05 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin EREN

Taksitle satılmak


A+ | A-

Tüketim tekerliğini hızla döndürerek cepleri delen kredi kartlarını ne derece sorguluyoruz? Uzak ihtiyacı taksitlere bölerek hazır hâle getirmesi gerçekten hayatı zorlaştırmıyor mu?

Ödemede zorlanma, vaktini ona tahsis etme, meşguliyeti arttırarak zihin karıştırma; kartların en masumundan zararları. Ya gününde ödenmezse?

Gününde ödenirse bir şey olmaz; akıl kabul etse de kalp kabul ediyor mu bu çelişkiyi?

Diyelim ki en basitinden bir mal almak istedik, satıcı ile aramıza, banka kredi kartı ile giriyor; hem satandan hem alandan kazanç sağlıyor. Faiz müessesesine kazanç sağlanmış olmuyor mu böylelikle?

Bir malı peşin aldığında şu gün şu ödeme vardı diye düşünülmüyor; her ay banka kapısı aşındırılarak yeni kampanyalara muhatap olunmuş olmuyor, şu kadar harcamaya şu kadar bedava gibi reklâmlar dinlenilmiyor.

Cüzdan sınırlarını aşan harcama, kanaat ve iktisat duvarlarını yıkmıyor mu? Peşine 24 ay taksit, tûl-i emel rüzgârlarında savrulmak değil mi?

Sinsice ceplerimize giren kartlar habersizce bizi satın alıyor; TV’lerin bizi uzaktan kumanda etmesi gibi. Paramız, zamanımız, enerjimiz, zihnimiz, düşüncemiz; taksit katarına bindirilerek bizden uzaklaştırılıyor. AVM’lerde vitrin seyrederek gezmekten, gezdirilmekten avare oluyoruz.

Mahalle arasındaki bakkal bile kocaman “kredi kartı geçerlidir” yazıyorsa kaçacak yer var mı? Eynel mefer?

Bu ekonomik sistemde sosyal bir gerçeklik deyip de teslim olunuyorsa diyeceğimiz ne olabilir ki? Önce asgarî ödeme tutarı ödeme, sonra ihbarnâme?… Bozulan moraller, boş yere harcanan duygular, işgal edilerek satın alınmış düşünceler…

Bir zamanlar bankanın olduğu sokaktan geçilmezken, bugün bankasız sokak neredeyse kalmadığı gibi kartsız cüzdan da az kaldı. Gidiş nereye?

Tesettür emri açık ve netken onu konuşmuyor da “başörtünün” yasaklanmasından dem vuruyoruz; sineler sarılmış, kavramlar karıştırılmış, kartlarla kuşatılmışız. Duru bir zihin, sakin bir gönül olmasın da sağlıklı düşünmeyelim diye bütün bu gürültüler.

Kendimize kaçmak, kalbimize aklımızla hicret etmedikçe öz yurdumuzda sürgün yaşantıya devam edeceğimize benziyor. Nereye sığınacağız?

Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden kavram kargaşasından, kart kuşatmasından kaçabildiğimiz kadar kaçacağız; uyarıcı eserlere daha fazla sarılarak, daha çok istiâze ve istiğfar ederek.

Hayatın taksiti yok, bir kullanımlık ve de bize peşin olarak verilmiş. 36 ay yaşayacağına dair senedin var mı ki 36 aylık taksite giriyorsun.

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Medrese yasak; camiler satışta


A+ | A-

Başbakan R, Tayyip Erdoğan'ın özellikle son günlerde İsmet Paşaya yüklenmesi, Halk Partilileri çileden çıkarıyor. Öfkeden küplere biniyorlar. Hop oturup hop kalkıyorlar.

Ancak, yine de oturaklı bir cevap veremiyorlar. Söyledikleriyle inandırıcı olamıyorlar. Adeta çırpındıkça batıyorlar.

Zira, Erdoğan'ın İsmet Paşa hakkında söylediği şeyler doğru. Hatta, az bile...

Gerçek şu ki: Paşa, kendini "Millî Şef" diye ilân ettirmiş, bal gibi diktatörlük yapmış, muhaliflerini ezmiş, taraftarlarını kayırmış, camileri satışa çıkarmış, mülkiyetini şahıslara peşkeş çekmiş, tek parti devrinin en uzun süreli (12 yıl) Başbakanı olmuş, vesaire...

Dolayısıyla, Erdoğan, İnönü hakkında ne dese eksik kalır, ne söylese az gelir.

Paşanın taraftarları istediği kadar kızıp köpürsünler, istediği kadar küplere binsinler; yaşanmış gerçekleri asla değiştiremezler. Dahası, öfkeyle kalktıkça zararla otururlar... Sessiz kalmaları ve söylenenleri içine sindirmeleri en doğrusu.

Zevkten dört köşe olanlar

Bu arada, CHP'lilerin sinir küpü olduğunu gören AKP'liler de, zevkten adeta dört köşe oluyorlar.

Sevinmelerinin sebebi şu: Liderleri Erdoğan, M. Kemal üzerinden habire İsmet Paşayı vuruyor: "Atatürk iyi, İsmet kötü", hatta "M. Kemal dine yakın, İsmet Paşa ise dinden uzak" demeye getiriyor.

Meselâ, evvelki gün sarf ettiği şu sözler, bu yaklaşım tarzının en açık bir delili: "Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün İsmet İnönü'ye yazdığı o mektuptaki o incelik var ya... Ah ah! O mektubu iyi incelemek lâzım. Teferruatına girmeyeceğim. Hani diyor ya: 'O camiler, kervansaraylar askerlerden boşaltılsın...' Sadece o değil, orada daha başka şeyler de var. Onu eğer incelersek, araştırırsak onların içinde nelerin olduğunu görürüz. O tarihî eserlerimiz ahır olarak kullanılıyordu."

İşte biz de bu konuyu inceleyip araştırdık ve son derece çarpıcı bazı gerçeklerle yüzyüze geldik.

Bizi Sayın Erdoğan'la bilhassa M. Kemal hakkında neredeyse yüz seksen derece farklı düşünmeye sevk eden o dönemin tarihî ve mânevî gerçeklerini burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Şöyle ki:

Tarih: 19 Şubat 1931.

M. Kemal, Adana'dan Konya'ya gelmiş, burada bazı incelemelerde bulunuyor.

Aynı gün, Başbakan İsmet Paşaya "âcil ve mühim" koduyla gönderdiği telgrafta özetle şunları söylüyor:

1) İstanbul’dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir. Ancak, ihmaller yüzünden harap hale gelmiş bu eserlerin muhafazaları için, hariçte (Avrupa'da) tahsile gönderilecek uzmanlara ihtiyaç vardır.

2) Konya'da, asırlarca süren ihmaller sebebiyle harabeye dönen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki şaheserleri sayılacak kıymette bazı binalar vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Camii, Sahipata Medrese, Cami ve Türbesi... derhal ve âcilen tamire muhtaçtır. Bu âbidelerin, evvelâ asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kâffesinin mütehassıs zevât nezaretiyle tamirinin temin buyurulmasını ricâ ederim.

Gazi M. Kemal

İşte bu tarihî vak'ayı hatırlatan Başbakan Erdoğan, günümüz insanlarına esasında şu mesajları vermek istiyor: "M. Kemal, harabeye dönen ve bir kısmı ahır olarak kullanılan camilerin, mescidlerin, medreselerin, kervansarayların içlerinin boşaltılarak restore edilmesini istemiş. İsmet Paşa ise, hiç oralı olmamış ve bu isteğe kulak asmamış. Çünkü, İsmet Paşa dine muhalif, Atatürk ise dindar. Atatürk'ün isteğini, 75 yıl sonra biz yerine getirdik..."

Evet, sayın Erdoğan'ın özellikle nazara vermek istediği mesaj, aşağı–yukarı bundan ibarettir.

Ne var ki, işin doğrusu ve hakikatin mahiyeti bu mesajdan ibaret değildir.

Hatta, verilmek istenen bu mesajla, hakikatin çehresi tersyüz edildiği dahi söylenebilir. İşte buna dair gerekçelerimiz:

1) M. Kemal, "mühim" bir işin "âcilen" yapılmasını isteyecek de, İsmet Paşa bunu yapmayacak, hiç oralı olmayacak, öyle mi? Hem de 1931 senesinde...

