. Hüsrev Hatemi’nin tıp alanı dışında yayınlanmış şiir ve nesir türünde bir çok eseri de mevcuttur. 1988 de yayınlanan “Yozlaşmadan Uzlaşmak” isimli kitabı 1994 yılında Türk Yazarlar Birliği Ödülü almıştır. Yine aynı yıl, Hoşça Bak Zatına, Çelebi Bizi Unutma (1989), Türk Aydını; Dünü Bugünü 1991 Baba Ben Druid miyem? 1996, Kimlik Kuyusu, Türkiye’den Çizgiler 1995, Eriyen Mumlar 1998, Darulfünun-Darüşşifa 1998, Aydın Toplum ve Tarih 1998, Anıcak Ol Meclisi 2001, gibi kitapları nesir türünde yazılmıştır. Şairin yayınlanmış şiir kitaplarına gelince: Eski Kentte Bir Gece 1968, Akşam Gümrükçüleri 1984, Lodosçu 1987, Grili Çocuk 1988, 1968 – 1990 Şiirler, Gün Akşamlıdır 1994, Çengelköyde Bir Çeng 1996, 1990-2000 şiirleri. Ayrıca şahsıma imzalayarak hediye ettiği ‘’N’etti Bu Yunus N’ettti 2004 ve Karkavak Şiirleri ve On Yıl Öncekiler 2005. Tespit edebildiğim 20’yi aşkın bu edebi eserleri kaleme alan Hüsrev Hatemi Beyin ne kadar üretken bir edebî şahsiyet olduğu aşikâr. "Tıp kitapları, dersleri, araştırmaları arasında ne zaman vakit bulup da bu kitapları yazdınız?" diye hocamıza sorup takdir etmemek mümkün değil. Yeri gelmişken rock müzik sanatçısı dostum Mürsel Işık’a da bir parantez açmak lâzım. ‘’Non Dolet, Grili Çocuk, Aşık Garip Coğrafyası, Ağıt‘’ gibi hocamızın bazı şiirleri Mürsel Işık tarafından bestelenip albüm de yapıldı. Mürsel Işık bu anlamda tam bir Hüsrev Hatemi şiirleri âşığı diyebilirim. Bu arada sevgili Mürsel, ben de bir süredir hocamızın ‘’Çok şey vardı geride kaldı, Son sitem rubaisi, Boş ümit rübaisi, Barışma rübaisi’’ üzerine çalışıyorum bilesin. BAZI ŞİİRLERİ Tapu Sicil Muhafızı “Benim şiirim tüfeğidir kavgamın’’ Diye kükreyerek, Zehir zemberek Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim; Ama neyleyim ki ellerim, Yedek subay eğitimi dışında Görmedi tüfek. Benim şiirim ne tüfektir... Ne kelebek. Ne de hayal ülkesinin narin bir kızıdır; O gözlüklü ve siyah kolluklu Bir tapu sicil memurudur ki, Eski günler ve anıların Tapularını saklar. Şimdi gel ey Muhafız Bey, lütfen Cenuptan karanlık çocukluk, Şimalden ilkokul başlangıcı, Şarkından Feriköy mezarlığı, Garbından İkinci Dünya Savaşı İle muhat arsanın, Tapusunu ver. O arsa ki 1943 yıllarının Anılarıyla dopdoludur, Bir anı müteahhidi alıp 1979 yıllarından Kat karşılığı bina dikecek. Postnişin Füsûn ki gözlerinin postnişini o idi Kederdir yüreğimin değişmez postnişini. Kırmızı mavi deniz karardığında akşam Yüreğim bazen soğuk, çek yalnızlık elini Birazdan görünecek o çatık kaşlı adam Ve serbest bırakacak anıların selini. Karda soğuk kokardı paltosu peder beyin Soğuğunda kokusu mu olurmuş demeyin… Babalar paltolardır, siyah, gri, lacivert Her pederin pederi kendi yüreğine dert, Her anne yüreğinde kendi annesi anı …. Son sitem rubaisi Ölümü muştulamana gerek yoktu Yakınlığını biliyordum onun, Yüreğimi neden muştalayıp durdun? Çoktan beri yastaydı ve yorgun….

05.05.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Şaban DÖĞEN

Özbekistan’da göz kamaştıran Nurlar



Yıllarca komünizmin esareti altında din ve vicdan hürriyetleri çiğnenen Türkî Cumhuriyetlerdeki Müslümanlar fıtrata ters düşen komünizmin doksanlı yıllarda iflasından sonra uzak kaldıkları değerlerine çölde susuz kalan kimsenin suya koşması gibi canhıraş bir gayretle koşmaya başladılar. Ruhları, kalpleri, akılları doyunca diğer muhtaç olanlara da duyarma ihtiyacını duydular.

Bu faaliyet, bu gayret yarasa ruhlu, ışıktan hoşlanmayan kimseleri harekete geçirdi, ülkemizde yıllar önce yaptıkları gibi idareyi tahrik ederek inananlara baskı yolunu denediler. Şimdi Kur’an’ın seçkin bir tefsiri olan Nur Risalelerini okuyan Özbek Nur Talebeleri mahkemedeler. Fakat onlar baskılara rağmen hayat buldukları hakikatlere dört elle sarılma azmi ve gayreti içindeler.

22 Nisan 2009 saat 14.00’de başlayan mahkemede savcı, tutukluların suçunu(!) okur: “244-1. ceza kanunu: içtimaî hayatın âsâyişlerine ve tertiplerine zarar veren makaleleri neşretmek ve dağıtmak 5 seneden 8 seneye kadar hapis cezasına çarptırılır. Ve 244-2. ceza kanunu: Dini, ekstremistik (aşırılık), separatistik, fundamentalistik ve yasak olan cemaatleri kurmak onları yönetmek ve onlara iştirak etmek. 5 seneden 15 seneye kadar hapis cezası verilir” şeklindeki kanun maddelerine göre sorgulandılar.

Hakim sanık İkram Mirajov’u sorguya başlar. İlk kişiye sorar: “Kendinizi tanıtır mısınız? Ve bunlar kimlerdir ve sizin evinizde ne yapıyorlardı?”

Üniversitede öğretim üyesi olan İkram Mirajov okulda ders verme sakinliği içinde hakime “Ben Zavkid’in oğlu İkram Mirajov, 1972 yılında Buhara’da doğdum. Buhara Üniversitesinde matematik doçentiyim. 22 Aralık 2008’de akşam saat 19.00’da kendi evimde misafirlerimle oturmuştum. Bunlar Muzaffer, Batır, Selâhiddin, Suhrat benim komşularım ve onlarla aynı okulda okumuştuk, onlar benim dostlarımdır. Abdurahman ve Bobomurad benim üniversiteden talebelerimdir. Matematikden ve bilgisayardan sualleri ile gelmişlerdi.”

Hakim: “Siz Risale-i Nuru ne zamandan beri biliyorsunuz ve nasıl öğrendiniz?”

İkram Mirajov: “Ben Risale-i Nur’u 1991 senesinden beri biliyorum.

Risale-i Nurdan ‘Küçük Sözler’ Özbekistan’da resmi olarak neşredildi. Taşkent’teki ‘Maveraünnehir’ matbaasında basılmıştır. Risale-i Nur; Kuran-ı Kerim’in manevî bir tefsiri olup, gayesi Kuran’ın imana dair âyetlerini bu asrın anlayışına, ilmî ve aklî ölçüler içerisinde ders verip, insanlarda iman, ahlâk, namus ve vatan sevgisi hissini uyandırıp, topluma birer menfaatli uzuv olmalarını temin etmektir. Hz. Bediüzzaman Said Nursi dünyaca meşhur büyük İslam âlimi bu kitapların müellifidir. “Risale-i Nur eserlerinde terörizm, aşırılık, menfî milliyet ve sair menfî fikirler mevcud değildir.”

Hâkim diğer Nur talebelerine “İkramın sözlerini tasdik ediyor musunuz?” diye sorar. Onlar da, “Evet, tasdik ediyoruz. Hepsi doğrudur” diye cevap verirler. Savcı, “Size namaz kılmayı kim öğretti?” diye bir soru sorunca avukat, “Protesto ediyorum, herkes namaz kılmak veyahut kılmamakta kanunen serbestdir. Bu sual din serbestiyetine muhaliftir” diye karşılık verir.

Savcı ve hâkim cevap bulamayıp birbirlerine bakarak gülüşürler, haksız olsalar da gülüşürler.

Bu minval üzere birinci gün biter. Mahkemeye 24 Nisan 2009 Cuma günü devam edileceği kararı alınır. Mahkemedeki diğer savunmalar üzerinde de inşaallah yarın duralım.

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cennet Allah'ın lütfu iledir



İsmail Bey: “Risale-i Nur’da geçen ‘Allahü Tealâ’nın cennete koyması fazlından, cehenneme koyması adaletindendir’ sözünü açıklar mısınız? Sevabı günahından fazla bir insanın cehenneme gitmesi mümkün mü? Bu adalet mi oluyor?”

1-Ahirette takdir, hüküm ve emir Allah’a aittir. Bunu Kur’ân, “O gün emir yalnız Allah’a aittir”1 âyetiyle bildiriyor. Kullara düşen Allah’a teslim olmaktan ve Allah’ın zulmetmeyeceğinden emin olmaktan başka bir şey değildir.

2-İyilik ve hayır Allah’a aittir. Çünkü isteyen de, emreden de, iyilik ve hayır fırsatları veren de, iyilik ve hayır araçları yaratan da, iyiliğe ve hayra yönlendiren de, hidayet veren de, sebep olan da Cenab-ı Allah’tır. İyilik ve hayırda fâil Cenab-ı Allah’tır. Fakat şer ve kötülük kullara aittir. Çünkü şerde ve kötülüklerde, günahta ve seyyiâtta fail kuldur. Kur’ân bildiriyor ki: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse o da kendi kusurun sebebiyledir.”2 Biz Mü’minler dünyada da, âhirette de iyiliği ve hasenâtı doğrudan Cenab-ı Allah’tan istiyoruz, keza Cehennem’den de doğrudan Cenab-ı Allah’a sığınıyoruz. Şu âyet de mü’minleri bu vasıflarıyla övüyor: “Ey Rabbimiz,” derler, “Bize dünyada da iyilik ve hasenat ver, âhirette de iyilik ve hasenat ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru.”3

İyilik ve hayır Allah’a ait olduğu ve kulun bunda hiçbir dahli, hiçbir hakkı bulunmadığı için, adalete göre hükmedilmiş olsaydı, kulun sevabı ya bire bir olacak, ya da hiç olmayacaktı. Şer ve kötülük ise kula ait olduğundan ve bütün şartlar insanı iyiliğe yönlendirdiğinden, kulun şer yapması ise adalete göre aleyhine dönecek ve kula en az bire bin günah kazandırması gerekecekti.

Oysa bakın âyet ne kadar rahmet müjdeleriyle doludur: “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da o kötülüğün misliyle cezâlandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.”4

Bir diğer âyet ise bir iyiliğe en az yedi yüz sevap müjdeliyor: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hali bir daneye benzer ki, ondan yedi başak sünbüllenir. Her bir başakta da yüz dane bulunur. Allah dilediği kimseye yaptığı iyiliğin karşılığını böyle kat kat verir. Allah’ın lütfu geniştir ve ilmi her şeyi kaplar.”5

Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’ın adaletinden önce, Allah’ın rahmeti, merhameti ve lütfu ön plandadır. Bedîüzzaman Hazretleri Yirmi Üçüncü Sözün İkinci Mebhasında bu âyetleri tefsir eder ve der ki: “Bak Cenab-ı Hakkın fazlına ve keremine. Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazen yetmiş, bazen yedi yüz, bazen yedi bin yazar. Hem şu nükteden anla ki, o müthiş Cehenneme girmek ceza-i ameldir, ayn-ı adldir. Fakat Cennete girmek mahz-ı fazldır.”6

Dipnotlar:

1- İnfitar Sûresi: 19

2- Nisâ Sûresi: 79

3- Bakara Sûresi: 201

4- En’âm Sûresi: 160

5- Bakara Sûresi: 261

6- Sözler, s. 512

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Mahiyetini bilmenin ehemmiyeti



İstanbul'dan yazan üniversite talebesi Yakup kardeşim, âhirzaman şahıslarından İslâm Deccalı olan Süfyan'ın mahiyetini anlamanın ehemmiyetine dair bazı suâller yöneltiyor.

Şüphesiz, rivâyetlerde "eşhâs–ı âhirzaman" kategorisinde zikredilen Mehdi, İsa, Deccal ve Süfyan'ın mahiyetini bilmenin ehemmiyeti pek büyüktür.

Aynı şekilde, onların mahiyetini bilmemenin tehlikesi de pek büyük, pek azimdir. Hem öylesine büyük ki bilmemek, kişinin imânını yakacak ve ebedî hayatını mahvedecek kadar dehşetli bir tehlike arz ediyor.

Bu azim tehlikeye dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamana dair rivâyetlerin müstakim yorumunu ihtivâ eden Beşinci Şuâ isimli eserinin avamın yanı sıra ulemânın da imanını kurtarıp muhafaza ettiğini beyan ediyor.

Yine, aynı meselenin ehemmiyetine (bilhassa İslâm Deccalı olan Süfyan'ın mahiyetini bilmenin ehemmiyetine) dair Üstad Bediüzzaman'ın başka bir mektubunda sarf ettiği öyle ifadeleri vardır ki, okuyunca ürpermemek, dehşete düşmemek elde değil.

İşte, Hz. Üstad'ın başka hiçbir mesele hakkında bu derece ağır bir bedeli zikrettiğine şahit olamadığımız o ürpertici ifadeleri: "Bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem–i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve isbat eden Risâle–i Nur (hususan Beşinci Şuâ'nın) geçmesi, kemâl–i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ îdam olunsa, din–i İslâm cihetiyle yine ucuzdur." (Şuâlar, On Üçüncü Şuâ, s. 298/1994)

Evet, o dehşetli şahsın mahiyetini bilmenin ehemmiyetine dair bundan daha güzel, daha veciz ve daha tesirli bir ifadenin olabileceğini tahmin ve tahayyül dahi edemiyoruz.

Ahirzaman şahıslarından Hz. Mehdi veya Hz. İsa'yı bilmeyen, tanımayan kimse imanını kaybetmez. Fakat, Deccal ve Süfyan'ın tanımayan veya onların mahiyetini bilmeyen bir mü'minin imanı son derece büyük bir risk ve tehlike altındadır. Zira, bilmeyerek onlara yanaşabilir veya kalbinde onların muhabbetini taşıyabilir ki, maazallah.

Bir yerde "Deccâleyn" diye de tâbir Süfyan'ın mahiyetini daha yakından bilmemizi kolaylaştıracak, şüphesiz daha başka eserler, kaynaklar ve metodlar da var.

Buların arasında, yine Üstad Bediüzzaman'ın "Hurûf–u Kur'ân"a dair Rumuzât–ı Semâniye isimli eseri başta gelir. Sekiz remizden müteşekkil olan bu eserin orijinali Osmanlıca olup, henüz sıhhatli bir Latince baskısı yapılamamış.

Mahiyetin bilinmesine dair metodik bir mâlumat daha vererek noktalayalım: Kıyaslama metodu.

Meselâ, Türk–İslâm tarihi boyunca lider, reis veya başkumandan olmuş şahsiyetlerin fikir ve icraatleri pekâlâ kıyaslanabilir. Yapılacak çok yönlü bir kıyaslama neticesinde, aralarından bir şahsın diğerlerin tamamından birçok bakımdan farklı olduğu ortaya çıkacaktır.

Özellikle, yönetim tarzı, dünya görüşü, dinî inanç, mukaddesler, kültürel ve mânevî miras gibi temel konular hakkında yapılacak bir mukayese, önümüze son derece çarpıcı bir tabloyu koyacak ve o şahsın mahiyetini anlamayı büyük çapta kolaylaştıracaktır.

İlk Bakanlar Kurulu

2Mayıs 1920'de yeniden toplanan Büyük Millet Meclisi, bugünkü karşılığı "Bakanlar Kurulu" olan ilk İcra Vekilleri Heyetini seçti.

Üç gün sonra, yani 5 Mayıs'te ilk toplantısını yapan İcra Vekilleri Heyetinde bulunanların isim ve kısa künyesi şöyle:

1) Meclis Reisi olarak seçilen M. Kemal, Cumhuriyet'in ilânına kadar (29 Ekim 1920) aynı zamanda İcra Vekilleri Heyeti Reisliği görevini yürüttü. 1881 Selanik doğumlu. Ölümü: 1938 İstanbul.

2) Mustafa Fehmi Efendi, Umûr–u Şer'iye ve Evkaf Vekili. 1868 Karacabey doğumlu, Bursa mebusu. Ölümü: 1950

3) Fevzi Paşa (Çakmak), Müdafaa–i Milliye Vekili . 1876 İstanbul doğumlu. 22 yıl süreyle Genelkurmay Başkanlığı yaptı, 1950'de İstanbul'da öldü.

4) Hariciye Vekili, Bekir Sami Bey. 1867 Kafkasya doğumlu, 1933'te öldü.

5) Maliye Vekili, Ahmet Ferit (Tek). 1877 Bursa doğumlu, ölümü 1971.

6) Nafia Vekili, Ömer Lütfi Bey. 1880 İstanbul doğumlu; 1942'de öldü.

7) İktisat Vekili, Yusuf Kemal (Tengirşek). 1878 Boyabat doğumlu, ölüm tarihi 1969.

8) Adliye Vekili, Celalettin Arif Bey. 1875 Erzurum doğumlu; ölümü 1933.

9) Dahiliye Vekili, Hakkı Behiç (Koryürek). 1886 İstanbul doğumlu, ölümü 1943.

10) Maarif Vekili, Dr. Rıza Nur Bey. 878 Sinop doğumlu, ölüm tarihi 1942.

11) Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekili, Dr. Adnan (Adıvar). 1882 Gelibolu doğumlu, ölüm tarihi 1955.

12) Erkân–ı Harbiye–i Umumiye Vekili, İsmet Bey (İnönü). 1884 İzmir doğumlu, 1973'ün son haftasında öldü.

05.05.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Ruhaniyetli sayfalar



Yirmi Dokuzuncu Söz’ün sayfalarında, satırlarında, kelimelerinde teennî ile geziyor, ruhun derinlik ve enginliğini fehmetmeğe çalışıyorum kabımca, kabiliyetimce… Zihnimdeki zanları, kalbimdeki karartıları, lâtifelerimdeki tıkanmışlığı açtıkça, açabildikçe mânâ sağnayı yağıyor seher bereketinde…

Bir kez daha anlıyorum Risâlelerin kelimelerini değiştirmekle sâdeleşmeyeceğini, anlam dizininin bozulacağını, yüksek ışıklarının birden aşağı düşeceğini… O kadar yüksek bir feyiz ve mânâ katmanında yazılmış ki, sadece hayran kalıyorsunuz; “Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır.”

Harfler arasındaki uyum ve musikî, hikmet yüklü kelime, cümleyi o kadar feyiz yüklüyor ki, idrâke düşen sadece susmak ve bir daha okumak oluyor; Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır…

Kim ne anlıyor bundan ve kim ne anlamıyor? Hangi kelimeyi çıkarsanız, onun yerine hangi kelimeyi koysanız daha anlaşılır olur, buna cesareti ve yetkinliği olan var mı?

Bu iki kısa cümle hakkında sayfalarca yazılır, saatlerce konuşulur, konuşulmalı ve yazılmalı da, eyvallah… Bu kadar kısa cümle ile bu kadar enginlikli derin mânâyı, ancak ikinci bir Bediüzzaman yazabilir…

Maksadım Bediüzzaman’ı övmek, Risâleleri senâ etmek değil, ona zaten gücüm yetmez, ülfetten biraz uzaklaşıp okuduğum az yerde, bulduğum çok hikmeti paylaşıyor olmak; kelimelerdeki âhenk, harflerdeki musiki, manadaki ulviyeti dikkat nazarlara sumak…

Meleklerin ve ruhanilerin mevcudiyetini ispat için serdettiği deliller aklı olduğu kadar, kalbi de ikna ediyor, nefsi kabule mecbur ediyor, günahlara olan meyli kesiyor, yalnızlık hastalığına çare sunuyor; boş alan yok, her yer melekler ve ruhanilerle dolu…

Çiçeğin yaprağında, yağmurun damlasında, güneşin sinesinde, Kehkeşanların kalbinde, kâinatın kapladığı her alanda melekler, ruhaniler var ve mevcut, yoksa kâinatın karanlığında, kalbin kasavetinde nasıl var olur ve yaşardı acz ve fakrda boğulmuş insan… Onların varlığı ebedü’l-âbâdın varlığına kat’î bir delil; bilmediğimiz bir kıtanın varlığını oradan gelenlerin anlatmasıyla bildiğimiz gibi ebed diyarını onların ihbaratıyla biliyoruz…

Yirmi Dokuzuncu Söz’de ruhun hissesi çok; aklın, kalbin, latifelerin, nefsin olduğu gibi… Fazla izahâta girmeden mânâyı saf haliyle alacak arınmışlığa girmek, algı gücünü yükseltmek, hikmeti olduğu gibi şuur altına taşımak; Kur’ân’dan süzülen Nur Risâlelerini yaşamanın yolu…

O hayat yolunda, ruhumuzu Rahman’a teslim edinceye kadar olmak duâsıyla…

Ruhaniler ve melekler adedince yalvarıyoruz, Ya Rahîm.

05.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis