11 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Almanya’da Risâle-i Nur fütuhatı yaşanıyor

Yaklaşık 40 yıldır Almanya’da bulunan ve hizmetlerle iştigal eden Mehmet-Sakine Orhan çifti, Almanya’da yaşanan Risâle-i Nur fütuhatını gazetemizin Elif Eki için anlattı.

1969’da Almanya’ya gidip üniversiteye kayıt yaptıran ve o zaman Almanya’daki ikinci dershaneyi, Mainz’de açan Mehmet Orhan Ağabey ile 41 yılın ardından Almanya’da İslâmî hizmetlerin geldiği noktayı konuştuk. Kendisinin Alman vatandaşı olan eşi Sakine (Monica) Orhan Hanımefendiden ise İslâmiyeti seçmesine kadar geçen süreci ve başından geçen bazı olayları dinledik. Şevk ve şükre vesile olması duası ile…

Müslüman olmadan önceki adı Monica olan Sakine Orhan, İslâmı tercih edişini şöyle anlatıyor:

Mehmet Beyle tanıştığımda İslâmiyet ile ilgili bir şey bilmiyordum, Hıristiyandım. Müslümanların domuz etini yemediğini, içki içmediğini biliyordum. Bizde İslâmiyet denince “Muhammedane” diye tabir edilen haşa “Muhammed’e tapıldığı” yönünde bir anlayış vardı. Müslümanların ona taptıklarını düşünüyorduk. Yani yüzeysel, eksik ve basit bilgilerim vardı.

Gençken de inancı olan bir insandım, kiliseye mutlaka giderdim. Domuz eti yerdik, diğerlerinin yememesini onlar adına bir eksiklik olarak görüyorduk. Evlendiğimizde Mehmet’i kültürlü biri olarak tanımıştım. Üniversite mezunu aklı başında birisi, fakat evlendikten sonra gördüm ki Mehmet günün belli vakitlerinde odaya çekilip yerleri öpüyordu. Seslendiğimde bana hiç cevap vermiyordu. Bu sefer “Acaba bana küstü mü?” diye düşünüyordum. Öyle ya soru soruyorum, sesleniyorum cevap vermiyor… Bu süreç beni İslâmiyet ile ilgili sorular sormaya yöneltti. Artık sorgulamaya başlamıştım. Sürekli Mehmet’e sorular soruyordum ve verdiği cevapları mutlaka kitaptan kaynak göstererek bana göstermesini istiyordum. Bir nevî delil istiyordum.

Uzun süre sordukça sormaya devam ettim. İkna oluyordum, fakat sorduğum sorulara da hayret ediyordum. Nasıl bu soruları soruyordum bir türlü kendime inanamıyordum. Yani aklımızdan aslında bir çok şey geçiyormuş, ama bunları sormayı hiç düşünmemiştim. Sorguladıkça soruların ardı arkası kesilmedi. Mehmet’in kaynak göstererek cevap vermesi ve bilmediği şeylerle ilgili “Ben önce araştırayım ondan sonra sana anlatırım” şeklindeki yaklaşımları ve uzun sohbetler neticesinde İslâmiyeti inanç açısından benimsedim. İki senenin ardından ciddî olarak namaz kılmaya, Kur’ân okumaya başladım. Fakat içimde hâlâ kimseye söyleyemediğim sıkıntılarım, tereddütlerim vardı. Kimseye bunlarla ilgili bir şey diyemiyordum.

Tâ ki bir rüya görene kadar…

Rüyamda bir tepenin üzerinde canavarlarla dövüşüyordum, onlardan kaçmaya çalışıp yamaçtan aşağıya doğru koştum. Aşağıda beyaz kumlu geniş bir sahil ve masmavi deniz vardı. Ben denize doğru koşmaya devam ettim. Çok korkuyordum. Suya daldım, ama nefes almayı falan hiç düşünmüyorum, öylesine atladım suya. Denizin içinde türlü türlü hazineler altınlar, mücevherler var, ama onlar bana hiç cazip gelmiyordu. Denizin içinde beyaz kumlar arasında bir namaz cübbesi buldum, ona sarılarak aldım ve dışarı çıktım. Bu sırada sahilde daha önceden hiç tanımadığım nur yüzlü bir adam elinde asasıyla bana doğru geliyordu. Fakat tanımadığım için pek bakmıyordum. Bana “Kızım korkma, kimse sana bir şey yapamaz, bu cübbe Peygamber Efendimizin namaz cübbesidir” dedi. Uyandım tabiî, o nur yüzlü adamın Hz. Musa olduğunu düşünüyorum, çünkü elinde asası vardı. O geceden sonra hiç vesvesem kalmadı. O zaman hamileydim ve Ramazan yaz ayına (Ağustos) denk gelmişti. Rüyadan sonra namaza ciddiyetle başladım, önceki senelerde üç-beş gün oruç tutuyordum o sene üstelik Ağustos ayında oruçlarımı tam tuttum. O dönem benim için çok farklıydı…

Risâle-i Nurları okumaya nasıl başladınız, Almanca olarak mı okudunuz?

Risâlelerden önce evde ne kadar kitap, dergi, ansiklopedi, peygamberler tarihi kitapları v.s. varsa hepsini okudum. Tam bir kitap kurduydum yani. O zaman (25 sene önce) evimizde Yeni Asya Yayınlarından çıkan ne kadar kitap varsa hepsini okudum diyebilirim. Mehmet, hiç zorlayarak bir şeyi yap demezdi, ama kibarca hatırlatırdı, mecbur kalırdım. İyi kötü Türkçe öğrendim, tabi Elazığ şivesiyle, sonra Risâle-i Nurları okumaya başladım, ama bana Çince gibi geliyordu, hiçbir şey anlamıyordum. Sebat etmiştim bir kere, Mehmet’e kızmama rağmen inadımdan dolayı okudum. Risâlelerin beni etkilemesi ise hasta olduğum bir dönemde gerçekleşti. Çok hasta olduğum bir dönemdi, Mehmet işte çalışıyor, ben yalnızım, kimse yardım etmiyor tam bir ümitsizlik hali, bu nedenle de ağlıyordum. Kitap okumak için Lem’alar’ı elime aldım, rasgele açtığım yer Hastalar Risâlesi’ydi ve orada şöyle yazıyordu: "Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevî dermandır….”

Hem okuyor hem de ağlıyordum. Bana özel yazıldığını düşündüm. Tam ruh halime göre, sanki sadece benim için yazılmış gibiydi. İslâmiyet ile şunu çok iyi anladım, mutlaka her musîbetin sıkıntının ardında bir hikmet vardır. Bunun binlerce örneğini yaşadık. Önemli olan sabretmek. Risâlelerde çok defa rasgele bir yer açtığımda, ruh halime o anki sıkıntılarıma uygun yerler denk geldi. Bunlar her seferinde aklımı başıma toplamama yardımcı oldu. İnanıyorum ki inancı tam olan bir insan düşmanına bile kötülük yapamaz.

Genç yaşlarda evlendiğim için Türkçeyi çok daha iyi anlıyorum ve Türkçe risâleleri okuyorum.

Almanya’da tesettüre bakış nasıl?

Avrupalı kadınlar, erkeklerin kadınlarını örttüklerini düşünüyor. Arkadaşlarım “Eşin mi seni böyle örtüyor?” diye soruyorlar. Tabiî örtünmeye ilk başladığımda bir yere giderken ve dışarıda örtünme anlayışındaydım. Yani çok şuurlu değildim. Sonraları aklıma örtünmenin farz olduğu, yani Allah’ın emri olduğu geldi. Ya hep açacaktım ya da hep örtünecektim ve sonrasında hep örtündüm. Ardından ilk Almanya‘ya gittiğimde tereddütlerim vardı. Fakat beni görünce tebrik ettiler. İlk namaz kıldığımızda bizden utanıyor gibiydiler, yani ne yapacaklarını pek bilemiyorlardı. Sonradan alışmaya başladılar, biz namaz kılarken odadan çıkıp sessiz olmak, televizyonu kapatmak gibi hassasiyetleri oldu. Artık bize saygı duyuyorlardı. Biz evimizde ayakkabı ile dolaşmadığımız için gelenlerden de çıkarmalarını istediğimizde bize küsen, darılan oluyordu. Şimdi onlar da çıkarmaya başladılar. Eniştem Mehmet’in yakın arkadaşıydı. Eniştem ve ablam da Müslüman oldular. Ablam doğum yaptığında çocuğu hastaydı. Bebeğini kuvöze koymuşlardı, durumu iyi gözükmüyordu. Ablam orada anne şefkati ve çaresizlikle şöyle dua etti: “Ya Rabbi, sen bu çocuğu yaşatırsan, domuz eti yemem, içki içmem, namaz kılarım.”

Ama bunu bir pazarlık yapma niyetiyle söylemedi, adeta yalvararak dua etti ve şimdi çok sağlıklı bir çocuğu var. Sonrasında ciddî bir dönüş yaptı. Birkaç ay sonra tatil için Türkiye’ye geldiğinde namaz kılarken duaları kâğıttan okuyordu. Eniştem, Mehmet vesilesiyle Müslüman olmuştu. O sebeple kadın ve erkek arasındaki farklılıkları bilmediği için ablam da eniştemden erkek gibi namaz kılmayı öğrenmişti. Yaşayış ve fıtraten ablam İslâmiyete çok yakındı, bu açıdan onun Müslüman olmasına çok sevinmiştim. Kendisinde sahabelerin isar hasletini görebilirsiniz, “kendinde olmadığı halde başkasına vermek”. Ailemin diğer fertlerinden ateist olmadıkları, inançlı oldukları için ümitliyim.

Avrupa’da ben vejeteryanım (et yemiyorum) dediğinizde, içkiyi bıraktım dediğinizde kimse size karışmaz, ama domuz eti yemiyorum, içki içmiyorum dediğiniz zaman size sürekli teklif ederler.

Bir de gayri Müslim hayattan dönüş yaptıktan sonra geçmişinizden sorumlu olmamak çok önemli. Ama şimdiki hayatım size göre daha zor. Çünkü iman ettikten sonra eski hatalarımı tekrar yapmam mümkün değil, bu noktada daha dikkatli olmak gerekiyor.

Müslüman olduktan sonra benim ölüme ve ölüye bakış açım değişti. Eskiden cesaret etmem mümkün değildi, ama Müslüman olduktan sonra ölü yıkamaya gittim. İlk başta korkum yoktu diyemem, gece korkutucu rüyalar, kâbuslar görmekten korkuyordum. Yine de bir akrabamızın cenazesinde yıkamaya yardım ettim. O gece çok güzel rüyalar gördüm, sonrasında yine gittim. Bence gençken siz de ölü yıkamaya gidin, çekinilecek korkulacak bişi değil, önemli bir tecrübe.

Üstad Hazretleri, “Avrupa İslâma hamile” diyor, ben Üstad Bediüzzaman’ın bu müjdesinin doğmak üzere olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Orhan anlatıyor:

İki sene İ.Ü. Edebiyat Fakültesinde okuduktan sonra 1969’un sonlarında Almanya’ya gittim. Giderken yanımda bir valizim vardı, içinde külliyatım ve Kur’ân’ım ile gitmiştim. 21-22 yaşlarındaydım. Gitmeden önce Edebiyat Fakültesinde okurken kısa süreli olarak Nurtaşı’nda kaldım. Zübeyir ve Tahiri Ağabeyleri orada gördük. Tahiri Ağabeyin arkasında bir akşam ya da yatsı namazı kıldık. Ben o namazı hiç unutamıyorum. Belki beş dakika tekbir alması için bekledik. “Allahu Ekber” diyerek tekbir aldığında, kendimi çok farklı bir halde hissettim, rükûda ve secdede çok uzun kalmıştık. Namazın hakkını vererek, acele etmeden, tadil-i erkâna uyarak namaz kılmak, ağabeyler bu hususlara çok dikkat ederlerdi.

Almanya’ya ilk gittiğimde bir buçuk sene lisan eğitimi aldım. Üçüncü dönemin sonunda yurtta kalma hakkımız bitince Şaban Tok kardeş ile birlikte Mainz, Kastel’de ilk dershaneyi açtık. Sonradan Mehmet Çiçek Ağabey bize katıldı. Şaban kardeş çok kabiliyetli ve gayretli birisiydi. 1973-74 yıllarıydı, Mehmet Ağabey hastanede yatıyordu. Biz de Şaban kardeşle hastanelere gidip hastaları ziyaret ederek, tanıştıklarımıza Risâleleri anlatmaya çalışıyorduk. Mehmet Ağabey Bingöllüydü, bizim de Elazığlı olmamız vesilesi ile kendisini ziyarete gittik ve tanıştık. O gün orada ona Hastalar Risâlesini okuduk. Çok ciddî bir şekilde dinledi ve ayrılacağımız sırada “Bana o kitabı satın, ama ben Türkçe okumayı bilmiyorum” dedi. Biz de “öğretiriz” dedik. Hastaneden çıkınca çalıştığı yerden ayrılıp yanımıza geldi ve Risâle-i Nur’a dört elle sarılıp okudu. İlerleyen zamanlarda çok güzel dersler yapmaya başladı, ilim adamları hatta profesörler onun gibi ders yapamazdı. İlerleyen dönemlerde Ali Uçar Ağabeyle birlikte Almanya’daki hizmetlerde ciddî mânâda ilgilenip koşturdu.

Almanya’da düzenlenen “Bediüzzaman

Sempozyumu”nu yerinde izlediniz. 41 yılın ardından Almanya’da İslâmî hizmetlerdeki gelişme ne durumda?

Bizim gittiğimiz yıllardaki İslâmî hizmetler ve Risâle-i Nur hizmetleri arasında bu gün en az yüz kat gelişme söz konusu. Her yerde cami bulabilirsiniz, cemaatlerin evleri, çeşitli grupların mescitleri…

Almanya’ya ilk gidenler İslâmiyeti an’anevî bir tarzda yaşıyorlardı. Şimdi ise İslâmiyeti şuurlu bir şekilde yaşayan genç bir nesil yetişti. Din hizmetleri, gerçek ve sağlam kaynaklardan edinilen bilgilerle şuurlu bir hale gelmiş durumda. Yani sistemli bir şekilde hareket ediliyor. Üstad; “Bahtiyar Alman milleti” diyor, benim bu sözden anladığım ve müşahede ettiğim şudur: Mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi kâfirin her sıfatı da kâfir olmak gerekmediği kaidesince, Alman milletinde fıtrî olarak İslâmî vasıflar mevcut. Bu açıdan Müslümanlarla daha rahat iletişim kurup kolaylıkla İslâmiyeti tercih edebiliyorlar. Bu da onları bahtiyar konumuna yükseltiyor.

Sadece Mainz şehrinde dört tane dershane var, hemen yanındaki Wiesbaden bölgesinde yine bir dershane var, camiler, mescitler, Arapların camileri v.s.

Almanya’da Risâle-i Nur hizmetleri nasıl?

Köln, Hamburg, Worms ve Mainz’deki bütün dershaneleri gezdim (onbeşin üzerinde). Dershanede kalanlar çoğunlukla Türk, Alman ve Türk vatandaşlar derslere iştirak ediyor, her iki dilde dersler yapılıyor. Alman vatandaşlarıyla olan münasebetler sadece dersler tarzında değil, ilgi duyup soru sormaya gelenler oluyor. Ayrıca orada doğup büyüyen ve hizmet edenlerde çoğaldığı için daha verimli hizmetler oluyor. Meselâ Worms şehrinde, Almanya’nın en eski kiliseleri oradadır, kilisenin tam yanında bir dershane var, orada Alman bir kardeş Ene ve Zerre bahsini okudu. Etkili ve verimli bir ders oldu. Bir kardeşmizin anlattığı bir olay var. Kiliselerde belli zamanlarda üçyüze yakın papaz birlikte toplanıyormuş. Bizim kardeşleri dâvet etmişler. Onlar da kendilerinden bir şey olması açısından Fatiha’yı okumayı teklif etmişler, papazlardan sadece iki tanesi itiraz etmiş, diğerleri çok memnun olmuşlar ve kabul etmişler. Arapçasını ve Almanca mealini duyan papazlar, “Bu ifadeler ancak Allah kelâmı olabilir” ittifakında bulunmuşlar. Beşer kelâmı olamayacağını onlar da kabul etmiş.

Rahmetli Ali Uçar Ağabeyle birlikte olduğunuz dönemlerden hatıralarınız var mı?

Elbette çok hatıramız var, ama birden hatırlıyamıyor insan. Fakat Ali Uçar Ağabeyle ilgili şunları söyleyebilirim, benim müşahedem; kendisi kitleleri ardında sürükleyebilecek bir hitabet kabiliyetine sahip olan birisiydi. Bir ders sırasında “Münâcat” Risâlesini okumaya başladı ve bitirdi. İnsanlar onu uyumadan rahatça dinlerdi. Girdiği ortam nasıl olursa olsun mutlaka inisiyatifi eline alabilirdi. Bu yönüyle de müthiş bir kabiliyeti vardı. Medreseler arasında sürekli koştururdu. Kendisiyle Berlin’e Kur’ân’ın ilk basıldığı yıllarda defalarca gittik. Yolda cevşeni seri bir şekilde okur ve bitirirdi. Genel olarak da az uyuyup, çok okuyan ve zamanını hiç boşa geçirmeyen bir insandı.

Gençler bizim nesle göre çok şanslı. Bizim nesil risâleleri çok iyi anlayamadı, İnşallah gençler daha iyi anlayacak. Çünkü o zamanda araştıracak kitap, kaynak bulmak çok zordu. Meselâ şimdi risâlelerde haşir ile ilgili ne geçiyorsa anında bulabiliyorsunuz. Yeni tanzim edilen eserler anlama işini ciddî mânâda kolaylaştırdı. Yeni tanzim eserin hazırlanmasında emeği geçen ağabeylerden Allah razı olsun, külliyatın en mükemmel ve kapsamlı baskısı yapıldı, bundan daha iyisi bence mümkün değil. Külliyat indeks, sözlük, kaynakça, âyet, hadis ve şahıs-yer bilgileriyle daha kapsamlı hale getirildi. Bu araştırmak için önemli bir vakit kazancı sağlıyor. Bundan sonra yapılması gerek çalışma bence Risâle-i Nur terminolojisine yönelik bir çalışmadır, İnşallah yapılacaktır. Bizim nesilde geleneksel bir İslâmiyet ile iştigal ediliyordu, yeni nesil ise sorgulayarak araştırarak ilerleme kaydettikleri için İnşallah İslâmiyeti ve risâleleri daha iyi anlayıp yaşayacaklardır.

Gençlere yönelik tavsiyeleriniz nelerdir?

Risâlelerde namaz ile ilgili çok yerde bahisler var. Namaz gibi bir mesele üzerinde ciddî çalışmak lâzım. Namaz ve tesbihat çok önemli. Mânâsını anlayarak, şuurlu bir biçimde kılınması noktasında gençlikte daha dikkatli olmalısınız. Eğer mesleğiniz dâvânıza yardımcı oluyorsa bir mânâ ifade eder. Bir ağabeyimiz; ”Keşke şu karalahanadan aldığım lezzeti, namazdan alabilsem” derdi. Ben de bunun gibi keşke spora verdiğim ehemmiyeti namaza verseydim. (Kendisinin sportif faaliyetlerde yurtiçi ve yurtdışında önemli başarıları var.)

Yeni Asya gazetesinin 40 yıllık okuyucuları

arasındasınız. Gazetemizle ilgili neler söylemek istersiniz?

Yeni Asya’dan daha kapsamlı, gerçekçi ve mükemmel bir gazete bulamadım. Asrın tefsirini insanlığa takdim eden başka gazete yok. 40 yıldır yok, bugün de dahil. Gazeteyi öğretmen evi gibi umumî yerlere meccanen bırakır ve dağıtırdık.

KASIM ALBAYRAK / MELİH GÜNGÖR

Hayatı ve kâinatı okumak

Öğrencilerle birlikte öğretmenler de uzun bir yaz tatiline çıktılar. Bir yılın yorgunluğunu mu çıkarıyorlar dersiniz?

Acaba şimdi ne yapıyorlar?

Hızlı bir maraton yaşadıklarını düşünebilirsiniz. Uzun mesafe koşularında aniden durmak yoktur. Ani duruşlar kalbi de durdurabilir. Bu durumu bilen sorumlular koşucularına yavaşlayan bir tempo ile koşmalarını tavsiye ederler.

Dinlenmek nedir acaba?

Yan gelip yatmak mıdır?

Ya da hiçbir iş yapmamak mıdır?

Hâlbuki bu durumlar “çalışan Allah’ın sevgili kuludur” prensibine aykırıdır. Yine “iki günü bir olan zarardadır” hadis-i şerifine de terstir.

Öyleyse ne yapalım?

Tatilleri, izinleri fırsatlara dönüştürebiliriz.

Nasıl mı?

Tefekkür ederek… Okuyarak!

Öğretmenler ve öğrenciler yıl boyu çok okuduk diyebilirler. Madem ki okumaya alıştınız. Öyleyse alışkanlıkları farklı şekillerde yaz tatilinde de devam ettirebilirsiniz. Nasıl mı?

Âdetlerimizi ibadete çevirerek. Meselâ, kendimize bir okuma programı yapabiliriz. Okuma programında kâinat kitabı ve Kur’ân-ı Azimüşşan başta olsun. Sonra bu kitapların tefsiri olan Risâle-i Nurlar elimizde bulunsun. Günlük en az meselâ 20 sayfa okusak, ayda 600, üç ayda 1800 sayfa okumuş oluruz. Bunu iki katına çıkarabilirsek, külliyatın çoğunu okumuş oluruz. Okumayı her namazdan sonra yapabilirsek ve 5-10 sayfa ile devam ettirebilirsek ne güzel olur. Bu günde 50-100, ayda 1500-3000, üç ayda 4500-9000 sayfa eder. Bu hiç de zor gelmez.

Bunu yapmakla tefekkür ibadetini de yerine getirmiş oluruz. Yani “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadet etmekten hayırlıdır” hükmüne uymuş oluruz. Ne kadar kârlı bir ticaret değil mi?

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Muhakkak ki, göklerde ve yerde mü'minler için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden deliller vardır.” 1

Göklerde ve yerde Allah’ın varlık ve birliğine olan delilleri yaz mevsiminde okumak daha kolaydır. Eşyanın yaratılmasında karışıklığı gerektiren ve düzensizliğe sebep olan cömertlik ve bolluk, son derece uygunluğu ve düzeni gösteriyor. İşte yeryüzünü süsleyen bitkilere bakınız.

Hızlı yapılan işlerde kabalık ve ölçüsüzlük vardır. Bahar mevsiminde dünyayı süslendiren meyvelere bakınız. Ne kadar ölçülü ve düzgün değil mi?

Gayet kolay yapılan san'atlarda basitlik vardır. İşte yeryüzündeki ağaç ve bitkilerin programları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlar ve çekirdeklere dikkat ediniz. Ne kadar muhteşem değil mi?

Hem, karışmayı ve bulaşmayı gerektiren karışıklık, bilâkis mükemmel bir ayrıcalık içinde görünüyor. İşte bütün yeraltına karışık atılan ve madde itibâriyle birbirine benzeyen tohumların sümbül vaktinde farklı olmaları ve ağaçlara giren değişik maddelerin yaprak, çiçek ve meyvelere, karışmadan dağılmaları ve mideye giren karışık gıdaların farklı organ ve hücrelere göre mükemmel şekilde ayrılmalarına bakınız. Hikmetin mükemmelliği içinde kudretin mükemmelliğini görürsünüz.

Hem, ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği gerektiren gayet derecede bolluk ve son derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuâtça, san’atça son derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. İşte o sayısız san’at içinde, yeryüzünün Rahmânî sofrasında yalnız kudretin şekerlemeleri olan dutların nevîlerine bakınız. Rahmetin mükemmelliği içinde san’atın mükemmelliğini görürsünüz.

Bediüzzaman’ın kâinat kitabını okuyuşuna bir bakalım:

“Bütün rûy-i zeminde gayet kıymettarlık ile beraber hadsiz ucuzluk ve hadsiz ucuzluk içinde hadsiz ihtilât ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde gayet uzaklık ile beraber son derece muvâfakat ve benzeyiş ve son derece benzemek içinde gayet derecede suhûlet ve kolaylık ile beraber gayet derecede ihtimamkârâne yapılış ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde sür'at-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mîzanlı ve israfsızlık ve gayet derecede israfsızlık içinde son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-ü san’at; ve son derece hüsn-ü san’at içinde nihayet derecede sehâvet ile beraber intizam-ı mutlak, elbette, gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Hakîm-i Zülkemâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin vücûb-u vücuduna ve kemâl-i kudretine ve cemâl-i rubûbiyetine ve vahdâniyetine ve ehadiyetine şehâdet ederler, “‘En güzel isimler O’nundur.’ 2 sırrını gösterirler.” 3

Evet, yeryüzünde çok değerli olmakla beraber son derece ucuzluk var. Son derece karışıklık içinde son derece farklılıklar bulunmaktadır. Kâinatta ne bir fazladır, ne de bir eksiktir. Her şey ihtiyaca göre yerli yerine konulmuş. Hiçbir şey unutulmamış. Hiçbir şey basit değil. Her şey mükemmel. Hepsi gayet san'atlı. Bu muazzam hakikatler karşısında söylenebilecek söz, “Sübhanallah” ve “Allahu Ekber!”dir.

Kâinat kitabında bu gördüklerimiz bize Allah’ın güzel isimlerini okutturmaktadır. Hayatı ve kâinatı okumak aslında kendini insan bilen herkesin görevidir.

Değil mi?

Dipnot:

1. Casiye Sûresi, 3.

2. Haşir Sûresi, 24.

3. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 1085-108

AHMET ÖZDEMİR [email protected]

Üniversite hocaları kariyere mi saplandı, yoksa hâlâ idealizm var mı?

Dostlar! Bakın 20 yaşındaki Eşref ne diyor? Eşref 20’li yaşlarda bir üniversiteli. Güzel de bir fakültede okuyor. Ama o farklı üniversite ideali de bitmiş değil. Düşünmenin ötesinde ciddî ciddî hazırlıklar da yapıyor. Girdiği sınavda çok da başarısız olmadığını düşünüyor. Eşref’in gündemini meşgul eden ciddî konular var. Günahlar, günahlar…

Eşref işlediği günahlardan oldukça rahatsız. Hatta aynı günahı defalarca işlemekten de çok rahatsız. Kendine söz geçiremediğinden bahsediyor. “Nefsim oldukça güçlü, ona çoğu kez söz geçiremiyorum. Ben onu değil, o beni idare ediyor. Hatta çoğu kez de, yanlışımı bile bile adım atıyorum. Bu beni kahrediyor. ‘Nasıl bir insan kendine söz geçiremez’ diyorum. Ama yine de bir şey yapamıyorum. Bunu aşmak istiyorum. Mutlaka bir çaresi vardır diye düşünüyorum. Ve arayışım sürüyor. Büyüklerimin anlattığı nasihatler bana oldukça mantıklı geliyor. Seviyorum da. Ama gel gör ki, evime döndüğümde ayrı bir Eşref karşıma çıkıyor. Kendimle konuşup duruyorum. ‘Sen ne biçim insansın’ diyorum. ‘Hiç mi korkmuyorsun, hiç mi utanmıyorsun’ diyorum. Ama yine de arzu ve istekler baskın geliyor ve günahlara sürükleniyorum.”

Evet. Eşref böyle diyor. Daha söylediği çok şeyler var. Üniversitede kaç tane hocasına gitmiş konuşmak için, “Pek çok hoca ilk gittiğinizde güzel, ama üçüncü kez gidilecek insanlar değil” diyor. Eşref, gittiği hocalarının iyi de insanlar olduğunu, namazlı olduklarını tahmin ettiğini, ama ne acı ki ikinci kez gidecek yüzü bulamadığını ifade ediyor. “Bir keresinde bir ümitle ikinci kez odasına gittiğim hocanın gözlerinde, ‘Ne diye, yine geldin?’ bakışları vardı. Hatta bu hocamız da hemşerimdi. Dolayısıyla bir daha kapısının bile önünden geçemez hale geldim. Nedense hocalar, kendi dünyasının işleriyle meşguller. Belki onlar da haklılar, ama bize de yol göstermelidirler” diye konuşması sürüp gidiyor.

Eşref’le tanışmamız ilk kez, dönemin başlarında oldu. “Hocam! Siz Kürt müsünüz?” diye ürkek ürkek bir soruyla başlamıştı. Ben de, “Ez Türküm” deyince keyiflice bir gülmüştü. Bu kardeşimizle, dinimiz bir, vatanımız bir, ama dilimiz farklı idi. Yani üçte iki birlikteliğimiz vardı. Hani ‘Dil, din bir ise, millet birdir’ bilinen bir gerçek idi. Bizde ise Eşref ile aramızda üçte iki bir birliktelik vardı. Hatta sonra o diğer ‘bir’i de halletmiştik ve ‘Milliyetimiz İslâmiyet olsun ve üçte üç bir birlikteliğimiz olsun' demiştik. Hakikaten o da, “Hocam din zaten hepimizin” demişti. Tanışmamız böyle idi Eşrefle.

Hatırımdan bu diyalog hiç çıkmadı. Dönem boyunca, Eşref’in gözü benim üzerimde, benim gözüm de Eşref’in üzerinde oldu. Yani Eşref’in gözlerinden kendisine güvenebileceği ve bir şeyleri konuşabileceği birilerini aradığı anlaşılıyordu. Ben de Eşref’e ve onun sorularına karşı hep duyarlı oldum. Çünkü bir tanımlama arayışı içerisinde olduğu aşikârdı.

Sonunda kendisinde bir kanaat oluşmuş olmalı ki, “Hocam sizi biraz meşgul edebilir miyim? diyerek söze başladı. Ben de, ‘Ben de beni meşgul edecek birilerini arıyordum’ dedim. O da, ‘İşte o benim’ dedi. Gülüştük.

Hocam,

lütfen

sizden

bir program

istiyorum

Derken bir süreç başladı. Ama henüz herşey çok rahat konuşulabiliyor değildi. Hâlâ kendisi üzerinde bir tedirginlik hali vardı. Odama geldiğinde kendisinde biraz kararlılık gördüm. “Hocam, ne aileden manevî bir katkı var, ne de beraber kaldığımız evdeki arkadaşlardan. Hepsi değişmesi zor belli bir düşünce kalıbı içerisinde. Ben ise, bu gidişatın pek sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Onun için de ne yapıp edip, öncelikle içinden olduğum bu ortamdan okul değiştirerek, sonrasında da kendime ‘okuma odaklı bir hayat’ kurarak kurtulmak istiyorum. Henüz treni kaçırmadığımı düşünüyorum. Lütfen siz bari bizi itmeyin. Bana ne derseniz yerine getirmeye hazırım. Sizin beslendiğiniz kaynakları merak ediyorum. Sizi kendime model olarak kabul ediyorum. Siz, bizimle yürekten konuşuyorsunuz. Bu çok net anlaşılıyor. Şimdi sizden izin istiyorum, eğer yaz boyu sizi rahatsız etmezsem, zaman zaman aramak istiyorum. Tavsiye edeceğiniz kitapları okuyup bitirdiğimde, sizinle mütalâa etmek istiyorum. Seneye de göreceksiniz, eğer aynı okulda kalırsam, sizinle tv programlarına ve sohbet programlarına katılmak istiyorum.”

Eşref bize çok şeyler öğretti. Akademisyenliğin, sadece kendi rotasında ilerlemekten ibaret bir süreç olmaması gerektiğini ifade ediyor. Hocaların etrafında, hayatın dalgaları içerisinde sağa sola savrulan nice öğrencilerin varlığına dikkatleri çekiyor. Üniversite hocalığının sadece teorik ders anlatmaktan ibaret olmaması gerektiğini ve öğrenciyi de sadece not için yaşayan, not peşinde koşan insanlar olarak görmemek gerektiğini ifade ediyorlar. Yani öğrencilere göre, ‘ne hocalar kariyer, ne de öğrenciler not hastasıdır’ anlayışının yerleşmesi gerektiğini ifade ediyor.

Biz, hocanın her söylediğinin doğru olmadığını üniversitede, batılı ilköğretimde öğreniyor.

Bakın Eşref neler söylüyor: “Ben, taşıdığı düşüncesini, birikimini, çevresini bildiğim hocamın odasına gidiyorum. O, hiç oralı olmuyor. Hiç o düşüncelerini bizimle paylaşmıyor. Sanki öyle bir düşünce içerisinde değilmiş gibi davranıyor. Oysa hocanın branşındaki bilgileri paylaşması ayrı, düşünce dünyasındaki bilgileri paylaşması ayrıdır. Hocaların da bu anlayışta olması lâzımdır. Yani biz dışarıdan onların nasıl bir düşünce içerisinde, nasıl bir camiada olduklarını biliyoruz, ama onlar biz bilmiyoruz gibi davranıyor. Oysa yıkıcı düşünce içerisindekiler çok daha cesur ve bilinçli davranıyorlar. Yani düşünce dünyalarının gerektirdiği bilinci hayatlarında yaşıyorlar.”

Evet, Eşref çok ileri sözler ediyor. Katılırsınız ya da katılmazsınız. Ama onun dünyasına yansıyanlar bunlar. Hocaların da öğrencilerin de kendilerine bakışta ve taşınan vizyonda bir bakıma girmek gerektiği anlaşılıyor. Doğrusu bu öğrenciler, hocaların düşündüğü gibi, öylesine bir öğrenci gibi konuşmuyorlar. Bu çok güzel bir gelişme. Böyle öğrenciler, hocaları da harekete geçirecek bir vizyon taşıyorlar. Öğrenciler geliştirici, itekleyici, değiştirici ve öğretici birer etken olarak artık yetişiyorlar.

Onun için gençler üzerinde olumsuz düşünce üretmek hiç de doğru değil. Benim konuştuğum ve etkilendiğim şu Eşref’i yakın gelecekte çok yazılarımızda ve çok birlikteliklerimizde hatıra arkadaşı olarak göreceksiniz İnşallah.

SEBAHATTİN YAŞAR [email protected]

Sebepleri ve sonuçları yaratan Allah’tır

Genellikle çocuklara sorulan bir soru vardır. Tekerleme gibi; “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” diye.

Her neye bakarsak bakalım, sebep-sonuç ilişkisiyle benzer sorular gelir aklımıza. “Çekirdek mi meyveden çıkar, meyve mi çekirdekten? Ağaç mı çekirdekten çıkar, çekirdek mi ağaçtan?” gibi. Buna benzer soruları çoğaltmak mümkün aslında.

Buradan neden, nasıl, niçin soruları çıkar karşımıza. Çoğu kez de yerinde kullanmayız bu soruları nedense. Bazen nasıl sorusunun cevapları, niçin sorusunun cevapları gibi söylenir de, bu cevaplar bu sorunun değil, diyemeyiz bir türlü.

Çünkü “bilimsel gerçekler” adı altında verilen cevaplar aslında nasıl sorusunun cevaplarıdır. Hâlbuki eşyanın niçin ve hangi hikmet ve gayelerle yaratıldığı sorularına, bilimden çok din ve felsefenin cevap vermekte olduğunu Prof. Arthor Thomson, “Hakikat yalnız bilimin gösterdiğidir demek doğru değildir. Çünkü bilim, ‘Bu nedir? Hangi sebeplerle meydana gelmiştir?’ sorularının cevaplarını verir. ‘Bu niçin böyledir? Bunun mânâ ve gayesi nedir?’ sorularına bilim cevap vermez, din ve felsefe verir” diyor. Bizim pek çok profesörümüzün kulakları çınlasın. Bilim adamlığı nasıl olurmuş, öğrenmeleri için.

Bilim, “Bu nedir? Hangi sebeplerle meydana gelmiştir?” sorularına doğru cevaplar vermeye çalışır diyorum, çünkü 19. yüzyılda, bilimsel gerçek diye atomun parçalanamayacağını kabul etmişti de, sonra bunun yanlışlığı yine bilimle ispatlanmıştı.

Bilimin verileriyle Kur’ân ve sünnetin hükümleri arasında çelişki varsa, Kur’ân ve sünneti yorumlamada acele etmeden, bilimin verilerinin doğru olup olmadığını sorgulamalıyız. Böyle bir durumla karşılaşınca ya bilimin doğru diye ortaya koyduğu veriler, kesin değildir veya Kur’ân ve sünnetin o konularda doğru yorumlara ihtiyacı vardır, diye bakılırsa, bilim adına dini, din adına da bilimi reddetmemiş oluruz.

Haddi zatında bilimle din çatışmaz. Çünkü bilim, âdetullah veya sünnetullah denilen tekvinî iradenin sonucudur. Kur’ân’ın hükümleri ise teşriî iradenin sonucu olarak vaz’ edilmiştir. Hem bilimin, hem de dinin hükümlerini koyan Allah’tır. Yani kanun koyucu birdir. Elbette ikisi arasında çelişki olamaz. Çelişki var diyorsak, haddi zatında çelişki kendimizdedir.

Bir harika tablo düşünelim. Tablodaki şahane resmin nasıl olduğunu bilime soralım, ne cevap verir? Resim kâğıdı, çeşitli boyalar, bu boyaların kâğıt üzerindeki dağılımı, renklerin birbiriyle uyumu, fırça ve fırça darbelerinin boyaların dağılımına etkisini açıklar bize. Bütün bunlar gerçekten de doğru şeylerdir.

Fakat fırçayı tutan eli, o elin sahibini ve onun ressamlık bilgisini, bu bilgiyi belirli bir gaye ve hikmetle kullanmasını, bundan hangi neticeyi elde etmek için bu şahane tabloyu yaptığını, bilim ortaya koymaz. İşin bu kısmıyla din ve felsefe uğraşır. Eğer felsefe, dinle barışık ise, doğru sonuçlara uğraşır. Değilse çıkmaz sokaklarda bocalar durur.

Bilimin ortaya koyduğu hususlar tablonun meydana gelmesi için sebeplerdir. Tablo ise neticedir. Bu sebepler, bu neticeyi getirmiş demek; ressamda bulunan resim bilgisi, iradesi ve kudretinin kâğıtta, fırçalarda ve boyalarda vardır, demekle eşittir. Şimdi düşünelim. Bu özellikler, tabloyu meydana getiren sebeplerde bulunmadığına göre, şaheser tabloyu yapan ressamdır demek, aklın gereğidir. Demek ki tablodaki tezyinat resimden değil, ressamdandır.

Aynen bunun gibi, eşyanın var olmasını da böyle düşünmeliyiz. Bediüzzaman Hazretleri “Kadir-i Külli şey esbabı halketmiş müsebbebatı da halk ediyor. Hikmetiyle müsebbebatı esbaba bağlıyor. Müsebbebin yüzündeki tezyinat ve maharetler kendi kudretini zişuurlara bildirmek isteyen Sani-i Hakime işaret eder.”1

Bütün zişuurlara Kendini tanıttırmak için “Cenâb-ı Hak ism-i Hakim muktezasıyla esbap perdesi altında icraat yapar.”2 diyerek bunu beyan eder.

“Sebepler aciz, cahil, camid, sağır ve kördür.”3 Cansızdır; ilim, irade ve kudret gibi özellikleri yoktur. Cahildir; bizleri bilmiyorlar, tanımıyorlar. Acizdir; plan, program, tertip ve düzen gibi şeyleri yapamazlar. Sonuçlara baktığımızda ise, ilim, irade ve kudret gibi sıfatların fonksiyoner olduğunu apaçık bir şekilde görürüz. İşte bu ilimsiz, iradesiz, kudretsiz sebeplerbu neticeleri meydana getiremeyeceğine göre, bunları belirli bir plan program ve ölçü içerisinde bir araya getiren müsebbib’ül-esbab vardır. Bu da Allah’tır demek mecburiyetindeyiz.

“Esbab bir perde-i zahiriyedir.”4 der, Üstad Bediüzzaman Hazretleri. Belki de bu perdeler bizim imtihanımızdır. Perdenin arkasında yaratanı görüp O’na iman ve itaat ediyor muyuz, diye. Cenâb-ı Hak, Ankebut Sûresinin iki ve üçüncü âyetlerinde “İnsanlar ‘İman ettik’ demekle bırakılıp ta imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar.” “And olsun ki biz sizden evvel gelip geçenleri de imtihanlara uğrattık. İşte imanında sakat sahibi olanlarla yalancıları Allah böylece ayırdeder” buyurmak suretiyle “Elest” bezminde verdiğimiz sözümüzün devam edip etmemesi noktasında sebeplerle sonuçların arasında kendini esbap perdesinin arkasına gizleyerek akıl gözümüzle görebiliyor muyuz diye bizleri imtihan etmektedir.

İman ve İslâm’daki sadakat imtihanından yüz akıyla çıkmayı, Rabbim herkese nasip etsin.

MEHMET KOVANCI

HAYAL

Kelebek ne ister? Bir neyzen neyine üflerken ne hayal eder? Ferhat Şirin’i ararken bulacağını biliyor muydu? Hz. Yusuf düştüğü kuyuda umutsuzluğa kapılmadı mı? Mevlânâ gel derken, Üstad hizmet diye haykırırken, Peygamberimiz dine dâvet ederken, Hz. Ömer müşrikken, Hz. Hatice kervanını Efendimize (asm) emanet ettiğinde ilerisini düşünmüş müydü?

Doğruyu ve güzel işi haykırmalısın. Sonunu düşünmeden o an seni dokuzuncu köyden de kovacaklarını bilsen de yalana değil her zaman doğruyu konuşmalısın… Korkmamalısın; eğer korkarsan gerilersin. Engellere takılır olduğun yerde kalırsın; korkun olursa başarılı olamazsın…

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da

yine gel.”

Ne olursan ol sana açık bir kapı var ve içeriye adım attığın vakit keşke demeyeceksin. Mevlânâ meşhur olmak ve Dünya’nın bilindiği birisi olmak için mi böyle dedi. Hayır, o büyük bir hayal kurdu. İçinde mutlu çocuklar, özgür insanlar, her yerde imanın ahlâkı ile tertemiz bir Dünya’nın hayalini kurdu…

Üstad hizmet diye haykırırken; tanınmış olmak mı istedi. Hayır, o da büyük bir hayal kurdu. Herkesin Kur’ân ile ahlâklanmasını ve gençlerin yanlış yollara sapmadan düzgün bir hayat yaşamalarını, Rablerini yakından tanımalarını istedi…

Peygamberimiz dine dâvet ederken, Taifli çocuklar kendisine taş atarkenz tanınmayı mı istedi… Hayır, o da (asm) çok büyük bir hayal kurdu. Gelen vahiyleri bizler için sunarken bizleri gördü. Hz. Hatice bütün inananlar tarafından anne olmayı mı istedi? Hayır, o büyük bir hayal kurdu. ‘Ben İslâmın ilk öncüsü olarak en iyi şekilde hizmet etmeliyim’ dedi…

Yusuf kuyuda karanlık içindeyken umutsuzluğa düşmedi mi? düştü, ama o da hayal kurdu. Kardeşleriyle iyi geçineceği günleri ve iyi bir insan olmayı hayal etti. İyi bir insan olarak hizmet etmeyi diledi. Yusuf kara kuyuda, onu kurtaracak bir eli bekledi ve o el Yaratanının eliydi…

Kelebek sonsuza uçmayı isterken; hayatı bir gün olsa da bütün yaratılanları görmeyi istedi. Neyzen üflerken baş pareye; Rabbine bir kat daha yaklaşmayı hayal etti. Hayal kurdular çünkü hayalleri görevleriydi…

Herkesin hizmeti hayalidir ve “İnsan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde bir şey. Adeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.”

Ama bu bütün hayallerde bir ortak nokta var ve bu en önemlisidir. Rabbimize ulaşacak hayallerimiz bizim için hayırlıdır. Manevî hayallerimiz bizi basamak attırır…

Yoksa evim olsun, diplomam olsun ne işimize yarar ne de bizi ileriye götürür. “Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Oysa ben olmayan şeyleri hayal eder ve derim ki: Neden olmasın?”

Çok büyük bir hayal kurdum ve içinde Peygamberimizin, Üstadın, Mevlânâ’nın ve diğer büyük şahsiyetlerin hayalide var. Her türlü zorluğa karşı, imansız bir dünyaya iman ile tek yürek olmak…

MERVE İRİYARI

KÂİNAT VE SEVGİ

Kâinatın mayası muhabbetle yoğrulmuştur. Kâinatın yaratılış sebebi muhabbettir. Kâinatın nuru, hayatı muhabbettir. İnsan kâinat ağacının meyvesi olduğu için, kâinatı içine alacak bir muhabbet, meyvenin çekirdeği olan kalbine yerleştirilmiştir. İnsan, kâinatı kuşatabilecek bir sevgi çekirdeği taşımaktadır.

İnsanın fıtratında cemâl, kemâl ve ihsana karşı sevme/muhabbet meyli vardır. Cemâl, kemâl ve ihsan derecesine göre muhabbet ziyadeleşir, aşkın en son derecesine kadar gider. İnsan bu meyli mecazi mahbublara sarf etmeden asıl gayesine yönlendirmelidir. Bu sonsuz muhabbete lâyık olacak, sonsuz bir kemâl/mükemmellik sahibi olabilir. Bu sonsuz muhabbet, hakikî sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâl’e verilmelidir. O, bu hadsiz muhabbete lâyıktır. Bütün eşya O’nun nâmıyla ve O’nun âyinesi olduğu cihetle sevilmelidir.

İnsanın mahiyeti yüksek, fıtratı geniş olduğundan binler ihtiyaçlarla bin bir Esmâ-i İlâhiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Şiddetli ihtiyaç, iştiyaktır; şiddetli iştiyak, muhabbettir; şiddetli muhabbet dahi aşktır. Ruhun mükemmelleşmesine, kemâle ermesine göre muhabbet mertebeleri, Esmâ mertebelerine göre gelişir.

İnsan için en parlak saadet ve en tatlı nimet Allah’ı sevmektir. Bütün hakikî saadet, hâlis sevinç, şirin nimet ve sâfî lezzet Allah’ı tanımak, bilmek ve sevmektir. Allah’ı bilmeden ve sevmeden hakikî anlamda saadet ve sevinç olmaz.

İnsan ebed için yaratılmıştır. İnsanın hakikî lezzetleri ancak marifetullah (Allah’ı tanımak ve bilmek), muhabbetullah (Allah’ı sevmek) ve ilim gibi ebediyet işlerindedir.

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni sevgililere sarf edildiği vakit, ya o aşk kendi sahibini azap ve elem içinde bırakır veya o mecâzî mahbub (sevgili) o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâkî bir mahbubu aratır, mecâzî aşk hakikî aşka dönüşür. Bir insan muhabbetini Allah’a verirse, O’nun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever; mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini azaltmaz, ziyâdeleştirir.

Allah’ı sevmek, O’nun istediklerini yapmaktır. İstedikleri ise en mükemmel bir sûrette “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk” (Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) sırrına mazhar olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’de (asm) görülüyor. Cenâb-ı Hakk’ı sevmek, Hz. Muhammed’e (asm) uymayı gerektiriyor.

İnsanın korku ve muhabbeti halka yöneldiği takdirde, korku bir belâ, bir elem olur; muhabbet bir musîbet gibi olur. Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir. Muhabbet, Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfat ve esmâsına sarf edilmelidir.

Dünya ve içindekiler mânâ-i harfîyle sevilmelidir. Yani Cenâb-ı Hakkın sıfat ve esmâsına âyine olduğu cihetle sevilmelidir.

Dünyaya aşk ve alâka pek mânâsızdır. Dünya bir kitab-ı Samedânîdir, mânâsını bil, al, nukûşunu (nakışlarını) bırak git. Bir mezraadır, mahsulünü al, muhafaza et, geri kalanına kıymet verme. Bir misafirhânedir, misafirhâne sahibinin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde hareket et. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle uğraşma.

İnsan, kâinatın Hâlıkını bütün mahlûkat üzerinde sevmeli ve sevgisini şöyle dile getirmelidir: “Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbâlarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tâzib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini başı boş bırakıp idam etme. Yâ Rab! Resûl-ü Ekrem (asm) hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan et. Yâ Rab! Kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanetinde emin kıl.”

Şüphesiz “Dua edin, cevap vereyim” buyuran Hâlık-ı Zülcelâl, duamızı işitecek ve mutlaka cevap verecektir.

İman ve Allah sevgisinin neticesi, dünyanın bin sene mesûdâne hayatı, bir saatine değmeyen Cennet hayatı ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâl’in müşahedesidir. Allah, bizi bu neticeye ulaşanlardan eylesin, âmin...

(Yukarıdaki metin Risâle-i Nur Külliyatından bir derlemedir.)

MEHMET SEVİLİ

YOL KEYFİ

Yolda giderken, tarlalara baktım. Daha önce hiç fark etmemiştim; onları böyle görmemiştim. Yemyeşil mısır tarlalarının hemen bitiminde kupkuru buğday tarlaları uzanıyordu. Halbuki, kısa zaman önce aynı yoldan geçtiğimde hepsi yemyeşil idiler. Yanımdakilere sordum, dikkatinizi çekti mi? Mısırlar yeşil kalırken, aynı güneşin altında buğdaylar sararıyordu. Şartlar aynıydı; ama Allah şartlara göre değil, bizim ihtiyacımıza göre sevk ediyordu mevcudatı. Bize rızık olsunlar diye. Ayrıca yeşiliyle, sarısıyla, mavisiyle insanın estetik duygularını kışkırtan bu harika manzara da cabası…

Suat Ünsal

ALLAH'IM

‘Benim hakikî sevgilim

Gerçeklerin hepsi Sende,

Ebedî aşk, sonsuz sevgi...

İyilerin hepsi Sende..

Bir kuluna tutulmuştum,

Geçici olmayanlar Sende:

Bu yolu doğru bulmuştum,

Doğruların hepsi Sende.

Yoluna düştüm güzelin

Güzellerin hepsi Sende...’

Şule Yüksel Şenler, Huzur Sokağı

AY HERKESİNDİ

Yaşlı-genç, erkek-kadın, her ırktan, her kültürden insan, ister zengin olsun ister fakir, aynı anda aya bakabilir ve ondan istifade edebilirlerdi. Ay herkesindi. (…) Gökte ay vardı. Ay hiç kimsenin değildi. Ay herkesindi.

Ay Terapisi, Mustafa Ulusoy

Ölen ölür, kalanlar gün bekler,

Bebekler doğar doğmaz ecele emekler…

Asım Yapıcı

MAHŞERDE MİZAN

Bu suçlarla beni tartarsa Rahman

Kırılır rûz-ı mahşerde mizan

(Eğer Rahman, benim amel defterimi mahşer günü bu suçlarla tartarsa, mizan terazisi bu yüke dayanamayıp kırılır.)

Mesihî

ANNECİĞİM

Ak saçlı başını alıp eline,

Kara hülyalara dal anneciğim!

O titrek kalbini bahtın yeline,

Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,

Gecenin ardında yine gece var;

Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,

Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,

Kanadın yayılmış, çırpınmak için;

Bu kış yolculuk var, diyorsa için,

Beni de beraber al anneciğim!...

Necip Fazıl Kısakürek

CAN ESKİMEZ

Eskiden yeterdim kendime

Artardım bile...

Şimdi ne yapsam nafile!

Ve

Kim demiş "Can eskimez" diye...

Bu can tedirgin tende

Can da eskimiş,

Ben de...

Bedri Rahmi Eyüboğlu

TAŞI İKİYE BÖLEN SON VURUŞ DEĞİL

‘’Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa. Ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz. Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir. İşte o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.’’

Jacob RIIS

ALLAH NAMINA

Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen: Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm.

Sözler, Birinci Söz, 18

GÜN EKSİLMESİN

Her mihnet kabulüm, yeter ki

Gün eksilmesin penceremden!

Cahit Sıtkı Tarancı

RAHAT

Terk-i rahat eyle rahat andadır!

(Rahatını terk eyle. Gerçek rahata ancak bu şekilde erişebilirsin.)

Keçecizade İzzet Molla

DERMAN

Bir gün bulur elbet arayan derdine derman!

Keçecizade İzzet Molla

SÜKÛT ETMEK

Sükût etmek gibi âlemde nadana cevab olmaz! (nadan: cahil)

Kefevî Şefi’î Dede

DÜNYA EVİ

Dünya evine konduk oturduk bir iki gün!

Fuzulî

KORK

Yaşlanmaktan kork, gençliğinin kıymetini bilememişsen. Unutulmaktan kork, arkanda iyi bir eser bırakamamışsan. Ölmekten kork, ölmeden önce ölmeyi becerememişsen...

Hz. Mevlânâ

AHBAB

Noksana nazar eyleyen ahbab değildir...

Haşmet

YA ÖMER

İstemez misin Ya Ömer? Dünya onların, ahiret bizim olsun...

Peygamberimiz (asm)

İÇİMDEKİ ALEV

İçimde öyle bir alev yanıyor ki, söndürme amacıyla su içmeye kalksam suda boğulurdum.

İskender Pala, Katre-i Matem, s. 213

ENDÜLÜS

Sizin düşünmeyi bile göze alamadığınız şeyleri, biz göz kırpmadan yaparız. Endülüs geriye bakanların değil, gemileri yakanlarındır…

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

NUR’A HASRET DÜŞLERİ

Üşür ellerim uzanmazsa kırmızılığına

Tenim sararır,

Mahzun düşer yüreğim işitmesem rüzgârlarını,

Kırılırım düşerim ‘Van Kalesinden’

Yetişmezse dâvâm sadâları…

Bir öksüz çocuk olurum

Okşamazsa nurun ılık nefesi saçlarımı

Suskun medreselerin tesbihinde,

Gözü yaşlı bir suskunluk olurum.

Âlimlerin sorgusunda

Yükselen sesini duymayınca

En büyük cahil ben olurum

Boynum düşer omuzlarıma,

Zindanlarda dimdik duruşunu görmeyince

Zulmü olurum bütün zalimlerin

Başındaki sarığın kokusunu çekemeyince ciğerlerime

En içli yaralarıma kangren olurum…

Ey nur tanımasaydım seni

Ve sen okumasaydın beni

Karanlık olurdum güneşin en aydın vaktinde

Dilsiz olurdum hakikatin haykırdığı yerde

Ey Üstad,

Ey bembeyaz sarığına sürgünü olduğum yar

Sen olmasaydın

Sen yazmasaydın

Kanım nefsin mürekkebi olacaktı

Ve bütün günahları kalbime yazacaktı.

Özlüyorum seni

Ey kahraman!

Özlüyorum seni

Ey Bediüzzaman!

Özlüyorum…

Muhammed Zorlu

YÜZSÜZÜM

Senin huzuru tahtında ne haddime izinsiz işler yapmak.

Dokunabilir mi aynalara hiç bu eller;

Mırıldanabilir mi bu dil?

Duyar mı bu kulak hele!

Bakabilir mi; güneşe, aya, denize, denizin içindekilere, gökyüzüne;

Güzel yüzler yarattın elbet, ama izinsiz nazar edilebilir mi, bakışlarını müştak yarattığın o yüzlere?

Ama ne yazık ki;

Cüz’î verdiğin bu iradeyi yıkmak kolay olmak misüllü,

Ben de...

Dergâhı İlâhinin affı bol, onun için buradayım zaten;

Onun için af diliyorum.

Bir sana yüzsüzüm. Zira sana yüzsüz olmam gerek.

Zira sana yüzsüz olmam gerek biliyorum.

Uykumun ağırlığından dolayı vurduğun şefkat tokatlarından kime sığınabilirim, kime el uzatabilirim ki!

Ersin Acar

KÜÇÜK YETİŞKİNLER

Oyuncak bahçesine düşmüş büyük çocuklar

Nerden geldiniz Allah aşkına,

Neden bu kadar kayıtsızsınız kendinize ve akıbetinize

Sadece oyun ve oyalanmalar mı sizi mutlu eden

Yoksan sarhoşluklar mı eğlencelerle hayatı tatlı kılan

Nereye gidiyorsunuz, sorusuna nedir cevabınız, yoksa

Cevabınızı haşirde mi almak niyetiniz

Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmezse

Eğer, nedir sizin yaşadığınız

Ve var mı hâlâ ruhunuzda ve kalbinizde

Tozlu insaniyet kırıntıları…

Arafat Deniz

MEKKE-İ MÜKERREME’DE YAĞMUR

Mor dağlar, mor bulutlar, eşinir soğuk rüzgâr,

Gök şimşekle uğuldar, boşanır, akar sular,

Bir rahmet cilvesiyle göle döner sahralar,

Gönül hüzün içinde, gözlerim ufka dalar...

Dr. Hikmet Erbıyık

11.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (03.07.2010) - Said Nursî, hayatını iman kurtatmaya adamış bir mücahit

  (27.06.2010) - Ezanlar okundukça…

  (19.06.2010) - Türkçe ezan laikliğin iflâsı oldu

  (12.06.2010) - İkinci Elif, ikinci yaşında

  (05.06.2010) - Zulüm devam etmez

  (29.05.2010) - Feth-i Mübîn

  (22.05.2010) - Mazhar Osman’dan ibretli bir hamiyet-i milliye dersi

  (16.05.2010) - Risale-i Nur gençliği

  (08.05.2010) - Sen benim için gönderilmiş şefkat kahramanısın anne!

  (24.04.2010) - Birinci Meclis tarumar edildi


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.