Böyle bir safsataya kim inanır? Hangi vukufiyetsiz, muhakemesiz kişi buna inanır, yahut ihtimal verir?

İsmet Paşa, tâ 1937'ye kadar, M. Kemal'in "âcil ve mühim" dediği hangi işi savsaklamış? Hangi meseleyi kulak ardı etmiş? Hangi ilke ve inkılâbın tatbikinden geri durmuş?

Dahası, Şeyh Said Hadisesi ile başlayan, Menemen'le devam edip Dersim Harekâtıyla noktalanan o yüz bin başların gitmesi sürecini İsmet Paşa tek başına mı yönetti? Kendisi muharrik–i bizzat mıydı? Yoksa, kendisine emredileni mi yapıyordu?

M. Kemal'in korkusundan titreyen, ödü kopan İsmet'in, cami, mâbet ve hatta ibadet meselesinde Atatürk'ün emir ve iradesinin dışında hareket ettiğini söylemek kadar abes bir iddia olamaz.

2) M. Kemal'in İsmet'e gönderdiği telgrafta cami ve medreselerden söz etmesi, bu eserlerin mâbed ve medrese olarak kullanılması anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Buna inanmak, saflığın da ötesinde birşeydir.

Zira, o yıllarda tamir edilen veya ibadete açılan birtek cami yoktur. Gösterilemez... Tam aksine, binlerce cami resmî ilânlarla satışa çıkarılmış ve 1926'dan başlamak üzere bunlardan en az 3000 adedi şahıslara satılmıştır. (Bkz: Dr. Nazif Öztürk; "Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi" isimli kitap.)

3) Medreseler, 1924'te çıkarılan bir kànunla zaten yasaklanmış olduğundan, eski medreselerin yeniden aynı maksatla ihya edilmesi söz konusu dahi değildir.

Dolayısıyla, telgrafta ismi zikredilen medrese ve sair mâbedler, yapılış maksadı için değil, müze yapılmaları gayesiyle tabir edilmeleri istenmiştir.

4) Türkiye'de acaba hangi cami "fethin sembolü" Ayasofya ile mukayese edilebilir?

Ayasofya'nın mâbed olmaktan çıkarılarak müze haline getirilmesi, acaba tek başına İsmet Paşanın mârifeti midir?

Yoksa, İsmet Paşa ve kabinesi, M. Kemal'in emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek mi Ayasofya'nın mukadderatını değiştirdi? (1935)

Evet, Ayasofya'nın melûl–mahzûn durumu, bu tür konularda en büyük, en bâriz, en çarpıcı örnektir. Bunu nazara almadan, yahut bundan tegafül ederek ahkâm kesen kimselerin söylediklerine hiç itibar edilir mi?

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Peygamber öğretilerinin muhteşem meyveleri


A+ | A-

Peygamberlerin gönderilmesinin hikmetleri, hayata ve insanlığa kazandırdıkları maddî mânevî güzellikler sıralamakla tükenmez. Ancak birkaç maddede özetlemek gerekirse şu hususlar nazara verilebilir:

• İnsanın yaratılış ve dünyaya gönderilişinin en büyük gaye ve hikmetini öğrettiler.

• İnsanın hayatî sorularına cevap verdiler: “Ben kimim, sahibim kim? Beni bu dünyaya kim, ne için gönderdi, benden ne istemektedir? Nereden gelip nereye gidiyorum?” Ayrıca âfâkî tefekkür anlamında “Bu kâinatın yaratılışının sırrı, hikmeti nedir? Etrafımda gördüğüm canlı cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar, yer, gök niçin yaratılmışlardır? Kâinatın sonu ne olacaktır? ‘Ölüm’ denen şey nedir? Tekrar dirilecek miyiz?” gibi soruların da cevabını verdiler.

• Fert, aile ve toplumu terbiye edip, mutlu ve müreffeh bir hayat geçirmelerini sağladılar. • Herkesin rolünü belirleyip muhabbet ve adaleti tesis ettiler.

• İnsanların Allah’a karşı olan itiraz yolunu kapattılar: “Biz insanlara, cennetle müjdeleyip cehennemden sakındıran peygamber gönderdik—tâ ki kendilerine peygamberler geldikten sonra insanların Allah karşısında bir bahaneleri kalmasın...”35

• Maneviyât cephesinde olduğu gibi, maddi cihetten de insanlara rehber, önder ve üstat oldular.

• Bediüzzaman’ın orijinal ifade ve tesbitleriyle, “insandaki hayır ve kemâlâtın esası, insanlık âleminin kutup ve mihveri olan nübüvvet, evliya, asfiya, müdakkikleri, ağniyâ gibi sehavet ve keremdarları, adil hâkimleri ve melek gibi melikleri yetiştirdiler.”36

• İnsanların ihtilâfa düştüğü konularda hakka dâvet edip, Allah’ın rahmetini müjdeleyip azabından sakındırdıkları, bir âyette şöyle belirtilir:

“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra ihtilâfa düşüp haktan ayrılınca, Allah onlara, rahmetiyle müjdeleyip azabından sakındıran peygamberler gönderdi.”37

• İnsanları kirlerden temizlediler ve aydınlattılar: “Kendi içinizden bir peygamber gönderdik ki, size âyetlerimizi okur, sizi inkâr ve günah kirlerinden temizler; size Kur’ân’ı, kâinatın gayesini, sırlarını ve daha bilmediğiniz nice şeyleri öğretir.”38

• Peygamberler, ilmi, hikmeti, yani tabiat kanunlarını ders verdiler: “Gerçekten Allah, mü'minler içinden bir peygamber göndermekle bir nimet bağışladı ki, onlara Allah’ın âyetlerini okur, onları günahlardan temizleyip hayra sevk eder. Onlara Allah’ın Kitabı’nı, hikmeti ve Sünnet’i öğretir. Yoksa onlar apaçık bir sapıklık içindeydi.”39

• Peygamberler, insanlık âleminden karamsarlığı, ümitsizliği, bunalımların tedavi şeklini gösterdi; hayatları zindana dönmekten kurtardı.

Dipnotlar:

35. Kur’ân, Nisâ, 165.

36. Lem’alar, s. 130.

37. Kur’ân, Bakara, 213.

38. ags., 151.

39. Âl-i İmrân, 164.

05.05.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bid’at sünnetin zıttıdır


A+ | A-

Abdurrahim Bey: “Bid’at nedir? Bid’at-ı hasene ve seyyie var mıdır? İbâdet maksadı ile yapılan, fakat Hazret-i Peygamber’in (asm) yapmadığı amelleri-ibâdetleri Allah kabul etmez mi? Çünkü Allah, Hazret-i Peygamber’in (asm) o şekildeki yaşantısından râzıdır? Üstadın Ramazanda câmilere girdiğini söylediği bid’atler nelerdir?”

İslâmiyet son dindir. Göndericisi Cenâb-ı Allah’tır. Tebliğcisi Hazret-i Muhammed’dir (asm). Farz, vâcip, sünnet ve müstehap bütün esasları vahiy ürünüdür, Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) nübüvvet nazarından geçmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) hayattayken tamamlanmış, kemâle erdirilmiş bir dindir.

Bid’at, lügatte, sonradan ortaya çıkan şey, dînin aslında olmayan yeni icat, dinden olmayıp dindenmiş gibi gösterilmek istenen yeni buluş, sonradan türeyen dînî anlayış demektir. Dînî bir terim olarak bid’at, Hazret-i Peygamber (asm) ve onun ashabından sonra ortaya çıkan ve aslı dîne dayanmadığı halde dînî bir çerçeve içinde sunulan yeni yaklaşımlar ve yeni âdetlerdir.

Bid’at, sünnetin zıttıdır. Resûl-i Ekrem’den (asm) ve onun ashabından sahih olarak rivâyet edilen her şey sünnet kapsamındadır. Bid’ate lüzum yoktur. Çünkü sünnet vardır, sünnet boşluk bırakmamıştır, bütün yeni durumları da sünnet zaptetmiştir. Çünkü bu din eksik bırakılmamış, tamamlanmıştır. Zaten eksik bırakılmış olsaydı, yine beşer aklıyla değil, vahiyle tamamlanacaktı. Vahiy bu dini tamamladığına göre, beşer aklına yeni icatla ilgili bir mesele bırakılmamıştır.

İçtihat bid’at değildir, sünnettir. Çünkü içtihat, yeni durumlara Kur’ân ve Sünnetten çözümler bulmaktan ibârettir. Dinle doğrudan ilgisi olmayan teknik araç gereçlerin de bid’atle ilgisi yoktur. Meselâ hacca deve ile gitmek yerine uçak ile gitmek bid’at değildir. Ezan okuyan kimsenin veya camide imamın veya müezzinin hoparlör kullanması bid’at değildir. Teypten Kur’ân-ı Kerim dinlemek bid’at değildir. Câmiye otomobil ile gitmek bid’ât değildir. İnternet ortamında dîni tebliğ etmek bid’at değildir. Yemekte kaşık, çatal ve bıçak kullanmak bid’at değildir. Bunların hepsi teknik araç ve gereçlerden ibârettir. Bunlarda dînin özüne ve aslına dokunulmuyor.

Bedîüzzaman’ın tanımıyla bid’at, ahkâm-ı ubûdiyette yeni icatlar çıkarmaktır. Kur’ân’ın, “Bu gün size dininizi kemâle erdirdim”1 sırrı ile çeliştiği için İslâmiyette bid’at reddedilmiştir. Çünkü bu âyette, İslâmiyetin Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) risâletiyle birlikte kemâle erdiği bildiriliyor. Bid’at ise bu esasa zıttır.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye—onların sevabından hiçbir şey eksiltilmeden—sevap verilir. Kim de Allah’ın ve Resûlü’nün rızâsına uygun düşmeyen bir kötü bid’at icat ederse, onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye—onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden—günah yükletilir.”2 Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Her bid’at dalâlettir. Her dalâlet ateştedir”3 buyurmuştur.

İslâm bilginleri bidati iki grupta incelemişlerdir: 1- Bid’at-i seyyie, 2- Bid’at-i hasene.

1- Bid’at-i seyyie: Kötü ve zararlı olduğunda şüphe olmayan bid’atlerdir. Meselâ ezanı aslından değil de, Türkçe veya başka bir dilde okumak bid’at-i seyyiedir. Üstad Hazretlerinin o dönemde câmilere girdiğini söylediği bid’atler ezanın Türkçe okunması gibi İslâm dîninin ibâdetlerini değiştirme ve ibâdette yeni usul getirme girişimleridir. Kezâ türbeleri ziyâret esnasında kabir ziyâreti ile izah edilemeyecek şekilde türbelere horoz adamak, türbelerde mum yakmak, dilek dilemek... vs. bid’at-i seyyieye örnek olarak verilebilir.

2- Bid’at-ı hasene: Kötü ve zararlı olmadığı düşünülen bid’atlerdir. Ölenin ardından dînî bir heyecanla mevlit merâsimi düzenlemek, ölenin ardından kırkıncı gün, elli ikinci gün... vs düzenleyerek bu günlerde dînî toplantılar yapmak, ölenin bedenî ve mali ibâdet borçlarını para çevirmekle düşürmeyi amaçlayan ıskat ve devir gibi uygulamalara bid’at-i hasene denmiştir.

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi: 3.

2- Tirmizî, İlim, 2817.

3- Beyhâkî, Sünen, 3/213, 214.

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Yargısız infaz


A+ | A-

Amerika’da siyahîlerin bir zamanlar yoğun bir şekilde hissettiği baskıyı bugün dünyada hissetmeyenimiz yok. Kimileyin bir başörtülü, burkalı olarak kimileyin bir Filistinli, Iraklı… Bazen Afrika’da veya Asya’da doğduğumuz için dışlanıyoruz, bazen de kadın, erkek veya çocuk olduğumuz için... Görülen bu reva yüzünden sokaklarda, otobüslerde, üniversitelerde, resmî dairelerde keyfi uygulamaların esiri olurken tenimin simsiyah kesildiğini hissediyorum.

Bizler, insanları anlamak için stereotipler oluşturup, her birini bir kategori üzerinden değerlendirmeye alışmışızdır. Her daim ezilmişizdir ve intikamımızı almak üzere de ezmişizdir. İnanç ve eylemleri bizimkilerden farklı olan insanları kolayca dışlayabilir; daha da ileri giderek kötü bir insan oldukları iddiasında bile bulunabiliriz. Kendimizden daha alt tabakaya mensup ilân ederiz onları, hem de hiç canımız yanmadan, vicdanımız sızlanmadan.

Tam bu noktada Jane Elliot’un bugün bile çok tartışılan deneyi imdadıma yetişiyor. Jane Elliot, Iowa’da bir ilkokul öğretmeniydi. Hepsi kırsal kesimden beyaz Hıristiyan olan öğrencilerinin çok korunaklı bir ömür sürdüklerini ve dünyadan bihaber yaşadıklarını düşündüğü için onlara önyargı ve ayrımcılığın nasıl bir şey olduğunu, bizzat yaşatarak öğretmeye karar verdi. Amacını gerçekleştirmek üzere sınıfını göz rengi esasına dayalı olarak ikiye böldü; mavi ve kahverengi gözlüler… Mavi gözlü çocuklar kahverengi gözlü çocuklara göre daha üstündü; bu çocuklar daha zeki, daha şirin, daha güvenilirdi. Kahverengi gözlü çocuklardan özel atkılar giymelerini, böylece daha alt grubun bir üyesi olarak hemen tanınmalarının mümkün olacağını söyledi. Elliot, mavi gözlü çocuklara bazı imtiyazlar tanıdı; onlar teneffüslerde daha uzun süre oynayabiliyor, kafeteryada ilâve yemek alabiliyor, sınıfta da övülüyorlardı. Saatler içinde öğretmen sınıfında önyargılı bir toplum mikrokozmosu oluşturmuştu. Önceden birbiriyle samimî olan, çok iyi geçinen çocuklar gitmiş yerine birbirine iyi gözle bakmayan, düşman iki rakip grup gelmişti. “Üstün” mavi gözlü çocuklar kahverengi gözlü çocuklarla alay ediyor, onlarla oynamayı reddediyor, onları öğretmene şikâyet ediyor, onlar için yeni kısıtlama ve yasaklar getirilmesini istiyor. “Aşağı” kahverengi gözlü çocuklar sıkılgan, üzgün ve mutsuz olmuşlardı. O gün ders başarıları da düşmüştü. Ertesi gün öğretmen, göz rengiyle ilgili stereotipleri değiştirmeye karar verdi. Korkunç bir hata yaptığını, aslında üstün olanların kahverengi gözlü çocuklar olduğunu söyledi ve atkıları mavi gözlü çocukların takmasını istedi. İşler tersine döndüğünde kahverengi gözlüler büyük bir şevkle intikam aldı. Üçüncü gün akıllı öğretmen Jane Elliot öğrencilere bunun bir oyun olduğunu söyleyerek, önyargılı olmanın ve ayrımcılık yapmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu izah etti.

Jane Elliot’un öğrencileri şanslıydılar. Böylesi zeki ve demokrat bir öğretmenin yaklaşımı sayesinde hayatı algılayış açıları olumlu bir yönde değişmişti. Öğretmen ahlâkî bir değer olarak bu anlayışı onların zihinlerine yerleştirirken farkında olmadan Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’nde dile getirdiği tavsiye ve tembihleri öğretmişti. Ne diyordu Peygamberimiz?(asm) “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.”

Ne çabuk unuttuk, ne çabuk sırtımızı döndük ve kendi bildiklerimizi okuyarak buzdan ve kardan bir çölün içinde kaybolduk. Hepimiz direnişsizliğin sefil havarisi kesilirken yüreğimizin sesini susturduk. Ve biz birer kaybeden olduk…

Kaybetmeyenler mi? Eminim ki, siz onları çok yakından tanıyorsunuz!

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

En büyük cömertlik kabul etmektir


A+ | A-

En büyük cömertlik nedir? Karşımızdaki kişiye verebileceğimiz en değerli duygu nedir? Ya da hayatımız boyunca yaşadığımız bütün ilişkilerde aslında hep ihtiyacımız olan, hep aradığımız şey ….?

İnsanlar arasındaki ilişkiler, bilinenin aksine çok daha farklı temellere dayanır. Gerçekten neye ihtiyacımız olduğunu ya da aslında neyi almak için savaştığımızı, ancak yıllar sonra anlarız. Duygusal ihtiyaçlarımız, biz fark etmeden davranışlarımızı yönlendirir. Ailedeki ilk ilişkiler, kaçıncı çocuk olduğumuz, sevilip sevilmediğimiz hayatımız boyunca adeta peşimizi bırakmayan bir sır gibi takip eder bizi. Adını, yurdunu bilmediğimiz, varlığını; içimizdeki garip duygudan fark ettiğimiz bir yabancı gibi bilinçaltımıza yerleşir. Her ne zaman içimizdeki boşluk ağrımaya başlasa, onu dindirmeye, susturmaya ve doyurmaya çalışırız bir şekilde…

Bu boşlukların en büyüğü de, olduğu gibi kabul edilmemenin verdiği acıdır. Yaratılışındaki farklılıklar ve mizacındaki sana özel olanların fark edilmeyip, kabul edilmeyip, değiştirilmeye çalışılması insanı yorar ve üzer. Yaşama hevesini kırar. Bütün hayatını bu kaybı bulmakla geçirirsin. Çocukken verilmemiş değerli olma duygusu ileriki yaşlarda kendini pahalıya satar. Önce içindeki kocaman boşluğun adını bulmaya çalışırsın. Sonra da ilâcını ararsın.

Sevilmiş ve kabul edilerek büyütülmüş insanların bakışları bile farklıdır. Nezaketli bir özgüvenin sahibi olurlar. Değer verilmiş ve sevilmiş olmanın artılarıyla başlarlar hayata. Karşılaştıkları engellerden ve düştükleri kuyulardan daha kolay çıkarlar, daha az yara alırlar.

İnsanoğlu çoğunlukla sevgi konusunda bencildir. Olduğu gibi sevmek riskini yaşamak istemez… “İstediğim, hayal ettiğim gibi olursan severim” şartlı refleksini dayatır karşısındakine… “Bana benim istediğim gibi davranırsan ve istediğimi verirsen seni severim” bedelinde bir sevmektir bu… Sen olduğun, öyle olduğun için değil… Özellikle narsist benlikler adeta kutsanmak ister, istediğini verirsen belki bir tutam sevgi alabilirsin karşılığında… Bedelli sevmektir bu aslında. Sevgi ise şartlı yaşanmaz. Sevgide sebep aranmaz. Bir sebebi olmaz sevginin… Karşımızdaki kişiyi olduğu gibi, tam da öyle olduğu için severiz. Bizi inciten taraflarını değiştirmenin en iyi yolu onu önce kabul etmektir. Onaylamak değildir, kabul etmek. Bütün savunmalarını, bütün silâhlarını bırakıp kendini görmesi için, iyi bir ayna olmak demektir. İnsan yargılanmaktan, eleştirilmekten korktuğu için kendini saklar, göstermek istemez. Kabul edilen insanın yüreği çözülür, bırakır kendini güvenli sulara… Değişmek için daha çok çaba gösterir. Karşısındakini daha çok görmeye çalışır.

Birden fazla çocuğu olan insanlar bilirler, her doğan çocuğun ne kadar farklı olduğunu. Aynı anne, babadan ve aynı evde büyüdükleri halde mizaçları çok farklıdır. Kimisi heyecanlıdır, kimi soğukkanlı, kimi dokunularak, kimi güzel bir sözle sevilmeyi ister. Birbirleriyle kıyaslanmak aralarındaki bağı zayıflatır. Sevgilerine gölge düşürür, öfkelerini büyütür. Rekabete sokmak ise kardeşliğin yaratılışına uymaz. Kendi olduğu için, farklı olduğu için sevilen, kabul edilen bir çocuk, kendinden hoşnut, kaderden razı olur. Çocuklarımızın mizacındaki sivri tarafları şefkatle törpülemek anne-baba olarak vazifemiz tabiî ki, fakat farklı yapıda olmalarını birbirleriyle kıyas konusu etmek ise hata olur. Her birinin özel ve güzel, yetenekli taraflarına öncelikle vurgu yapmak, farkında ve memnun olduğumuzu belli etmek gerekir. “İyi ki bana gönderilmişsin, iyi ki benim olmuşsun” denen bir çocuktan mutlusu yoktur. Anne babasının yanında verilmiş bir hediye muamelesi görür adeta...

Çocuklarımızı öncelikle kendi kişilik özellikleriyle, oldukları gibi kabul edelim. Bizim için çok değerli olduğunu, onun hayatımıza gelmesiyle ne kadar mutlu olduğumuzu anlatalım. Onu ne kadar çok istediğimizi ve beklerken ne kadar merak ettiğimizi söyleyelim.

İstenen, beklenilen, kabul edilen, sevilen ve sevildiği ifade edilerek büyütülen çocuklara ne mutlu….

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Nimetullah AKAY

Muhâkemât ile ortaya konulan hedef


A+ | A-

Risâle okumalarımızı düzenli bir şekilde devam ettirmek için arkadaşlarla kitapları sıraya koyduk ve birisini bitirince hemen diğerine başlayacak şekilde bir plan yaptık. Böylece belirli bir süre içinde Nur Külliyatı’nın tamamını okumak için her gün düzenli bir şekilde okumalarımızı devam ettiriyoruz. Şu satırları yazdığım anda okuduğum kitap ‘Muhâkemat’ adlı eserdir. Bu kitap Risâlelerin içinde ilk kaleme alınan eserlerdendir. Aynı zamanda Osmanlıca ibare ve kelimeleri diğerlerinden fazladır. Bu sebeple buradaki hakikatleri anlamak için oldukça fazla dikkat gerekmektedir.

Yeni bir makale konusunu düşünürken aklıma ‘Muhâkemat’taki hakikatleri kendi ifadelerimle yazıya dökmek geldi. Çünkü buradaki hakikatler her şeyden daha çok ihtiyaç duyduğumuz meselelerin başında gelmektedir. Hayatımızdaki en önemli meselemiz, dinimizin gerçeklerini en iyi bir şekilde anlamak ve hayatımıza geçirmek olduğuna göre, bizim her şeyden önce İslâmı asrımızın idrakine en isabetli bir şekilde sunan Risâle-i Nur eserlerini anlamaya ihtiyacımız vardır...

Muhâkemat’ın birinci makalesinden faydalanarak, bu eserin yazılış sebebini anlamaya çalışalım isterseniz. Anladığım kadarıyla şunlar ifade edilmeye çalışılmaktadır:

“İslâmiyetin özünü terk ederek hep kabuğuna yani zahirine baktık ki, bu durum bizi yanlış yollara sevk etti. Böylece yanlış anlamalarla ve İslâma lâyık terbiyeden uzak kalmakla İslâm hakikatlerine lâyıkıyla değer veremedik. Böyle olunca İslâmın güzellikleri yerine şüpheler ve hayaller hayatımıza geçti.

İslâmla ilgisi olmayan İsrâiliyat ve hurafeler dünyamızı kapladı. Bu hatamızın cezası olarak dünyada da zillet ve sefalete düştük. Bizi kurtaracak yine dinimizin merhametidir. O zaman dinimizden özür dileyelim ve dinimize olan bağlılığımızı yenileyelim. İslâmın kopmaz ipine hep beraber sarılarak işe başlamamız gerekir.

İnancımız odur ki, İslâm hakikatleri neşv-u nema bulacak, taraftarları ve ona teslim olanlar zayıf da olsalar eninde sonunda muzaffer olacaklardır. Şuna inanıyoruz ki, istikbalde hüküm sürecek ve her kıt'ada mutlak hakimiyete sahip olacak olan yalnız İslâm hakikatleri olacaktır. Zira geçmişin vahşî sahralarında göçebe olan taassup ve taklit ile cahiliyye memleketinde bulunan kirlilikler ve baskıcı zihniyetlere İslâmın yüce şeriatı galip gelmeye başlamıştır bile...

İslâmın inkişafına engel olan yabancılardaki taklit, cehalet, taassup ve din adamlarının baskısı ile bizdeki baskıcı zihniyetler, ahlâksızlıklar, hallerimizin karmakarışıklığı ve tembelliği netice veren ümitsizlik gibi hastalıklar, şimdiye kadar İslâm güneşinin aydınlığının dünyaya yayılmasına engel olmuşlardı.

Eğitimin feyizli gayretleriyle ve fenlerin merdane himmetleriyle, gerçekleri bulma meyli, insana olan sevgi ve insaf meyli, dinimizin hakikatlerini görmemize engel olan manileri paramparça etmiş ve etmeye devam ediyor. Bizi dünya saadetinden, yabancıları ahiret saadetinden mahrum eden ve İslâmiyet güneşini perdelemeye çalışan, yanlış anlaşılmalar, çarpışma ve düşmanlık düşünceleri ve tarafgirliğin sebep olduğu muhalefetlerdir.

Elbette köle efendisine, hizmetkâr reisine ve evlât babasına düşman olamazdı. İşte İslâmiyet fenlerin reisi ve mürşidi ve gerçek ilimlerin reisi ve pederidir. Ancak şimdiye kadar bu gerçekleri bilmediğimiz için bu durum bize ümitsizlik verdi ve bize medeniyet kapılarını kapattı. Bazen gelişmelerin ve ilerlemelerin dinin aleyhinde olduğunu sanarak, gerçeklere karşı ürktük ve çekingen davrandık.”

Özetle yukarıdaki hakikatleri serdeden Üstad Bediüzzaman Hazretleri okuyuculara şu tembihte bulunmaktadır: “Ey Muhâkemat isimli eserimi mütalâa edip anlamaya çalışanlar. Bilin ki bu kitapla yapmak istediğim hizmet budur: En doğru yol olan İslâmiyeti göstermekle İslâmın hakikatlerini görmeyen din düşmanlarının ortaya attığı şüpheleri yüzlerine vurmak ve Müslüman olduğu halde ‘sadîk-i ahmak’ ünvanına lâyık olan ve dinde aşırı giden zahirperestlerin tevehhümlerini yok etmek ve asıl hakikat rehberi olan ve İslâm âleminin geleceğini diriltecek olan sırat-ı müstakimde (doğru olan yolda) zafer ümidiyle İslâm muhakkiklerine ve İslâma sadık olduğu kadar akıllı da olanlara yardım etmek ve kuvvet vermektir...”

Görüldüğü gibi, ortaya konulan hedef, doğru olan İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık olan doğruluğu ortaya koymaktır. Bize düşen ise, sadece bu hakikatlerden istifade etmek...

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Terör kuyusu kurusun


A+ | A-

Hepimizin başına ‘belâ’ olan kanlı terör hadiseleri bir türlü bitmek bilmiyor. Hele hele ‘karakol’ların basılması ve askerlerimizin şehit edilmesi vicdanları yaralayıp, yarayı derinleştiriyor.

Her seviyedeki ‘yetkililer’den talebimiz şudur ki, aranızdaki ‘kavga’yı bir yana bırakın ve hak, hukuk, adalet ve insaniyet çerçevesinde bu ‘belâ’yı def edin. Vatandaşın ‘şu kabahatli, bu kabahatli’ tartışmasını izlemesı ne yazık ki neticeyi değiştirmeye yetmiyor.

Bir durup bir tırmanan terör hadiseleri ‘patronlar klubü’nü de teyakkuza sevk etmiş. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, Bandırma Sanayici ve İşadamları Derneği’nin ev sahipliğinde Bandırma’da düzenlenen Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu Başkanlar Konseyi Toplantısı’nda konuşurken şöyle demiş:

“Her şey bir yana bir anne olarak içim yanıyor. Uzak, puslu karakollarda vatanı savunmak üzere görev yapan, pisi pisine pusuya düşen gençler için içim yanıyor. Yıllardır terörle mücadele uğruna can veren ama sonuç alamayan güvenlik güçleri için vicdanım sızlıyor. Bir türlü demokratik düzenlemeleri hayata geçirip problemi çözemeyen hükümetler yüzünden canım yanıyor. Çocuklarımızın eğitimine harcayamadığımız paraların kat ve kat fazlasını onları bizlerden çalan bir şiddet ortamına harcıyoruz. İçim buna da yanıyor. (...) Açılımsa tam açılım olsun. Gerçek, samimî, bütünlüklü... Çetelerden temizlenecekse Türkiye, tarafsız olsun, hepsi temizlensin. Sınır karakollarında gençler çaresizce sıralarını beklemesin.” (AA, 4 Mayıs 2010)

“Terörü önlemek için ne kadar para harcansa azdır” demek mümkün, ama bu harcamalar boşa gitmemek kaydıyla... Yıllardan beri terör ile mücadele ediliyor ve maalesef bu güne kadar kalıcı bir çare bulunamadı. O halde Türkiye’yi idare edenlerin yapması gereken şey, bu mücadelenin doğru bir şekilde yapılıp yapılmadığını tartışmak olmalı. “Yaparız, ederiz, kökünü kazıtırız” demekle netice alınmadığı bunca yıllık tecrübe ile anlatılmış olsa gerek. Uygulanan ‘tedavi’ ile arzu edilen netice alınamıyorsa, tedavinin şeklini değiştirmek lâzım. Bunu yapmak çok mu zor ki Türkiye’yi idare edenler buna yanaşmıyor? Yanaşmamak bir tarafa, “Acaba uygulanan tedavi yanlış mı?” şeklindeki sorulardan rahatsız olanlar bile var.

Şunu unutmamak lâzım ki, ‘terör’ün yaygınlaşıp alevlerinin her tarafı sarması yarım asrı aşan yanlış icraatların neticesidir. Dolayısı ile bir asra yaklaşan yanlışları kısa sürede def etmek mümkün değil. Fakat önemli olan yanlışların farkına varmak ve doğru teşhis ve tedavide karar kılmaktır.

Geçmişte yapılan yanlışlardan yeterince ders ve ibret alınmadığı anlaşılıyor. Bazı rütbeli şahısların “Terörle mücadelede yanlışlar yaptık” demesi tek başına neticeyi değiştirmiyor. Yanlışlar yapıldığı kabul ediliyorsa, bu yanlışlarda ısrar edilmemesi gerek.

Terör kuyusunu kurutup akan kanı durdurmak Türkiye’nin birinci öncelikli maddesi olmalı. Aksi halde ne “Büyük Türkiye” ne de “Hür ve demokrat Türkiye” hedef ve idealine ulaşmak mümkün olmaz. İç ve dış mihrakların doğrudan ya da dolaylı olarak terör ateşini alevlendirmesi de zaten bunun için değil mi?

“Aile ocakları” değil, terör kuyusu ve ocağı sönsün...

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

GDO yasallaştırıldı… (1)


A+ | A-

Türkiye’nin yoğun gündemi ortasında önce genetiği değiştirilmiş-bozdurulmuş gıdalar hakkındaki “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimi yasası” çıkarıldı, ardından Meclis’teki yoğun tartışmaları gürültüsünde daha önce iptal edilen “GDO yönetmeliği” yayınlandı…

Sıcak gündemin toz dumanı gürültüsünde 18 Mart’ta Çanakkale Zaferinin 95. yıldönümünde iktidar partisinin “Anayasa değişikliği mini paketi” polemiğinde Meclis’ten geçirilen “GDO yasası”, kamuoyunun gözünden kaçtı…

Yasaya göre, daha önce 1 Mart’a kadar ülkeye sokulacak genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) oluşan ürünlerin üretilmesi ve ithaline, GDO’lu bebek mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinleri de eklendi.

Böylece, gümrüklerde bekletilen ve biriken tonlarca GDO’lu gıdanın devlet eliyle Türkiye pazarına girmesinin önü açıldı. Yetişkinlerin yanısıra bebeklere ve çocuklara da yedirilecek, vatandaşların sağlığı ciddî tehlikeye sokacak GDO’lu gıdalar ithaline “yasal izin” çıkmış oldu…

GDO, “YASAL GÜVENCE” ALTINDA!

Uzmanlar, GDO’lu gıdaların bilhassa bebekler ve çocuklar için fevkalâde tehlike arzettiğini, bu gıdalardaki antibiyotik başta olmak üzere ilâçların insan bünyesi ve canlılar üzerinde olumsuz etkiyle bağışıklık sistemini yok ettiğini açıklıyorlar. İnsan ve çevre için fevkalâde riskler taşıdığını anlatıyorlar.

Yaratılıştaki mükemmel ve fıtrî yapısı bozdurulmuş ve genetiği değiştirilmiş gıdaların, tarım ilâçlarını, böcek ilâcını ve birçok kimyasal maddeyi ve virüsü içinde barındırdığını; kanserden kısırlığa, felçten, erken doğum ve çeşitli kalıcı hastalıklara ve ölüme sebebiyet verip halkın sağlığını tehdit ettiğini uyarmaktalar…

Keza ziraat ve gıda mühendisleri, gofretten çikolataya, hazır çorbadan paketlenmiş ürünlere kadar birçok yiyecek ve içeceğin içine kimyasal toksinler işlendiği nazara vermekteler. Türkiye’de halen 800 çeşit üründe GDO bulunduğu tesbitiyle yeni yasa ve yönetmeliklerde bu hususun dikkate alınmasını talep etmekteler…

Tarım Bakanlığı ise, ısrarla GDO’lu ürünlerin ithali ve üretiminin “AB kriterleri” kapsamında olduğunu ileri sürmekte; tamamen bir zehirden ibâret olan GDO’luların pazar ve piyasasını kontrol ve denetleyeceğini bildirmekle geçiştirdi…

Oysa iç ve dış gündemin hayhuyu arasında iktidar partisinin Meclis’ten geçirdiği “GDO yasası”nda bile, “genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskler” itiraf ediliyor. İnsan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin tehlike altına girdiği” kabul ediliyor. Bu riskler ve tehlikelerin “engellenmesi” ve korunması”ndan söz ediliyor. “Bilimsel ve teknolojik gelişmeler çerçevesinde, modern biyoteknoloji kullanılması”ndan dem vuruluyor...

Şu çarpıklığa bakın; “GDO yasası”nda GDO’lu ürünlerin ithalatı, ihracatı, deneysel amaçlı serbest bırakılması, piyasaya sürülmesiyle genetiği değiştirilmiş mikroorganizmaların kapalı alanda kullanımının, “risk değerlendirmesiyle risk oluşturmayacağı”ndan bahsediliyor. Açık açık, GDO’lu gıdaların ve ürünlerin işlenmesi, piyasaya sürülmesi, ithalatı, ihracatı, nakli, taşınma, saklanması, paketlenmesi, depolanması “yasal güvence” altına alınıyor.

Yurt içinde geliştirilen her bir GDO’lu ürünün ithalatı için gen sahibi veya ithalatçı gerçek ve tüzel kişilerin, Bakanlığa nasıl başvuru yapacaklarından başlayarak bu ürünlerin ithalatı resmen yasal güvence altına alınıyor. İthalatının yanı sıra yurt içinde üretimi ve piyasaya sürülmesi düzenleniyor…

“GDO ve ürünlerinin kurul tarafından piyasaya sürme kapsamında belirlenen amaç ve alan dışında kullanımı, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasak olacağı” belirtiliyor. Herhangi bir ürünün, Bakanlık tarafından belirlenen “eşik değeri”n üzerinde GDO ve ürünlerini ihtiva etmesi halinde; etikette GDO içerdiği açıkça belirtileceği belirtiliyor.

HALK GDO’DAN NASIL KORUNACAK?

Ne var ki özellikle bebekler, çocuklar ve hamileler için yine zararlı olduğu belirtilen Ancak “eşik değeri”nin altında kalan GDO’lu gıdalar ve ürünler hakkında hiçbir “uyarı” ve “sakındırma”nın paketler üzerinde olmayacağı anlaşılıyor…

Kısacası AB standartları perdesinde yeni yasayla GDO ticareti resmen serbest bırakılıyor…

Birçok ülkede yasaklanan GDO’lu gıda ve ürünlerin “yasal düzenleme”yle ithal ve üretiminin resmen serbest bırakılmasıyla kalınmıyor; sadece bebek gıdalarında “eşiğin üstünde” GDO ihtiva eden “bebek gıdaları”nda uyarıda bulunuyor; bunu dışında vatandaşların kullandığı herhangi bir ürün üzerinde “GDO’suzdur” ifadesinin kullanımını yasaklıyor.

Böylece yasa, peşinen birçok gıda ve ürünü denetim dışı bırakıyor. Sağlığa zararlı GDO mevcudiyetini yorum ve spekülasyonlara bırakıyor.

“Yasa”da da GDO’lu ürünlerle ilgili araştırma, araştırma, geliştirme, etiketleme “tedbirleri”nin alınacağı yazılıyor.

Peki Bakanlığın Türkiye çapında serbest bıraktığı sözkonusu GDO’lu gıdaları, AB standartlarına göre analiz, denetim ve kontrolünü yapacak yeterli laboratuvarı, kurumu ve uzmanı var mı? Halk, ortalığa salınan “GDO vebâsı”ndan nasıl korunacak?

Bu soruların cevabı ortada…

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Yemen’in çocuk gelinleri


A+ | A-

Zeytin gibi kara gözlerinden yaşlar boşalıyordu İlham’ın. Acı haberin etkisinden cılız bedeni tirtir titriyordu! Ayaklarının bağı çözülmüş, olduğu yerde yığılıp kalmıştı.

Canından çok sevdiği anne ve babasına ne yapmıştı? Neden bu evde daha fazla kalmasını istemiyorlardı? Yediği bir lokma ekmek fazla mı geliyordu!?

Annesi “ Baban seni kocaya verdi kızım” dediğinde, dünya başına yıkılmıştı sanki.

Nasıl olurdu? Tavuklar bile yavrularını korurken, idrak sahibi bir varlık olan insan, nasıl olurdu da yavrusunu insan kılıklı canavarlara teslim ederdi; bir türlü anlayamıyordu.

Hıçkıra hıçkıra ağlamaktan yorulan İlhamcık, “Ağlamak çözüm değil. Ne duruyorsun İlham. Kalk haykır seni satanların yüzüne!” diye düşündü.

Evet, kendisine revâ görülen bu zulme gücü yettiği kadar engel olmaya çalışmalıydı.

Bu düşüncelerle, acı haberin ilk şokunu atlatan İlham, yığıldığı yerden doğrularak annesinin yüzüne haykırmaya başladı:

“Ne demek kocaya verdi annecim? Ben kocaya gidecek yaşta mıyım? Ne anlarım ben kocadan, çocuk doğurmaktan, yemek pişirmekten!!!

Daha büyümedim ki anneciğim. Büyümeden nasıl gelin olurum ben!?

Henüz 13 yaşındayım. Akranlarım gibi ip atlamak; saklambaç, yakantop oynamak istiyorum. Dahası dinimizin emrettiği üzere okumak, ilim öğrenmek istiyorum.

Hangi çağdayız anneciğim? Başını kaldır da etrafına bak!

Dünyada kadın-erkek herkes ilim peşinde. ‘Önce eğitim, sonra evlilik’ diyorlar.

Ben gelinlik değil, okul önlüğü giyecek yaştayım anneciğim!

Lütfen yapmayın! Yalvarırım size, yapmayın! Beni cahiliye döneminde yaptıkları gibi diri diri toprağa gömüp hayatımı karartmayın. Şunu bilin ki, kendi ellerinizle beni ölüme gönderiyorsunuz.

Bunun hesabını verirsiniz anne. Vallahi verirsiniz!

Kur’ân-ı Kerimi aç da bak. Tekvîr Sûresi 8. âyeti oku. Erhamürrâhimîn olan Yüce Rabbimiz,

‘Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günahı sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda’ diye buyuruyor. Cahiliye Arapları körpe kızları toprağa gömerlerdi. Âyet bunun için inmiş. Kur’ân’ın hükümleri kıyâmete kadar geçerli olduğuna göre, bana yapılan da bu hüküm içine giriyor.

Yani bu yaptığınızdan dolayı yarın hesap vereceksiniz anne. Vallahi vereceksiniz!..

Benim rızam olmadan everiyorsunuz beni. Daha doğrusu bir câriye gibi satıyorsunuz. Hür iken köle yaptınız beni.

Bunun hesabını vereceksiniz anne. Vallahi vereceksiniz!..

Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ‘Ashâbım! Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum. Vasiyetimi tutunuz. Zira onlar sizin idarenize ve himayenize verilmiştir’ diye buyuruyor. Söyle bana anne; Allah için söyle!

Böyle himaye olur mu? Daha körpe bir fidan iken babam yaşındaki adama vermek emanete hıyanet değil midir!

Hıyanetliğinizin hesabını vereceksiniz anne. Vallahi vereceksiniz!” diye haykırıyordu İlhamcık.

Ama nâfile. İlham haykırdıkça annesi “Ne yapalım kızım; örfümüz âdetimiz böyle” diye cevap veriyordu. Bunu söylerken, daha düne kadar ayaklarında salladığı körpe yavrusu, kınalı kuzusu minik İlham’ın evlendiğinin 4. gününde iç kanamadan öleceğini ve olayın medyaya yansıyacağını bilmiyordu tabiî.

İlham’ın annesi gibi binlerce Yemenli kadın “Örfümüz âdetimiz böyle” diyerek kızlarının küçük yaşta evlendirilmesine, örf adına, âdet adına göz yummuşlar; kocalarına suç ortağı olmuşlardır. Yemen Parlamentosu evlilik alt yaşını kızlarda 17, erkeklerde ise 18 yaş ile sınırlayan kanun tasarısını görüşürken, yüzlerce kadın, “Bu kanun örfümüze, adetlerimize, dinimize aykırıdır” diyerek sokaklara dökülmüşlerdi.

Peygamber Efendimizin Hz. Aişe ile evliliğini kendi câhiliye adetlerine dayanak olarak gösteren bu insanlar, Efendimizin Sünnetinden birşey anlamıyorlar maalesef.

Kaldı ki, Hz. Aişe’nin evlilik yaşı siyer âlimleri arasında ihtilâflı konudur.

Nefsî arzularının peşine koşanların Efendimizin Sünnetini örnek göstermeleri çok büyük zulümdür. Ve kuşkusuz cezası büyük olacaktır.

Yemen’in kuzey bölgesindeki el-Şeğâdira dağ köyünde Berdel (Bedel) usûlü evlendirilen İlham Şûi el-Uşey’in iç kanamasından ölmesi çocuk yaşta evlendirilen kızların dramını bir kez daha ortaya koydu.

Ne yazık ki, İlham, Nucûd, Necâh, Arva, Ahlâm gibi daha nice Yemenli çocuk gelinin yaşamak zorunda kaldığı acı olaylar, birçok ülkede her gün her saniye yaşanıyor.

Ama bu acılar ört-bas edilerek medyaya yansıtılmıyor. Bu ülkeler arasında Türkiye dahil birçok İslâm ülkesini görmek, doğrusu insana acı veriyor.

İnsanı bir kadın ve bir erkekten yaratan Cenâb-ı Hak, Rum Sûresi 21. âyette şöyle buyuruyor:

“Kendileriyle huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de Onun (varlığının, kudretinin, rahmetinin...) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”

Vedûd olan Rabbimiz, insan neslinin devam edebilmesi için erkek ve kadın kalbine karşılıklı olarak birbirine meyletme duygusunu vermiş. Bu fıtrî meylin helâl olabilmesi için de evliliği şart koşmuş. Evliliğin şartlarından biri ise gönül rızası ile gerçekleşmesi ve eşler arasında birçok konuda küfüvlük denen denkliğin olmasıdır.

Maalesef, dine dayanmayıp cahiliye örf ve âdetlerine dayandırılan evliliklerde bu konular mevzubahis dahi olmamaktadır. Neticede binlerce kız çocuğu oyun çağındayken evlendirilmektedir.

05.05.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



H.İbrahim CAN

Kaçinski’yi öldüren uçak kazası mı?


A+ | A-

Polonya Devlet Başkanı Leh Kaçinski ve eşiyle birlikte 95 üst düzey yetkilinin ölümüyle sonuçlanan uçak kazasının sebebi hâlâ belirlenemedi. Yapılan incelemeler uçakta bir teknik arıza bulunmadığını gösteriyor. Geriye uçağı sise, yer sistemlerinin çalışmamasına ve üç kez başaramamasına rağmen, dördüncü kez indirmeyi deneyen kaptan pilotun hatası kalıyor.

Ancak ortaya kazadan hemen sonra cep telefonuyla çekilen görüntüler çıktı. Siyah giysili birisinin uçak enkazının üzerinde yürüdüğü görülüyor ve silâh sesleri duyuluyordu. Bir anda komplo teorileri yayılmaya başlandı. Ruslar düşen uçakta sağ kimseyi bırakmamak için gizli polisi göndermişlerdi. Hatta görüntüleri çeken kişi önce orada bıçaklanmış, ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede ise yine gizemli kişilerce öldürülmüştü. Bu komplo teorisini Tupolev 154 tipi Rus yapımı uçağın kısa süre içinde Samara’da modernize edilmiş olmasıydı. Bu uçaklar yıllarca önce Rusya hava kuvvetlerinin hizmetinden çekilmişti. Son kırk yıl içinde bu uçaklar 66 kez düşmüştü.

Bütün bu teorilerde ima edilen, Rusların organize ettiği bir suikast olduğu ve sağ kalanların da öldürüldüğü idi. Peki Ruslar neden böyle bir şey yapabilirdi? Bunun gerekçeleri de; Kaçinski’nin Ukrayna ve Gürcistan’ın Kremlin’e başkaldırısını savunması ve Rusya’nın bu ülkelere baskısını yeni Rus emperyalizmi olarak adlandırması olarak gösteriliyordu. Ayrıca ABD’nin Polonya’ya füze kalkanı yerleştirmesine izin veren kararı destekliyordu.

Bütün bunlar yalnızca komplo teorisi. Kazanın ironik tarafı ise Kaçinski’nin 1940 yılında 22.000 Polonyalı subayın Ruslar tarafından Katyn’de öldürülmesinin yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen anma törenine katılmak için gidiyor olmasıydı.

Devletin üst düzey yöneticileri ve ordu komutanlarından 96’sının aynı uçakta seyahat ediyor olması da, devlet geleneklerine aykırı bir uygulama. Komplo teorilerini de güçlendiren bir durum.

Polonya’nın efsanevî lideri ve eski Cumhurbaşkanı Lech Walesa, “Bu tür uçuşlarda iniş kararını ancak devlet başkanı verir. Pilot kendi başına veremez” diyor. Kaçinski’nin töreni kaçırmamak için başka havaalanına gitmek yerine inmeyi denemesi için pilota emir verdiği söyleniyor.

Sebebi ne olursa olsun, sonuçta 97 can kaybedildi. Polonya’nın bu yaralarını sarması zaman alacak.

Bütün bunları neden anlatıyoruz?

Devlet adamları ve önde gelen siyasetçilerin bindiği uçak ve helikopterlerin yaptığı kazalar her zaman dikkat çekicidir. Ülkelerin istikrarını bozmak ve kaos çıkarmak isteyen karanlık güçlerin de yöntemlerinden birisi olarak tarih boyunca kullanıldı. 1993 yılında Eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, 1988 yılında Pakistan eski lideri Ziyaülhak, Orta Afrika eski cumhurbaşkanı Barthelemey Boganda, Irak’ın 1966 yılındaki devlet başkanı Abdülselam Arif, 1980 yılında Portekiz Başbakanı Francisco Sa Carneiro ve Savunma Bakanı Amaro de Costa, 1981 yılında Ekvador devlet başkanı Jaime Roldos, 1986 yılında Mozambik devlet başkanı Samora Machel ve 2004 yılında Makedonya cumhurbaşkanı Boris Trajkovski ve en son rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu uçak ve helikopter kazalarında ölen devlet büyükleri ve siyasetçilerden sadece bir kısmı.

Umarız bu kazanın altından iddia edildiği gibi bir komplo çıkmaz. Zira Putin, Rusya’yı eski ihtişamına kavuşturabilmek için her yola başvurmaktan asla kaçınmayacak bir acımasız lider. Ülkemizde de devletin zirvesindekilerin uçuş güvenliği konusunda son derece hassas olunması gerekiyor. Kovanına çomak sokulan, kurduğu kirli düzenleri bozulan gözü dönmüş çetelerin her türlü tertibe başvurabileceği asla unutulmamalıdır.

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Terör soruları


A+ | A-

Başbakanın ara ara belli kesimlerle yaptığı toplantılar sayılmazsa, demokratik açılımın artık neredeyse konuşulmaz hale geldiği bir ortamda terör olaylarının ve şehit haberlerinin tırmanışa geçmesi kaygı verici.

Ama bu tırmanışın, “Nisan-Mayıs aylarında terörde bir artış bekliyorduk” diyen Genelkurmay Başkanı için sürpriz olmadığı anlaşılıyor.

Haftalar öncesinden itibaren “Baharla birlikte operasyonlar hızlanacak ve gündem teröre kayacak” demeye başlayan BDP’liler için de öyle.

Bunun anlamı, onyıllardır Türkiye’nin iliğini kurutan terör fâsit dairesine yine dönüleceği mi?

İnşaallah öyle olmaz. Ama olmaması, olayın şimdiye kadar hep geçiştirilen, ancak Ergenekon süreciyle birlikte kısmen de olsa kapağı aralanmaya başlanır gibi olan derin ve karanlık yapılanmaların deşifre edilip çökertilmesine bağlı.

Taksim’deki 1 Mayıs tablosunu “çetelerle mücadeledeki başarının eseri” olarak yorumlayan Başbakanın beyanı Tunceli, Lice, Hakkâri, Giresun, Reşadiye gibi terörün vurduğu yerlerde de geçerli olmalı ki, kısır döngü kırılabilsin.

Ve bunun için, terör olayının şimdiye kadar pek sorgulanmayan cihetleri de tartışılmalı.

Başbuğ, Tunceli baskını için yapılan Dağlıca- Aktütün benzetmelerini ve gündeme getirilen soruları “hainlik” olarak niteleyip, “elde hiçbir bilgi yokken” TSK’nın suçlanmasına isyan ediyor.

Ama Genelkurmay’ın “bilgilendirme” noktasındaki boşluk ve noksanlarına hiç değinmiyor.

Siz, bilhassa kamuoyunda haklı bir infial uyandıran “şehadet” olayları için halkı doğru dürüst bilgilendirmez; dahası Dağlıca ve Aktütün baskınları için yaptığınız gibi, “Hata ve eksiğimiz varsa elbette kendi içimizde değerlendiririz, ama sonuçları kamuoyu ile paylaşmak zorunda değiliz” tavrını sürdürür ve daha da ötesinde, “Aktütün’ü araştırdık, hiçbir kusur tesbit edemedik” açıklamaları yaparsanız, inandırıcılıktan her geçen gün daha fazla uzaklaşırsınız.

Bu gibi tavırlar, gerçeği arama amaçlı sorgulamaları daha da arttırır ve “Lânetliyorum, ihanettir” ithamlarıyla bunun önüne geçemezsiniz.

Genelkurmay Başkanı diyor ki: “Binden fazla karakol ve birliğimiz var. Bunlar her halükârda kendi kendine yeterli olmak durumundadır...”

Dağlıca ve Aktütün baskınlarıyla gündeme gelen “çok önceden kaçakçılara geçit vermeme mantığıyla inşa edilmiş, ama hem konumlandıkları yerler, hem de bina özellikleri itibarıyla terörle mücadeleye uygun olmayan karakolların yenilenmesi gereği” Başbuğ’un bu sözüyle ne ölçüde örtüşüyor? O şartlarda nasıl yeterli olabilirler?

Yine Başbuğ’un “Tunceli’deki çatışmada teröristlere de zayiat verdirildi. Aksini düşünmek söz konusu değil. Ancak yapılan aramada herhangi bir terörist bulunamadı” sözleri, benzer durumlarda hep yaşanagelen bir tuhaflığın orada da bir kez daha tekrarlandığını ifade ediyor.

Ve komutandan tartışılacak bir söz daha:

“Hangi orduda tugayının başında 20 gün, 30 gün harekâta katılan bir general var? Gösterin.”

Buna karşı söylenecek sözlerden biri, herhalde şu olur: “Peki, hangi orduda, baskına uğrayıp çok sayıda şehit veren bir karakolda, bunlar hiç yaşanmamış gibi yılbaşı kutlamaları tertiplenir?”

Bu iddia da, “Baskın sırasında komutanı köy düğünündeydi” denilen Dağlıca için ortaya atıldı ve izleyebildiğimiz kadarıyla yalanlanmadı...

Bunların yanı sıra, düzeltilmesi gereken daha birçok şey var. Ve düzeltmenin yolu, tekrar ediyoruz, lânetlemeli ihanet suçlamalarından değil, samimî bir özeleştiriden ve her türlü tenkidi istifade edilecek uyarılar olarak görüp gereğine uygun davranan sağduyulu bir tavırdan geçiyor.

* Anayasa paketinin AKP açısından en kilit maddesi olan “parti kapatmayı zorlaştıran düzenleme”nin ikinci turda 330 oyu bulamaması, sürprizlere açık sürecin ilk sürprizi oldu. Bir cihette tezkere şokuna benzeyen bu sonucun neler getireceğini hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

05.05.2010

E-Posta: [email protected]



Hakan YILMAZ

İşçi bayramının ardından


A+ | A-

Bir zamanlar İstanbul sokakları üç mühendis maaşı alan kamu işçileri tarafından temizlenirdi. Şimdilerde bu işçiler tarih oldu. Neden mi? İçlerinden bazı uyanıklar işe gitmedi, aldığı maaşın dörtte biri ile kendi işini başkasına yaptırdı. Yani ihale etti. İyi de bu yaptığı, uyuyan devi uyandırdı. Devletin aklına da cin bir fikir getirdi. “Temizlik işini temizlik firmalarına ihale edelim. Onlar bu işi devlet karşısında geçici işçi bile sayılmayan asgarî ücret alan birilerine nasıl olsa yaptırırlar.” Temizlik ve güvenlik ihaleleri dönemi bu kararla başlamış oldu. Ne yazık ki personel istihdamına dayalı temizlik ve güvenlik ihaleleri açısından ülkemiz sağır, dilsiz ve körü oynuyor. Bu tür ihaleler sözleşmenin taraflarını mağdur ediyor veya etmesi muhtemel gözüküyor. Mevzuatta yapılacak birkaç değişiklikle soruna neşter vurulması mümkün gözüküyor. Öncelikle temizlik veya güvenlik firmaları bu tür ihaleleri çoğunlukla sıfır kârla aldığından sözleşme gereğince işveren oldukları halde iş yasasının gereklerini (işçilerin kıdem tazminatı, yıllık izin, 7 güne kadarki sağlık izni, evlilik izni, süt izni gibi haklarını) karşılamakta güçlük çekiyorlar. Zaten düşük maaşla çalışmak zorunda olan personel tatil yapamama ve/ veya kıdem tazminatı alamama riski ile karşı karşıya kalmaktadır. Ayrıca ihaleyi kazanan firma tarafından, işe başlarken, kendilerinden senet veya boş kâğıda imza şeklinde beyanları alınarak daha işin başında kaybetmeye mahkûm çalışmaktadırlar. Bununla birlikte ihaleye onay veren, ihale sürecinde görev alan kamu görevlileri kamu zararına sebep olunduğundan bahisle, Yargıtay’ın işçi lehine idareyi gizli işveren addetmesi suretiyle hükmettiği yüklü tazminatları karşılamakla mükellef tutulabilmektedirler. Bu noktada önerimiz ikincil mevzuatta değişikliğe gidilerek yüzde 3 olan minimum genel gider ve kâr haddinin yüzde 6’ya çıkarılması ve maksimim kâr haddinin yüzde 12 ile sınırlandırılmasıdır. Bununla birlikte yine mevzuatta değişikliğe gidilerek ileride mağduriyetlerin önlenmesi için hizmet ihalesi kapsamında çalıştırılan personelin kıdem tazminatlarının karşılanabilmesi maksadıyla yüklenici hakedişlerinden belli bir oranda kesintiye gidilmesi ve her bir çalışan için SGK nezdinde açılan hesaba bu payın yatırılması zorunluluğunun getirilmesidir. Diğer bir önerimiz ise 4857 sayılı İş Kanununun 53. ve 54. maddelerinde hizmet ihalesi kapsamında çalışan personel yararına değişikliğe gidilmesidir. Bilindiği gibi yıllık izin hakkının belirlenmesinde hizmet süresi esas olup 54. madde gereğince bu hizmet süresi işçilerin aynı işverenin bir veya çeşitli işyerlerinde çalıştıkları süreler birleştirilerek belirlenmektedir. Ancak hizmet ihalelerinin genelde bir yıl olduğu ve her seferinde farklı bir yüklenicinin ihaleyi aldığı göz önüne alındığında hizmet gören personelin hiçbir zaman yıllık izne hak kazanamayabileceği gözden ırak tutulmamalıdır. Bu sorunu aşabilmek için hizmet süresi yerine işveren ve işyeri şartları ile bağlantı kurulmaksızın SGK’ya prim ödeme sürelerine göre yıllık izin hakkının sağlanmasıdır. Unutmayalım kölelik devri bitmiştir. Ancak “1 Mayıs İşçi Bayramı”nın kutlandığı Taksim meydanını devlet karşısında 4/C bile sayılmayan patronu ve işvereni yüklenici firma olan mağdur ücretliler temizlemiştir. Soruna neşter vurulması çalışma barışını güçlendirecektir.

05.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım