02 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Haram lezzet başa belâdır


A+ | A-

Abdulgani Bey: “Haram sevmek bize nelere mal olur? Gençlikteki haram ve günah keyiflerin hayatımızda yol açtığı kayıplar üzerinde durur musunuz?”

Ömrün baharı olarak telakki edilen gençlik, Kur’ân nazarında, eğer îmân ve iffet içinde geçerse, âhiret hayatının sabahı hükmündedir. İffet ve istikâmet içinde geçmediği takdirde ise, gençlik çok kısadır. Bir fırtına kadar çabuk, hızlı ve heyecanla akar, eser, geçer, gider.

Gençlik hayatının çabuk gideceğinden aslâ şüphe edilmemesi gerektiğini; yaz’ın güze ve kışa yer vermesi ve gündüzün akşama ve geceye dönüşmesi kesinliğinde, gençliğin de yerini ihtiyarlığa ve ölüme bırakacağını beyan eden Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri; fânî ve geçici gençliğin istikâmet dâiresinde iffetle hayra sevk edilmesi halinde o gençlikle ebedî bir gençlik kazanmanın mümkün olacağını, bütün semâvî kitapların ve bütün peygamberlerin bunu müjde ettiklerini kaydeder.

Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, güzel gençlik nîmeti gayr-i meşrû sefâhet ve haram keyifler için sarf edildiği takdirde; ikisi âhiret hayatında, altısı da dünya hayatında-–hemen—olmak üzere sekiz açıdan kaybedilmiş olur:

Âhiretteki kayıplar şunlardır:

1-Âhiret mes’ûliyeti. Haram gençlik keyifleri, tövbe edilmediği takdirde, Mahşerde ve Mahkeme-i Kübrâ’da geriye dönüşsüz pişmanlıklara sebep olur. Çünkü Cenab-ı Allah verdiği nimetlerin hesabını sorar. Haramlarla iç içe geçirilmiş şükürsüz bir gençlik orada bize ancak mahcubiyet getirir, yüzümüzü kızartır, başımızı yere eğdirir.

2-Kabir azabı diğer bir uhrevî kayıptır. Haram ve günahla örülmüş bir gençlik, kabir azabını da davet eder.

Dünyadaki kayıplar ise şunlardır:

1-Haram lezzetin içinde bulunan; bu lezzetin bitmesinden gelen “teessüf” acısı ve sona ermesinden doğan “hüzün” belâsı, yüreğimizi derinden yakar. Çünkü lezzetin helâl olması için alın teri harcarsak, bu alın teri ve hak ediş mânevî şükür hükmüne geçer; görünüşte bitse de, Allah’ın hazînesinde devamı vardır! Şükredilen her nîmet, bir Cennet nîmetidir; bitmeyen bir hazineden gelir, bitmeyen bir hazineye götürür. Fakat şükürsüz ve haram lezzetler,—sadece göründüğü kadar olduğundan—çabuk biterler. Bitiş elemi ise, lezzetin verdiği keyiften çok daha acıdır. İnsanı maddî-mânevî yıkar, perîşan eder.

2-Haram lezzet; kul hakkını ihlâle ve başkasının hakkını çiğnemeye dayanıyor ise, Allah’ın adâleti gereği buna karşılık gelen dünyevî bedel-–uhrevî tazminâtı hâriç—, ayrı bir cezâ takdiri olarak en beklenmedik zamanda kapımızı çalar. Burada, “Eden, bulur!”, “Eken, biçer” kuralı işler; bu da bizi mahveder. Helâl lezzetler ise, kendi hakkın ve alın terin olduğundan, böyle bir acı sondan muaftır.

3-Haram lezzetin içinde “kıskançlık” elemi vardır. Taşınmaz, çekilmez, dayanılmaz; çoğu zaman tehlikeli olaylara da neden olur. Helâl lezzetler ise, “hak” esası üzerine kurulduğundan, özünde bu eleme yol verecek bir boşluk ve tatminsizlik bulunmaz.

4-Haram lezzetin içinde “ayrılık” elemi vardır. Her dünyevî keyif ve lezzette var olan “ayrılık ve firak” acısı; lezzeti ve keyfi sıfıra indirecek boyutta insan ruhunda tahribât yapar. Helâl lezzetlerde ise, Allah’ın izniyle Cennette tekrar kavuşma gerçekleşeceği için; dünya itibariyle ayrılık olsa da, ebedî ayrılık yoktur.

5-Haram lezzetin tabîatında mukabele görmemek, karşılık bulmamak ve içten sevilmemek elem vardır. Helâl lezzetler ise; özünde hak ihlâli olmadığından ve karşılıklı nezâket ve saygıyı esas aldığından, bu elemlerden muaftır.

6-Haram lezzetler, insan ruhu üzerinde tahripkârdırlar. Rûhu boşluğa atar, kalbi ağlatır, vicdânı sızlatır, hâfızamızı zaafiyete uğratır, duyguları yıpratır, insanı bunaltır. Helâl lezzetler ise, Allah’ın verdiği bir izne ve müsaadeye dayandığından; bünyesinde böyle rûhî tahriplere yol açan unsurlar taşımaz.

Bütün bu elemler, acılar ve ârızalar; haram keyiflerden gelen cüz’î lezzetleri zehirli bir bal hükmüne indirmektedir. Oysa helâl dâiresi geniştir; keyfe kâfî gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.1

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 186; Asâ-yı Mûsâ, s. 22; Sözler, s. 33




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kötü alışkanlık ve bağımlılıklardan kurtulmanın yolları


A+ | A-

Şeytanî tuzaklara düşmemek için negatif duyguları kanalize etmelidir. Yâni yerinde ve ölçüsünde kullanmak; kötü hasletleri törpüleyip ulvî hasletleri, nezih duyguları yerleştirmek, güzel ahlâkî değerleri kazanmaktır. Önce ruh ve duygularımız hakkında şu temel tesbiti nakledelim:

Ruhumuz; “şiddetli merak, ateşli sevgi, dehşetli hırs, inatlı istek, müthiş öfke” gibi onlarca pozitif ve negatif duygularla örülmüş. Bunların her iki cephesini geliştirme, yönlendirme, derecelerini yükseltme veya düşürme iradesine sahibiz. Kişilikli, karakterli, ahlâklı ruhî bir yapı kazanmanın yolu pozitif, ulvî cephemizi geliştirip; olumsuz duyguları kanalize etmek, süflîlerini törpülemekten geçer.

Negatif duyguların varlığı son derece lüzumlu ve hayatî önem taşır. Tekâmül/gelişme, kemâl/mükemmelleşme, hareket, bereket, ilerleme, mücâhede, mücâdele zıtların bir arada bulunması ve müdahâlesiyle mümkün. Mahiyetlerini öğrenip neyi, ne zaman, nerede, kime karşı, ne derecede kullanacağımızı ayarlamak şartıyla hırs gösterebilir, inat edebilir, öfkelenebiliriz. İnsanî vasıflarımız o zaman ortaya çıkar.

Şâyet inat, hırs, merak, öfke gibi duygular yerinde ve ölçüsünde kullanılırsa istifâde edilebilir. Aksi halde muzır birer haslet durumuna inerler. Meselâ, hırsımızı, iyilik ve hayır yapma; güzel işleri başarma; âhireti kazanmak için kullanabiliriz. İnadı, “Ey nefsim ve şeytan! Siz mi diyorsunuz ‘Okuma, ibâdet etme, zikir etme, tefekkür etme!’ Öyleyse, inadına okuyup, inadına onlara devam edeceğim’ Bu duyguların hafiflerini dünya işlerine, şiddetlilerini öbür âleme ve mâneviyata sarf etmemiz gerekir.1

Mevzuun ahlâk boyutuna gelince; ahlâk; huy güzelliğidir. Ahlâklı insan; medeni, nâzik, anlayışlı, saygılı olan demektir. İncitmez; kendisine karşı işlenen kabahatlerden dolayı da incinmemeye çalışır! Ahlâklı olmak, insanlığın yaratılışının gereğidir. İslâmiyet; ferdler, âileler, cemiyetler, milletler, dinlerarası diyalog kurma ve bir arada huzûr içinde yaşama ahlâkını, sanatını geliştirir. Zîrâ o, çatışmayı değil barışı, nefreti değil sevgiyi; zorluğu değil kolaylığı, hoşgörüsüzlüğü değil, müsamahayı getirmektedir. Hayatımızı cihanşumûl/evrensel İslâm ahlâkıyla süsleyebilmemiz için ahlâka mü’mince bakışımız şöyle olmalı:

Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak zorundayız. Bu da, Esmâ-i Hüsnâ’ya (Allah’ın en güzel isimlerine) bakıyor. Onların tecellilerini tezahür ettirmeliyiz. Ahlâkı güzelleştirmenin iksiri dindir. Şeriat güzel ahlâk ve hissiyatları ders verir. İmân güzel seciye, iyi haslet ve güzel ahlâkın kaynağıdır. Edep ve ahlâkın her meselesinde rehberimiz Hz. Kur’ân’dır. Kur’ân’ın en güzel yaşanmış örneği de Peygamber Efendimiz’dir (asm).

Dipnot:

1-Mektûbât, s. 37-38




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.03.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Özal'ın sırları ve katilleri


A+ | A-

Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ölüm hadisesi, bir kez daha tartışma gündemine getirilmiş bulunuyor.

Kızı Zeynep Hanım, yüksek tirajlı bir gazeteye beyanat vererek, "Babam öldürüldü" iddiasıyla savcıları göreve çağırıyor.

Dediğine göre, yıllardır aynı şeyi söylüyorlar, ancak savcılar bir türlü kapılarını çalmıyormuş.

Hemen ifade edelim ki, Özal'ın eşi Semra Hanım, ilk yıllarda hiç de böyle demiyor, hatta tam tersini söylüyordu. Kendi ifadelerini aşağıda görebilirsiniz.

***

Özal vefat edeli 17 sene oldu. Ne hikmetse, ilk yıllarda hiç konuşulmayan ve gündeme getirilmeyen ölüm şekli, yıllar geçtikçe daha bir dallanıp budaklanak tartışmalı bir konuya dönüşüveriyor.

Tartışma konusu mâlum: Özal öldümü, yoksa öldürüldü mü?

Konu bir muamma. Üzerinde kalınca bir sır perdesi var. Bir türlü de kaldırılamıyor.

Gariptir: Özal çeşitli yönüyle bir sır, bir muamma şahsiyet.

Meselâ, bir ara "Damarlarımda Kürt kanı var; annemin aslı Tunceli'den..." diyerek, Kürt kamuoyuna göz kırparken, aynı anda "21. asır, Türk'ün ve Türk dünyasının asrı olacak" diye meydanlarda yüksek volumlü konuşmalar yapıyordu.

Keza, kendisi muhafazakâr bir geleneğe sahip iken, aile efradı "bir âlem"di; magazin gazetelerinin haber ve esin kaynağı gibiydiler. (Hoş, durum halen de pek değişmiş değil ya...)

Aynı şekilde, kardeşi Erbakan'ın adamı ve kendisi de 1977 seçimlerinde MSP'nin İzmir milletvekili adayı iken, 1983'te ANAP'ı kurduktan sonra, siyaseten tam bir "redd–i miras" havasına girdi.

Bunlar gibi dahi bir çok yönüyle, Özal'ın sırlar ve muammalar içinde bir hayat yaşadığını gösteriyor.

Öyle ki, 1988'deki parti kongresi esnasında kendisi öldürmek kastıyla vurduran kimselerin peşine bile düşmedi.

Tetikçi belliydi, ancak azmettiricilerin kim olduğunu Özal bir türlü açıklamadı. Bırakın açıklamayı, "Üzerlerine niçin gitmiyorsunuz?" diyen Fikri Sağlar'ı bile acemi siyasetçi gibi davranmakla itham etti.

Şimdi, can alıcı soru şudur: Kendisini öldürmek kastıyla vurduranların bile üzerine gitmeyen, onları en azından deşifre etme cihetine gitmeyen Özal (ya da Özal ailesi), nasıl olur da onun şüpheli ölümünün sırlarını çözmeye çalışıyor?

Tetikçisi belli, azmettiricisi kendileri açısından belli bir hadisenin üzerini örten, ya da örmek zorunda kalan bir irade, acaba hemen her yönüyle meçhûl bir ölümün sırlarını deşifre etmeye güç yetirebilir mi? Katillerini bulup hesaba çekebilirler mi? İnşaallah diyoruz, ama hiç ihtimal veremiyouz. Hele, bilinen bir cinayetin üzerine dahi hiç gidilmediği, yahut gidilemediği açıkça ortada iken...

Zeynep Hanım, haklı olarak bu muammanın çözülmesini, meselenin vüzuha kavuşmasını istiyor. Kim istemez ki...

Ne var ki, aynı şeyi en başta annesi istememiştir. İşte, yıllar önce konuya dair sarf ettiği sözler: "Turgut Bey, Türkî Cumhuriyetler seyahatinden döndüğünde, çok yorgun ve bitkin haldeydi. Ayrıca, kalp krizi geçirdiğinde ona en yakın kişi bendim. Düştüğünü fark edip yanına gittiğimde ölmüş, gitmiş olduğunu öncelikle kendim tesbit ettim. Nabzı tamamen durmuştu. Doktorun müdahalesinde, hastaneye sevkinde gecikmeler olması ayrı konu; ama, gelen şiddetli krizle zaten vefât etmişti; dolayısıyla yapacak fazla birşey yoktu." (Yeni Asya, 5/5/2002)

Son olarak, çok daha garip bir açıklamayı nazara vererek bitirelim.

Takip edebildiğim kadarıyla "Özal öldü mü, yoksa öldürüldü mü?" şeklinde, konuyu diline dolayarak ilk şüpheyi ortaya atan kişi, PKK lideri Abdullah Öcalan'dır. Öcalan, 1993'te "Ali Fırat" imzasıyla Özgür Gündem gazetesinde çıkan yazılarında aynı şüpheli sözleri birkaç kez tekrarlayıp durdu. Demek ki, meselenin kendisini de ilgilendiren bir yönü vardı ki, bu derece dillendirip duruyordu.

Özal'ın hayatı ve siyaseti, "dört temayül" şeklinde isimlendirilen zıt kutupların aynı partinin çatışı altında barındırılamayacağının bir nevi ispatı olmuştur.

Tarihin yorumu 2 Mart 1430

Bursa'nın mânevî sultanı

Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid'in damadı olan büyük evliya Emir Sultan Hazretleri, 2 Mart 1430'da Bursa'da vefat etti.

Aradan 580 yıl geçmiş olmasına rağmen hiç unutulmayan bu mübarek zatın türbesi ve onun adına yapılan külliye, bugün de yerli ve yabancı milyonlarca insanın ziyaretgâhıdır.

1368 senesinde Buhara'da dünyaya gözlerini açan Emir Sultan'ın asıl ismi "Muhammed bin Ali" olup lâkabı Şemsüddîn'dir.

Bursa'ya 1391'da hicret etmiş ve rüyâsında Hz. Muhamed'in gören Yıldırım Bayezid'in kızı Hundî Hatunla evlenmiştir.

Neseben Seyyiddir. Soyu Hz. Peygamberin (asm) torun Hz. Hüseyin'e dayanır.

Bu mübarek insan Buhara'da doğduğu için, ona "Muhammed Buhârî", Seyyid olduğu için "Emîr Buhârî" ve Yıldırım Bayezid'in damadı olduğu için de ona "Emîr Sultan" denilmiştir.

Emir Buhari ile Yıldırım Bayezid arasında geçtiği rivayet edilen pekçok hatıra ve menkıbe naklediliyor.

Bunların sıhhat derecesi tam olarak bilinemiyor. Ancak, aralarında çok mânidar olanları var.

Meselâ, Timur'la yapılan ve mağlubiyetle neticelenen Ankara Savaşı (1402) meselesinde, Yıldırım'ın Emir Sultan'ı dinlemediği, tavsiyelerine uymadığı ve adeta basiretinin bağlandığı rivayet ediliyor ki, bunları okuyunca etkilenmemek elde değil.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Ölüden gelen mektup


A+ | A-

Bir hafta sonu Afyonkarahisarlı folklorcularından olan Ömer Yarşi, huzurevinde bulunan sakinlerimize konser verdi. Unutulmaya yüz tutmuş eski halk türkülerini ve oyunlarını araştırıp, derleyip, çalıp, söyleyen sanatkâr, o gün programa efe tabir edilen folklor kıyafeti ile geldi. Yaşlıların çocukluklarından beri duyup, zaman zaman terennüm ettikleri eski türküleri söyledi. Ona sazı ve sözü ile eşlik eden huzurevi sakini Osman Olçun da “Genç Osman, Bolu Beyi” gibi kahramanlık türküleri söyledi. Emekli öğretmen Aytekin Bey de Afyon’un tarihinden, kültüründen, âdet ve geleneklerinden güzel anekdotlar aktararak, hatıralardan örnekler verdi. Sohbetler, muhabbetler, alkışlarla akıp giden program içersinde bir şiir vardı ki, ölümü ve ölüm ötesini ibretle, farklı bir şekilde anlatıyordu. “Ölüden Gelen Mektup” ismini taşıyan şiiri Ali Yarşi 18.11.1962 yılında yazmış ve kardeşi Ömer Yarşi’ye göndermiş. Merhum Ali Yarşi bu şiirden yaklaşık kırk sene sonra da vefat etmiş. Bakalım gitmeden önce, gideceği yerden nasıl bir mektup göndermiş:

“Dün ölmüştüm ben, sene-i devriyemdi dün.

Hâlâ kefenim bozulmadı, saçlarım duruyor.

Yalnız kalbim vurmuyor,

Memnunum buna.

Karnım acıkmıyor, su içmiyorum.

Akşam eve eli dolu dönmüyorum.

Çocukların bağrışmaları kafamı şişirmiyor,

Ekmek elden, su gölden

Ye Mehmet ye misali

Arada bir sizleri düşünüyorum,

Teneşire çıkışımı.

O zaman hatırladım:

Doğduğumda ebe,

Öldüğümde hoca yıkıyordu.

Demek bu kadar kirli mi idim ben

Musalla taşına varınca sessizce

Müezzinin sesi,

“Er kişi niyetine”

Diye

Bağırıyor hoca efendiye

Saflar düzeliyor, namaz kılınıyordu.

Ve hocanın sesi duyuldu:

-Ey cemaat merhumu nasıl bilirsiniz?

-İyi biliriz.

-Hakkınızı helal edin

-Helâl olsun, dediniz.

Bir gürültü, bir sarsıntı gidiyordu.

‘O günü hatırladın değil mi?’ kardeşim.

Sonra mezar denen yere getirdiniz.

Açtınız kapaklarını

Ve ne dediniz bilir misiniz!

Ne halin varsa gör.

El birliği ile koydunuz,

Öbür âlemdeki evime.

Sarıldınız kazma ile küreğe

Depe depe örttünüz üstümü

Belki korktunuz, çıkar diye.

Bu kadar mı kızdınız bana

Dünyada imam!...

Ahriette ben,

Talkını dinliyordum.

Ne olduysa o zaman oldu işte,

Bunca çileden sonra.

Aradan demek bir sene geçti

Siz hâlâ dünyalık telâşesindesiniz

Ben ise rahat!

Ekmek isteyen yok, yağ isteyen yok

Niye didindim durdum dünyada.

Bunca sene

Ben sizleri hatırladım, andım.

Sizler de beni dünden unutmuşsunuz bile

Dün ölmüştüm ben, sene-i devriyemdi dün.”

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



Nimetullah AKAY

Ben de 28 Şubat mağduruyum


A+ | A-

Ülkemin değişik bölgelerinde on yıl kadar öğretmenlik yaptıktan sonra, 1993 yılında yeni eğitim ve öğretime başlayacak olan bir üniversiteye girmiş ve Edebiyat Fakültesinin Tarih bölümünde görevlendirilmiştim. Bölümün ilk öğretim elemanı olmuş ve fiilî olarak bölüm başkanlığının bütün görevlerini üstlenmiştim. Görevimi büyük bir itina ile yerine getirmeye, öğrencilerimle en iyi şekilde diyaloglar kurarak faydalı olmaya çalışıyordum.

2000 yılının başları idi. 28 Şubat’ın üniversitelerde estirdiği terör bütün şiddetiyle devam ediyordu. Kız öğrencilerinin her türlü giyim şekillerine göz yumuluyor, ama başörtüsüyle öğrenciler okullara, sınıflara alınmıyordu. Bu durum vicdan sahibi her insanı rahatsız etmekteydi. Öğrencilerimiz için üzülüyorduk, ancak yakın bir gelecekte öğrencilerimizin bizim için üzülüp gözyaşı dökeceklerini aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk.

İşte üniversitelerdeki zulümlerin ayyuka çıktığı bu zamanda, 2000 yılının Şubat ayının başlarıydı. Kurban Bayramını idrak etmiş, görevimizin başına dönmüştük. Bölüm başkanımız ben ve arkadaşım Zübeyir’i çağırdı. Bize şunları söyledi: “Çok üzgünüm, ama Dekanımız (Faruk İ.) ikinize ders vermememi söyledi. ‘Kendilerine yer bulsunlar, çünkü onların görev sürelerini uzatmayacağız’ dedi. Ben de size bunu üzülerek söylüyorum. Aslında ben sizlerden memnunum. Ancak karar siyasîdir. İdare ikna edilirse, yine size ders vermeyi arzu ediyorum.”

Hiç beklemediğimiz bir şeydi bu durum. Üzerimize adeta kaynar sular dökülmüştü. Ama kısa zamanda kendimize gelmiş ve “Görelim Mevlâm neyler, neylerse güzel eyler” diyerek neler yapmamız gerektiği konusunda arkadaşım Zübeyir ile durumu değerlendirmeye çalışmıştık. Önce Dekan Vekili, aynı zamanda Rektör Yardımcısı olan Faruk İ. ile görüşmeye ve durumu bir de kendi ağzından öğrenmeye karar verdik. Zira biz kendimizden emindik. Görevimizi her zaman en iyi bir şekilde yerine getirmiştik ve disiplinsizlik olarak ifade edilebilecek bir durumumuz da bulunmamaktaydı. Ancak ne Faruk Bey bizim ile görüşmeye yanaştı, ne de sonradan görüşmeye çalıştığımız Rektör Uğur B., ne de başkaları... Demek bizim harcanmamıza karar vermişlerdi.

Daha sözleşmemizin bitmesine dört ay kadar bir zaman vardı. Ve biz bu süre içinde varabileceğimiz yerlere mutlaka varmaya, önümüze gelen yetkili kişiye maruz kaldığımız zulmü anlatmaya karar verdik. Zamanın Cumhurbaşkanına durumumuzu bir dilekçe ile yazdık. Şehrin ileri gelen kişileriyle görüşerek onlara durumu anlattık. Ancak karşı taraftan hiçbir yumuşama sinyali gelmiyordu.

Gözlerimizin önünde derslerimize ilgisi olmayan kişilerin girmesi ve adeta birer mücrim olarak derslere girmekten men edilmemiz psikolojik açıdan bizim için büyük bir azaptı. Bir taraftan suçlu gibi derslerimize girememiz, diğer yandan birkaç ay sonra açıkta kalma endişesi ifade edilemeyecek kadar sıkıntılara sebep oluyordu. Çok şükür ki inancımız vardı. Rızkın bu kendini bilmez insanlar tarafından verilmediğini ve Rabbimizin Rezzak-ı Hakiki olduğunu düşünüyorduk. Bu durumla imtihan edildiğimizi ve Rabbimizin yüzümüzü kendisine çevirdiğini biliyor ve ona göre dualarımızı arttırıyorduk. Sadece bizler değil çoluk çocuğumuz da bu durumdan dolayı büyük üzüntü içindeydiler.

Tam bizler görevimizi kurtarmanın peşinde iken, bitmek üzere olan doktoramın da ayak oyunlarıyla elimden gittiğini öğrendim. O günleri hatırlayınca halen tüylerim diken diken oluyor. Tezimi bitirmiş, jürinin toplanacağı günü bekliyordum. Ama Tez Danışmanım İbrahim D., ne yazık ki idareden korktuğu için, bir sene boyunca tezim yanında kaldığı halde jürinin toplanması için bir teşebbüste bulunmadı. Hem de bana ve sağda solda tezimi çok beğendiğini ifade etmesine rağmen. Ne yazık ki, zamanın baskılarına karşı koyacak bir durumda değildi hoca... Ne vakit Zuhal K. Sosyal Bilimler Enstitünün başına geçti, işte o zaman doktoramızın iptali için elinden geleni yaptı.

Bölümden atılmamız ile ilgili mağduriyetimizin temelinde de eli bulunan Bayan Zuhal K., bana olumlu rapor veren jüri üyesi Osman T. hocayı değiştirerek, söz geçirip olumsuz rapor aldırabileceği Mustafa T. adlı Hocayı onun yerine jüriye yazdırdı. Tezimi, kendi yönlendirmeleriyle tamamladığım H.K.Y hoca da hiç beklemediğim halde tezime olumsuz rapor verdiğini üzülerek gördüm. Doğrusu bu duruma çok üzüldüm. Özellikle bana telefonda tezim için “Benden tamam, jüri tarihinin belirlenmesini bekliyorum” diyen H.K.Y’ın olumsuz raporu beni çok üzmüştü. Hocaların bu tutumu beni ilim dünyası olarak bilinen bu çevrelerden tiksindirmişti. Bu durumdan sonra bir daha böyle kalitesiz bilim adamlarının önünde tekrar önümü iliklememek için af çıkmasına rağmen tekrar doktoraya başvurmadım.

Diğer taraftan bölüm mağduriyeti için İdare Mahkemesine baş vurmuştuk. Doğrusu kazanacağımdan emindim. Ama zamanın fitne rüzgârlarını iyice fark etmemek kadar saftım. Çünkü o dönemde üniversitelerin idaresi aleyhinde bu mahkemelerden bir kararın çıkmayacağını bilemeyecek kadar iyimserdim. Ne yazık ki mahkemeden ve sonra başvurduğumuz Danıştay’dan da olumlu bir sonuç alamamıştık.

Ama Rabbim bizi açıkta bırakmak isteyenlere fırsat vermedi. Bir ara Ankara’ya gitmiş ve kendimiz için bir çıkış yolu aramaya başlamıştık. O yıllardaki iktidar yetkililerine ulaşma imkânını bulamadık. Bize, milletvekili Necmeddin Cevheri’nin yardımcı olabileceğini söylediler. Bunun üzerine Meclise gidip kendisine durumumuzu anlattık. Kendisi, rektörün bir yalan uyduracağını ve kendisiyle görüşmesinin fayda sağlamayacağını söyledi. Ama aldığımız tavsiye üzerine, bizim için rektörle görüşmesi konusunda ısrarlı olduk. Allah selamet versin, sonunda Rektör’ü arayıp durumumuz hakkında bilgi istedi. Gerçi dediği gibi olmuş ve kendisine yalan yanlış şeyler anlatılmıştı, ama doğrusu telefonu iyi de işe yaramıştı. Üniversiteye döner dönmez Rektör bizi görüşmeye çağırdı ve mağdur etmeyeceği sözünü vermişti.

Gerçi yerimize iade edilmedik, ama Öğretim Görevlisi olan kadromuz, Uzmanlık kadrosuna çevrilerek her birimiz başka bir İlçe MYO okuluna, istemediğimiz ve o zamana kadar şahsen benim hiç yapmadığım idarî görevlerle görevlendirildik. Maddî mağduriyetimiz bir derece giderilmişti, ama manevî mağduriyet bütün hızıyla devam ediyordu. İlçelere gönderilme planı zamanın Üniversite Genel Sekreteri Saffet C.’nun planıydı. Çünkü bu zat kendini iyi bir Atatürkçü biliyor ve bizi kendi açısından tehlikeli düşüncelere sahip kişiler olarak görüyordu. Hazır eline imkân geçmişken gideceğimiz yerlerde derse girmememiz için böyle bir yola başvurmuştu. Birkaç yıl boyunca ömrümüz ilçe yollarında geçti. Vasıta ile bir saattan fazla zaman alan ilçeye sabah gidiyor akşam eve dönüyorduk. Saffet C. ilçelerde de bizi rahat bırakmıyor ve okul müdürlerini hep aleyhimize yönlendiriyordu.

Bununla ilgili sadece bir hatıramı anlatmak istiyorum. Önceki müdüre akademik personel olduğumu ve vekaleten bana verilen idarî görevi yapmak istemediğimi söylemiş ve sonunda ikna etmiştim. O da idarî görevi üstümden alarak bazı derslere girmeme yol açmıştı. Ancak bir süre sonra Okul Müdürü olarak görevlendirilen Ahmet Y. adındaki müdür, okula gelir gelmez beni rahatsız etmeye başladı.

Bir gün yeni müdür bana, üniversite genel sekreteri Saffet’in kendisine, ‘N. Akay ya idarî görevi tekrar üzerine alsın, ya da ona maaş yok’ dediğini söyledi. Odasında diğer öğretim görevlisi arkadaşlar da vardı. Buna çok sinirlenmiş ve şöyle demiştim. “Ben Saffet’in babasının kesesinden maaş almıyorum. Görevi üzerime almıyorum, elinden geleni yapsın. Sonra Saffet ne senin amirin, ne de benim amirimdir, kendi işine baksın...” diyerek restimi çekmiş ve baskılara boyun eğmeyeceğim mesajını vermiştim.

Aslında bu anlattıklarım devede kulak. Yaşadıklarımızı harfiyen yazsam ortaya bir yaşanmış roman çıkar şüphesiz... Ama çok şükür, Rabbim zalimlerin bizi açıkta bırakma ve daha fazla mağdur etme planlarını akim bırakmıştı.

İnanıyorum ki, bizim gördüklerimiz bu dönemde görülen birçok zulümlerin yanında hiç kalır. Ama dünya, Zamanın (Rektör U.B, Dekan Vekili F.İ, Genel Sekreter S.C ve üniversiteye adam yemeye geldiğini ifade eden Bayan Z.K.) idarecilerine de kalmadı. Şimdi hepsi zulmettikleri insanların ahı ile, vicdan azabının baskısı altında emekliliklerini yaşıyorlar. Şüphem yok ki bunlar yaptıklarının karşılığını hem bu dünyada, hem de ahirette alacaklardır.

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Eğitimin dili


A+ | A-

Eğitimle ilgili konular gündemin en üst sıralarında olması gerekiyor. Bu konu ne kadar tartışılırsa o ölçüde doğru neticelere ulaşmak mümkün.

Malûm olduğu üzere ‘eğitimin dili’ de ihmale gelmez konulardan biri. Türkiye’de eğitim konusunda yapılan yanlışları saymakla bitiremeyiz, ama dil konusunda yapılan yanlışlar ap ayrı. Başta eğitimciler olmak üzere uzmanlar; konuşma ve yazma esnasında ‘çok az kelime kullanılması’nı tenkid ediyorlar. Ana dilin öğrenilmesine harcanmayan emek, ‘yabancı dil’ler için harcanıyor ve bu konuda da doğru metod uygulanmadığı yine uzmanlarca ifade ediliyor.

Geçen yıllarda görüştüğümüz bir eğitimci, dil eğitimi konusunda devletin de, eğitimcilerin de, velilerin de ‘ikiyüzlü’ davrandığını söylemiş ve bu tesbitini de şöyle delillendirmişti: “Hepimiz biliyoruz ki mevcut sistemde hiç bir lise öğrencisi yabancı dili öğrenemiyor. O halde ya bu dil eğitiminden vazgeçelim, ya da öğrenebilecekleri bir sistem kuralım.”

Gerçekten de böyle değil mi? Çok özel gayretlerin dışında hiç bir ‘normal lise’de yabancı dil öğrenilememektedir. O halde bu eğitim için harcanan ‘vakit’e ve ‘nakit’e yazık değil mi? Birbirimizi kandırarak nereye gidebiliriz ki?

Bu konu elbette tartışmaya açık bir konudur, ama mevcut eğitim sisteminde yabancı dilin öğrenilmediği inkâr edilmez bir gerçek.

Uzun yıllar yurt dışında yaşamış bir isim olan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, “Nasıl bir eğitim?” sorusunu cevaplandırırken (21. Yızyılda Türkiye’nin Hedefleri, MÜSİAD Yayını, 1994) şöylece özetlenebilecek tesbitlerde bulunmuş:

* Türkiye’de eğitim dili her dalda, her düzeyde Türkçe olacaktır.

* Meslek dalının ihtiyaçlarına göre çeşitli yabancı diller, ayrıca özel ve hızlı yöntemlerle iyi öğretilmelidir.

* Ezberci, kopyacı, kalıpçı yerine araştırıcı ruhta gençler yetiştirilmelidir. Üniversitelerde, özenti değil gerçek anlamda araştırmaya ağırlık verilmelidir. Üniversite, devlet, sanayi arasında sıkı bir dayanışma kurulmalıdır.

* Gençlerimizin ve velileririni aklı, fikri dışarı gitmek dışarda okumak, okutmak olmamalı. Bir sene fazladan yabancı dil hazırlık sınıfı okutmak başka ülkelerde görülmeyen bir zaman ve kaynak israfıdır. Bir yıl fazladan okunacaksa herkes bir yıl matematik okusun, işte o zaman öbür devletlerin de önüne geçer, sadece acentacı yetiştirmemiş oluruz.

* Dışarıda dil öğrenimi ve okumak için harcanan para, mevcut üniversitelerin sağlam ve araştırma ruhuna dayalı bir hale getirilmesine ayrılmalıdır.

* Dışarıya eğitim için bizde hiç olmayan uzmanlık dallarında doktora ve doktora üstü uzmanlaşacak kişiler gönderilmelidir.

* Orta öğretimde olsun, yüksek öğretimde olsun gençlerimiz hem batı, hem İslâm ve hem de Asya kültür, tarih ve felsefesini öğrenmelidir. Descartes’i bilen, ama Gazali’yi hiç duymamış bir Türk genci düşünülemez.

* Orta, lise ve yüksek okullarda Türk dünyası, karşılaştırmalı Türk lehçeleri, Türkî iller edebiyatları ve tarihleri, bugünkü toplumsal yapıları ve coğrafyalarını da içeren dersler konmalıdır. Yaz aylarında okullar, bu ülkelere öğrenci gezileri düzenlemeli, öğrenci, öğretmen alışverişi yapılmalıdır.

* Eğitim düzenimiz Türçeyi iyi bilen, batıyı da Asyayı da tanıyan, Avrupa dili olsun, Arapça, Farsça, Urdu dili veya Hintçe olsun, Japonca, Çince olsun, bir yabancı dili seçeceği mesleğe göre yeterince bilen kendisinin ve toplumun maddi ve manevi refahına katkıda bulunacak olan insanlar yetiştirmelidir.

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

28 Şubat sürüyor…


A+ | A-

28 Şubat’ın 13. yılında Başbakan Yardımcısı Arınç, “28 Şubat’ın üzerinden 10 yıldan fazla bir zaman geçti. O zamanki yetkili olduğunu söylediğiniz kişi ‘bin yıl sürecek’ dedi. Görüyorsunuz 10 yıl bile sürmedi” demiş. 28 Şubat sürecinin bittiğini iddia etmiş.

Arınç bununla da yetinmemiş; “Türkiye demokratikleşiyor, özgürleştiriyor; Avrupa Birliği standartlarında bir hukuk ve demokrasi standardını yakalıyor(!)” diye konuşmuş.

Oysa AB müzâkere sürecinde 32 başlıktan ancak 12 başlığı müzâkereye açabilen Türkiye, Hırvatistan’dan bile geri kalmasıyla, AB standartlarından daha çok uzak.

Zira son günlerin yoğun tartışmalarında resmen itiraf edilen başta “yeni demokratik anayasa” ve “yargı reformu”nun yapılmayışı olmak üzere, darbe devirlerinden ve 28 Şubat postmodern döneminden kalma yasaklar devam ediyor.

“Darbe anayasası”nın demokrasi dışı mihrakların vesâyetini daha da katmerleştiren uygulamalar yürürlükte. Siyasî iktidarın ilk ayında “Âcil Eylem Plânı”nda söz verdiği, her seçim beyannamesinde ve hükûmet programında tekrarladığı AB reformları, siyasetin demokratikleşmesi, demokratik eğitim, inanç ve ifâde hürriyeti hakkındaki düzenlemelerde ciddî bir adım atılmış değil.

16 Kasım 2002’de AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla millete deklâre edilen “Türkiye’nin âcilen hukuk devleti zeminine oturması için her türlü yasal düzenlemelerin yapılacağı, uygulamaların sıkı sıkıya takip edilip tedbirlerin alınacağı iyileştirmeler” yapılmış değil…

28 ŞUBAT DAYATMALARI DEVAM EDİYOR…

Bu çerçevede, “temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri çerçevesinde süratle yapılacaktır” sözünün üzerinden yıllar geçmiş.

“Bir yıllık süre zarfında; adaletin zamanında ve hızlı bir şekilde tesisi için adalet hizmetlerinde ve yargılama usûllerinde gerekli tüm değişiklikler süratle gerçekleştirilecektir” taahhüdü yedi yıldır hâlâ yerine getirilmemiş.

Türk Ceza Kanunu kısmen değiştirilmiş; lâkin düşünce ve ifâde hürriyetinde, eğitim özgürlüğünde, din eğitimi ve öğretiminde bir mesâfe alınamamış. “İlk ve orta öğretimde rehberlik etkin hale getirilerek meslekî ve teknik eğitime ağırlık verileceği, eğitimin önündeki her türlü engelin kaldırılacağı, üniversitelerin idarî ve akademik özerkliğe kavuşmalarının sağlanacağı ve Yüksek Öğretim Kurumu’nun yeniden yapılandırılacağı” vaadi verilmiş…

Lâkin başta Yükseköğretime dair Anayasa’nın 130. ve 131. maddeleri olmak üzere, milyonlarca meslek lisesi öğrencisini “katsayı haksızlığı”yla mağdur eden 45. maddenin yer aldığı Yükseköğretim Kanunu’nun “yeniden yapılandırılması” bir yana en âcil tâdilâtlar dahi yapılmamış.

Ceza Muhâkemeleri Usulü Kanunları yenilenmiş, ancak başta Anayasa’nın 145. maddesinde yer alan “askerî yargı” ile “sivil yargı” arasındaki yetki karmaşası olmak üzere, yargı birliği bir türlü sağlanamamış.

AB’nin demokratikleşme için şart koştuğu siyasî partiler ve seçim kanunu çıkarılmamış.

Kur’ân kuslarındaki “yaş yasağı”ndan başörtüsü yasağına, AKP’nin iktidara gelir gelmez düzelteceğini bildiriği“YÖK yasası”na yedi yıldır dokunulmamış.

“Demokrasiyi imha plânları” olan son yılların özellikle AKP hükûmetine yönelik “darbe teşebbüsleri” bir bir hesâba çekiliyor. Türkiye bir tek bu gündeme odaklanmış. Ne var ki daha önce “plânlanıp tatbik edilen”, demokrasiyi imhâ edeip katleden darbeler ve darbeciler hakkında hâlâ ciddî bir soruşturma açılmış değil.

Kısacası, 12 Eylül ihtilâlinin üzerinden otuz yıl geçmiş. “Darbe anayasası”ndan başlanarak her türlü antidemokratik dayatmalar duruyor. 28 Şubat postmodern darbesinin üzerinde on üç yıl geçtiği halde, hâlâ yasakları sürüyor…

“DARBE PLÂNLARI” VE “İÇ TEHDİT”

DURUYOR…

Darbelere “gerekçe” gösterilen “TSK İç Hizmet Kanunu 35. madde”den, darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan Anayasa’nın “geçici 15. madde”ye kadar, bütün antidemokratik tortular mevzuatta. 12 Eylül darbesinin, 28 Şubat sürecinin hukuk dışılığı icraatta.

“EMASYA protokolü” kaldırıldı ama aynı görevi gören İller Kanunu 11/d duruyor.

Halen “irtica”ın “iç tehdit” olarak yazıldığı, Cumhurbaşkanı Gül’ün “şart” dediği ve Erdoğan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu’nun 2005’te güncellediği “kırmızı kitap” MGSB halen işlevde. Hükûmetin onayladığı 28 Şubat konseptinden kalma “dış ve iç tehdid”e göre “jenerik seminerleri” yapılıyor, “harb oyunları” oynanıyor…

Ve şu garâbete bakınız hükûmet, hâlâ onaylayıp tatbikini istediği “belge”yi iptal etmiyor. Başbakan, bir tek “belge”nin “darbe hazırlığına âlet edilmesi”nin sorgulanmasını, “ileri demokrasinin ayak sesleri” olarak yorumluyor.

Bunu “standartları yüksek bir demokrasinin işaretleri” olarak görüyor. Peşinen de “darbe anayasası’nın ‘a’dan ‘z’ye değiştirilmeyeceğini, oldukça kısıtlı birkaç maddelik “ dar mini paket”le iktifa edileceği garâbetine düşüyor. O da “geçerse…” kaydıyla…

Yapılan, başarılan darbelerin hiçbiri hesâba çekilmemiş, sâdece darbe hazırlıklarının soruşturulmasıyla yetiniliyor; âdeta katil bırakılmış, cinâyete teşebbüs edenlerin sorgulanmasıyla kalınıyor.

Özetle, Arınç’ın iddia ettiği gibi 28 Şubat süreci bitmiş değil, devam ediyor…

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Rövanşı bırak, demokratlaşmaya bak


A+ | A-

“28 Şubat süreci bin yıl sürecek” diyen eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun sözlerini tekzip eden tarihî bir sürece şahitlik ediyoruz. Kendi askerini koruyamayan, sınırlarına sahip çıkamayan bir ordu fotoğrafını düzeltmek yerine sivil toplum kuruluşlarını, kendi vatandaşını fişleyen, Ayşe öğretmenin peruk takmasını bile hazmedemeyen, kendi meslektaşlarını sadece inançlarından ötürü sorgusuz sualsiz ordudan atan, akla ve vicdana sığmayacak bir çok kararın altına imza atan bir ordudan söz ediyoruz. İçinde yaşadığı toplumun değerleriyle çatışan, kendi insanının seçtiği meşrû bir iktidara karşı düşmancasına darbeler planlayan, bu milletin ordusu olmak yerine köhnemiş ideolojilerin ordusu olmayı tercih eden bir ordudan söz ediyoruz. Dönemin Genel Kurmay Başkanı elindeki silâhın gücüne güvenerek “28 Şubat bin yıl sürecek” derken mazlumların yazdığı tarihî bir gerçeği aklının ucundan bile geçirmemişti herhalde. “Küfr ile dünya durur, zulm ile durmaz.” Bugün gözaltına alınan, tutuklanan generaller şu sözü de ne güzel hatırlatıyor bize: “Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur.”

Lâkin, ordu bizim ordumuz… Vicdanın amir olduğu bir hukuk devletine doğru yol alırken ordu da kendi aslî görev sahasına çekilmesini bilmeli.

28 Şubat’ı bir daha dirilmemek üzere nisyan çukurlarına gömmek adalet üreten bir hukuk anlayışıyla mümkün olabilir. Bu sağlanamadığı takdirde 28 Şubat’ın bugün de devam eden, milleti derinden sarsan uygulamaları devam eder. Bugün hükümetin bazı üst düzey yöneticilerinin savunduğu gibi 28 Şubat tamamen sona erdirilebilmiş değildir. 28 Şubat yasakları ne yazık ki bugün de devam etmektedir. Generallerin gözaltına alınmaları ve sorgulanmaları, darbe heveslileri için bir yargı sürecinin başlamış olması her şeyin bittiği anlamına gelmemektedir. Siyaset kurumu da bundan sonra yapılması gereken hukukî düzenlemeleri yapacak iradeyi kendinde görmeli ve millete verdiği sözünü yerine getirmelidir.

Demokratikleşme açısından olumlu sayabileceğimiz bu süreçte, süreci baltalayacak bazı söylemlerin hükümet kanadından gelmesi ise Erbakanvari tavırların hükümet kanadında hâlâ etkin olduğunu göstermektedir. Meselâ, AKP’li bazı milletvekillerinin intikam çığırtkanlıkları yeni 28 Şubatları hortlatmaktan başka bir şeye hizmet etmez. “Onlar bizi kırk yıl fişledi, şimdi sıra bizde” yaklaşımları ya da “kanı bozuk”lu söylemler sanırım siyaset kitabının ahmaklıklar kısmında yer almaktadır. Her şey bir yana; dindarlık kimliğini siyaset sahnesinde kullanmaktan çekinmeyenlere, “Bu intikamcı söylemler Hz. Peygamber’in Taif macerasını bilenlere yakışıyor mu” diye sormazlar mı? Sormaktan öte statükonun devamı için bu sözleri kalkan olarak kullanmazlar mı?

Bu tür söylemler, “28 Şubat’ın rövanşı alınıyor” diyenlerin elini güçlendirir. “Demokratikleşme bahane, asıl amaç rejim düşmanlığı” diyenlerin safları sıklaştırmasına yol açar. İnsan haklarına, demokrasinin özüne, hukukun üstünlüğüne vurgu yapmayan söylemler bu tür geçiş dönemlerinde farklı tehlikelere işaret eder. Meselâ; böylesine intikamcı yaklaşımlara bir de Başbakanın köşe yazarları ile ilgili sansürcü yaklaşımları eklenirse, “askerî vesayetten, yargı vesayetinden kurtulurken acaba iktidarın hakimiyetindeki bir sivil vesayete doğru mu gidiyoruz” tartışmaları artar, demokratlık gösterileri havada kalır. Demokratlık başka bir şey işte…

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Şili depremi: Fiilî duâ kabul edilince!


A+ | A-

Şili depremi dünyayı salladı. Son yüzyılın beşinci en büyük depremi, 8.8 ile ve kırkbeş saniyelik süresiyle Şili’yi ve bir çok komşu ülkeyi sarstı. Kulakları sağır eden bir yer gürültüsüyle kıvranan yerkabuğu üzerindekini atmaya çalışan vahşi at gibiydi. Sarsıntı durduğunda caddelerde dumanlar yükseliyor, insanların çığlıkları karanlıkları deliyordu. Bu manzara çok tanıdık geliyor değil mi?

Büyük bir depremdi yaşanan. Ama burada bu devasa depremin yaptığı hasardan değil, yapmadığı hasar ve sınırlı can kaybından söz etmek istiyoruz.

17 Ağustos 1999 depreminde 7,4’lük şiddetine rağmen resmi rakamlara göre 18 bine yakın insan hayatını kaybetti Gölcük depreminde. Şili’yi vuran deprem ise bundan yaklaşık 500 kat daha şiddetli. Ama can kaybı şu ana kadar bin civarında kaldı. Hem de 15 milyon insanın etkilendiği bir depremde. Binaların bir kısmının çatıları çöktü, tarihi binalardan yıkılanlar oldu, yollar ve köprüler çöktü; ama can kaybı sınırlıydı.

Peki neden?

Çünkü Şili 1960 yılında ölçülebilen tarihin en büyük depremini yaşamıştı: 9,5. Bu da yetmemiş sonrasında 30 metrelik dalgalar üreten tsunamiyi yaşamıştı. Üç binden fazla kişi hayatını kaybetmişti. Buna yanardağ patlaması da eklenmişti.

İşte Şili bundan dersini almıştı. Binalar yeniden inşa ederken, az katlı ve depreme dayanıklı inşa edilmişti. Hem de devlet desteğiyle binlerce depreme dayanıklı ucuz ev inşası gerçekleştirilmişti. İnsanlar tedbirliydi. Halk sürekli olarak bilgilendiriliyor, başka yerlerde anormal gelebilecek, deprem çantası taşımak gibi önlemler burada norm haline getiriliyordu. Okullarda deprem tatbikatları artık zorunlu müfredat konularıydı.

Bütün bunlar 8,8 şiddetindeki ağır bir depremde bile insanların hayatta kalmalarını sağladı.

Devletin olay sonrası müdahalesi çok hızlı oldu. Çünkü bu tür durumlar için her an güncellenen bir acil durum planı vardı. depremden birkaç saat sonrasından itibaren devlet başkanı Michelle Bachelet, dakika dakika durumu izliyor ve basına bilgi veriyordu. Acil durum planı hayata geçirilmiş, ekipler çalışmaya anında başlamıştı. Devletin başındakilerin bile ancak ertesi gün telefonla ulaşabildiği Gölcük depremiyle kıyaslamak bile mümkün değil olanları.

Kısacası Şilililer deprem ikazından ders almış, yenilerine hazırlanmıştı. Devlet ve millet üzerine düşeni yapmış, sağlam binalar ve altyapılar inşa etmiş, halkını eğitmiş, özel sektör yatırımını depreme göre yapmıştı.

İstanbul için aynı şeyi söyleyebilir misiniz?

1999 depreminden bu yana yaklaşık onbir yıl geçti. İstanbul beklenen—hatta iki fayın birlikte kırılması halinde 7,7’yi bulabileceği söylenen—Marmara depremine hazır mı? Bırakınız eski ve riskli binaların yıkılıp yenilenmesini, yeni yapılan binalar böyle bir depreme dayanıklı mı? Sizin oturduğunuz ev ne kadar dayanıklı biliyor musunuz? Tedbir almanın en önemli fiili dua olduğunu bildiğimiz halde, çoğumuz bir sürü bahaneyle—geçim derdi, imkânsızlık gibi geçerli sebeplerle bile olsa—çürük, çoğu kaçak evlerde oturuyoruz.

Telâfi edilebilecekken halen hiç dokunulmayan birkaç sorunu sıralayalım:

-Deprem esnasında patlayarak büyük yangınlar doğurabilecek, mahallelerin arasına serpiştirilmiş tüpçüler, kozmetik depoları, kimyasal fabrikaları, hatta benzin istasyonları halen yerinde duruyor.

-Belediyeler halen bina bazında zemin etüdleri yaparak en riskli bölgeleri yenileştirme yoluna gitmediler. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Değerlendirmesine ilişkin master plan çalışması yaptı. Özellikle Zeytinburnu’nda bir çok yüksek riskli bina belirlendi. Peki sonuç? Hemen hemen hepsi yerinde.

-Kaymakamlıkların paslı kilitli afet yönetim merkezlerinde kimse çalışmıyor ya da çalışan varsa bile, o ilçede bir deprem olduğunda ne yapılacağı somut olarak planlanmıyor.

-Kamu binaları güçlendirilmeye devam ediliyor. Peki büyük bir tahribat yapacağı tahmin edilen bir depremde bu binalara kapanan yollardan nasıl ulaşılacak? Peki ya köprüler ve viyadükler? Hâlâ güçlendirilmeleri devam ediyor.

-Vatandaş deprem konusunu çoktan unutmuş durumda. Deprem çantaları atıldı, acil durum odaları kaldırıldı. Ve ne yazık ki Ceza Kanunu’na girmiş olmasına rağmen, hâlâ kaçak binalar ya da katlar yapılmaya devam ediliyor.

Velhasıl Şilililer depremden ders aldılar ve Cenab-ı Hak fiilî dualarını kabul edip, canlarını bağışladı. Biz ise; fiilî dua olmaksızın, kavlî duaya sığınıp, çürük binalarda ve sağlıksız şehirlerde oturmaya devam ediyoruz. Sizce hangi yöntem daha doğru?

02.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine asker ve yargı


A+ | A-

Geçen hafta, demokrasimizin en sancılı iki alanında yeni kriz dalgalarının zirve yaptığı ve buna paralel olarak çözüm arayışlarının da, yaşanan gerilimlerle iç içe geçmiş olarak yoğunlaştığı hararetli günler yaşadık.

Balyoz planına yönelik soruşturma çerçevesinde bazı eski kuvvet ve ordu komutanlarının gözaltına alınması, Genelkurmay’da yapılan ve “Darbe hazırlığı mı?” diye sordurup “Komutanlar istifa edecek” iddialarına yol açan “or”lar toplantısı, ardından Köşkte Başbakan ve Genelkurmay Başkanı ile bir araya gelen Cumhurbaşkanının “Sorunlar demokrasi içinde çözülecek, kurumlar yıpratılmasın, herkes sorumlu davransın” mesajları içeren bir açıklama yapması, bu iki alandan biri olan askerî cenahtaki gelişmelerdi.

Bazı TV kanallarının günlerce Genelkurmay önünden içi boş ve düzeysiz canlı yayınlarla “Bakın, ışıklar hâlâ yanıyor” diye kopardıkları yaygara ise, en azından bir kısım basının eski alışkanlıklardan hâlâ kopamadığının yeni bir örneğiydi.

Genelkurmay toplantısının arkaplanına dair sızan bilgiler doğruysa, toplantı Başbuğ’un inisiyatifi ile yapılmış. Bazı yorumlara göre, bu, Başbuğ'un orduda duruma hakim olduğuna işaret .

Karargâhta toplanan orgenerallerin içinde, Ergenekon sürecinde veya gündemdeki “plan”larda adları geçen ya da savcılıkça ifadeye davet edilen bazı kişilerin varlığı, dikkatleri çeken bir nokta.

“Artık darbe yapamıyoruz, bari istifa edelim” mantığının ürünü gibi gözüken “istifa” lâflarının nereden kaynaklandığı da önemli bir soru işareti.

Peki, toplantı sonrasındaki gelişmeler?

Hava ve Deniz Kuvvetleri eski Komutanlarının, dört günlük gözaltı sonrası savcılık tarafından mahkemeye dahi çıkarılmadan serbest bırakılması, ister istemez karargâhtaki toplantıyla da irtibatlandırıldı. Çetin Doğan’ın tutuklanması ise bu irtibatı kısmen de olsa zayıflatırken, “Perde gerisi pazarlıklar mı var?” sualine de kapı araladı.

Özden Örnek’in “Amirallerim tutuklanırken ben nasıl serbest kalacağım?” sözü de, aylar önce Mustafa Balbay’ın sorduğu “Ben buradayım, komutanlar nerede?” sualinde kendisini gösteren “çifte standart” kuşkusunu gündeme taşıdı.

Aynı iddialarla suçlananlardan “üstler” serbest kalırken “astlar”ın tutuklanması, “Ergenekon’un da zencileri var” dedirten bu şüpheyi besliyor.

Son gelişmelerin gölgede bıraktığı Erzincan-Erzurum odaklı yargı krizinde, hükümet katkısıyla gerçekleşen HSYK operasyonu ve yetkileri alınan savcının dosyayı son dakikada İstanbul’a gönderme atraksiyonunun akim kalması sonrasında, evvelce ifadeye çağrılan 3. Ordu Komutanı için sürecin devam edip etmeyeceği belirsiz.

Ve son gelişmeler üzerine yine gündemin ilk sırasına taşınan yargı reformu bahsinde, Gül’ün devreye girmesiyle ilgili kurumlar arasında hızlanan görüşme trafiğinden ne çıkacağı da meçhul.

Yapılan açıklamalara bakılırsa, bu alanda herkes reformdan yana, Ama kendi istediği şekilde.

Hükümet, “AYM ve HSYK’ya üye seçimlerinde Meclis de devreye girmeli” ısrarını korurken, buna karşı çıkan yüksek yargı organları, yargı bağımsızlığının şartını Adalet Bakanıyla müsteşarının HSYK’dan çıkarılması olarak görüyorlar.

AYM Başkanı ise, diğer sıcak gelişmelerin arasında kaynayıp giden mesajlarında, reformun iş bu noktaya gelmeden çok önce yapılması gerektiğini belirterek hükümete, ideolojik tavrını yargı bağımsızlığına sığınarak sürdürmeyi “hukuk ahlâkına yakışmayan bir onursuzluk” olarak nitelemek suretiyle de mâlûm zihniyete yükleniyor.

Ve gelinen noktada hükümet üyeleri, beş yılı aşkındır “unuttukları” AB müktesebatını hatırlayarak, çözümün AB standart, norm ve uygulamalarında olduğunu belirten sözler söylüyorlar.

Bu hengâmda, Atalay hakkındaki gensoru oylanırken AKP grubunun verdiği ciddî fire, yargı reformunu içeren bir anayasa paketi için, Mecliste, referanduma götürmeye yeterli sayının bulunup bulunamayacağı şüphesini güçlendiriyor.

02.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım