Muzaffer KARAHİSAR |
|
Ramazan bereketi |
Ramazan orucunun birinci günü huzurevinde katlarda yatağa bağımlı yaşlı insanları ziyaret etmek, duâlarını almak ve Ramazan-ı Şeriflerini tebrik etmek maksadıyla dolaşmaya başladım. Yaşlılık ve hastalık sürekli yatarak günlerini geçiren insanların çok neşeli, sürurlu, mutlu ve halinden memnun olmalarını düşünmek mümkün değil. Ancak bu ziyaret esnasında yaşlı insanları her günkünden farklı gördüm. Ramazan ayının nuru, güzelliği ve verdiği mutluluk simalarına yansımıştı adeta. Herkeste bir canlılık ve heyecan vardı. Okuyanlar, dua edenler, zikir edenler, tesbih çekenler, radyosundan Kur’ân-ı Kerim dinleyenler velhasıl her yerde kârlı ahiret ticaretinin yapıldığı manevi bir hava hissediliyordu. Ramazan ayının başladığını bilemeyen ya da öğrenememiş olanlar da benden öğrenince hemen yüzlerini sevinç ve tebessüm kaplıyor; selamıma mukabele ediyorlar ve iyi dileklerini bildiriyorlardı. Ziyarette selâmlar, karşılıklı duâlar, sohbetler ve eski Ramazan âdetleri de konuşuluyordu ki yan odada bulunan, henüz ziyaretini yapamadığım Remziye Teyze’nin sesi yükseldi. Anladım ki benim kendisini de ziyaret etmemi bekliyordu:
Ramazan geldi dayandı, Camiler nura boyandı, Vay benim canım efendim, Davul sesine uyandı. * Yeni cami direk ister, Konuşmaya yürek ister, Benim karnım toktur amma, Arkadaşım börek ister. * Sabah vakti çıktık yola, Selâm verdik sağa sola, Ramazan-ı şerifiniz hayır ola, Kalpleriniz nurlarla dola. * Yattık Allah kaldır bizi Nur deryasına daldır bizi Can kafesten çıkarken İman ile gönder bizi
Ramazan manileri ile odasına davet eden Remziye Okutan Teyze’nin ziyaretini yapıp duasını aldım. Karşılıklı sohbet, muhabbet ve dertleşmelerimiz epey uzun sürdü. Hastalıktan, zamane işlerinden, Allah’a ve Resulüne karşı vazifelerimizden konuştuk. Söylediklerini de yazmamı istedi:
Ashab-ı Kehf’in yücedir şanı Onlar Allah’ın sevgili canı Nasıl övmeyeyim o zamanı Ziyaret eyleyin Ashab-ı Kehf’i * Mağaranın ağzına bir taş dikildi Hak’tan emir geldi, uyku verildi Üç yüz dokuz sene sonra dirildi Ziyaret eyleyin Ashab-ı Kehf’i
Sıralanmış arabalar gider ovada Aşk düşmüş özüne durmaz burada Siz de unutmayın bizi orada Ziyaret eyleyin Ashab-ı Kehf’i 07.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Hangi yoldan gitmeli? |
İnsan hayatı uzun bir yolculuktan ibarettir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsan bir yolcudur, sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede doğru yolculuğu devam eder”. Bu uzun yolculuğun en önemli kısmı, kabir kapısına kadar olanıdır. Oraya varıncaya kadar yollar pek çok kollara ayrılır. Hatta, her adımda çatallaştığını görürüz. Her yol ayrımının başında davetçiler bulunur ve yolcuları kendi yollarına davet ederler. İşte bir yolun başında zamanın Ebûcehilleri toplanmışlar, insanları inkâra, isyana ve cehalete davet ediyorlar. Öbür yolda nemrutlar ve firavunlar bir araya gelmişler, herkesi gurur, kibir ve enaniyete sevk etmek için uğraşıyorlar. Bir başka yol kavşağında dessas zalimler pusu atmışlar, mazlum ve masum insanları zulümât tuzaklarına düşürmek için çalışıyorlar. Şu geniş caddenin başına ise, deccallar ve süfyanlar karargâh kurmuşlar, nefsin hoşuna gidecek cazip tekliflerle herkesi dalâlete davet ediyorlar. Bu davetlerini ise, fen ve felsefenin imkânlarını kullanarak yaptıkları için bunlar daha fazla başarı sağlıyorlar. Çünkü deccalizm, hem hile ve aldatmakla, hem de zulüm ve istibdatla iş gördüğünden daha fazla insanı kendi yollarına sevk ediyor. Bu kadar çok yol ayrımı varken ve her yolun başında da böyle dessas davetçiler bulunurken, insanın doğru yolu bulması hiç de kolay değildir. Sadece akıl feneri ve cüz’î irade pusulası ile hareket edenler, hangi yolun saadet ve selâmet yolu olduğunu kolaylıkla tayin ve tespit edemezler. Hayat yolları pek çok kollara ayrılsa da, bütün kollar iki ana güzergâha çıkar. Bediüzzaman Hazretlerinin “temsili hikâyecik”lerinde olduğu gibi, “yol ikidir.” Biri sağ, biri sol yoldur. Her ikisi de kısalık ve uzunlukta birdir. Sonuçta ikisi de kabir kapısına çıkar. Ama oraya varıncaya kadar takip edilen güzergâhlar, insanın ebedî hayatını tayin eder. Cenâb-ı Hak, merhametlilerin en merhametlisi olduğu için, kullarını bu karmaşık yollarda rehbersiz ve pusulasız bırakmamıştır. İşaret levhaları ile insanları selâmet yoluna sevk ettiği gibi, yol kavşaklarında durup insanlara doğru yolu gösteren hidayet elçileri tayin etmiştir. Ayrıca, günde beş defa okunan ezanlar da insanları felâha ve kurtuluşa davet etmektedir. Burada insana düşen vazife, semavî kitaplarda ve özellikle Kur’ân-ı Kerim’de gösterilen işaret levhalarına riâyet etmek ve sâdık elçilerin tavsiyelerine uyarak onların gittikleri yoldan gitmektir. Firavunun karşısına Hz. Musa’yı (as), Nemrudun karşısına Hz. İbrahim’i (as), Ebû Cehil’in karşısına Hz. Ebubekir’i (ra), Deccal’ın karşısına Hz. Mehdi’yi çıkarmıştır. Öbürleri dalâlet yoluna çağırırken, berikileri hidayet yoluna davet etmektedirler. Cenâb-ı Hak insana akıl ve irade gücü vererek ipini serbest bıraktığından, isteyen istediği yolu tercih etmektedir. Ama yolda karşılaşacağı zorluklardan ve sonunda varacağı yerde göreceği mükâfat ve mücâzattan da insan kendisi sorumlu olacaktır. İnsan sefahat yolundaki davetçilerin sesine kulak verirse, görünüşte rahat gibi başlayan yolculuğu, ilerde başına çok belâlar açar. Kabir kapısına varıncaya kadar bile hayatı zehir olur. Çünkü her sesten irkilir, her gölgeden korkar. Adım başı bir tehlike ile karşı karşıya gelir. Her köşe başında haramilerin yolunu kesme ihtimali vardır. Buna karşı kendisini koruyacak bir silâhı ve istinat edeceği bir güç de yoktur. Âkıl odur ki, selâmet yolu dururken dalâlet yolunda gitmez. Zira “Zararsız yol, zararlı yola—velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa—tercih edilir.” Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “İşte sana iki yol, istediğini intibah edebilirsin. Tevfîkı Erhamürrahimin’den iste…” (Beşinci Söz) 07.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ebedî saadet üzerine |
Hatice Hanım: “Ebedî saadet nedir? Ebedî saadetin gerekçesi hakkında bilgi verebilir misiniz?”
Ebedî saadet, ucu bucağı olmayan, sonu nihayeti olmayan, kaydı sınırı olmayan, haddi hududu olmayan, bitişi sönüşü olmayan, ölümü eceli olmayan Cennet hayatındaki saadettir. Kur’ân cennet hayatını adeta “halidîne fiha ebedâ=orada ebedi kalacaklardır”1 âyetlerine zimmetlemiştir. Bediüzzaman bu âyetlerin tefsirini tek bir cümlede özetler: “Onlar da, ezvacları da, Cennet de, Cennetin lezâizi de hep ebedidirler.”2 Cennet geçici bir yer değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “nimetin devamı, nimetin zatından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, Cennetin fevkindedir.”3 Anlaşılıyor ki, Cennetten daha üstün bir İlâhî lütuf, Cennetin devamlı, bâkî ve sonsuz oluşudur. Bediüzzaman Hazretleri, ebedî saadetin gerekçesini on maddede şöyle anlatıyor. Kısaca özetleyelim: 1- Bediüzzaman’a göre ebedî saadet olmazsa, bu kâinatta her aklın teslim ettiği esaslı nizam ve baş döndürücü sistem, yalancı bir şekilden ve hayalî bir gölgeden ibaret kalır. Nizamı nizam eden, sisteme sistem ruhu veren, sistemin hemen arkasından gelecek ebedî saadettir. Öyleyse âlemdeki bu sonsuz düzen ve eşsiz ahenk, ebedî saadetten haber vermektedir.4 2- Bediüzzaman meseleye faydalılık prensibi cihetinden de bakar. Öyle ki, kâinatta her şeyde tam bir hikmet ve tam bir fayda gözüküyor. Her şeyde gözüken bu eksiksiz fayda ve işe yararlılık âhirete dönüktür; ebedî saadetten haber veriyor. 3- a) Kâinattaki hadsiz israfsızlık ve hiçbir şeyin gayesiz olmaması; b) Cenâb-ı Hakkın her şeyi yaratırken tercih ettiği en kısa yol, en yakın cihet, en hafif suret ve en güzel biçim; c) Allah’ın her bir şeye en az yüz vazife yüklemesi ve bin meyve ve gaye takması ebedî saadetin geleceğine delildir. Çünkü dönmemek üzere ölüm ve geri gelmemek üzere yok oluş, her şeyi israf eder, her şeyi boş yapar. Kâinatta böyle dehşetli bir israfa yer yoktur. 4- Kâinatta hemen her şeyin her zaman değişmesi, yenilenmesi, tazelenmesi, eski bedenlerin atılması ve ölüme mazhar edilmesi; ölüme benzeyen uykular, kıyamete benzeyen zelzeleler, sarsıntılar, yıkımlar ve yeniden yapılanmalar büyük Kıyametten ve ebedî saadetten haber veriyor. 5- İnsanın fıtratına yerleştirilmiş sınırsız istidatlar ve hadsiz kabiliyetler, o kabiliyetlerden doğan sayısız meyiller ve yönelişler, bu meyillerin getirdiği hesapsız emeller, bu emellerin yol açtığı sınırsız fikirler, istekler, arzular, iştihalar, düşünceler ve duygular şu şahadet âleminin hemen arkasında bulunan ebedî saadete ellerini uzatmış, gözlerini dikmiş ve o tarafa yönelmiştir. Fıtrat hiçbir zaman yalan söylememiştir. Bu sarsılmaz “ebedî mutluluk meyli” ebedî saadetin varlığına işaret etmektedir.5 6- Allah’ın hadsiz rahmeti, büyük merhameti ve geniş şefkati ebedî saadeti haber veriyor. Çünkü nimeti nimet eden nimetin devamlılığıdır. Bu da ebedî saadetle mümkündür. Çünkü bütün nimetlerin başı, gayesi ve neticesi ebedî saadettir. Eğer ölümden sonra âhiret biçiminde yeni bir hayat olmayacaksa, eğer kıyametin kopuşundan sonra yeni bir diriliş ve yeni bir âlem söz konusu edilmeyecekse bütün nimetler boş ve boşuna olur. Bütün nimetlerin boş olması ise, kâinatı kuşatan sonsuz rahmetin varlığına zıttır. 7- Şu kâinatta herkese gözüken İlâhî lütuflar, merhametler, ihsanlar ve ikramlar hakikî rahmeti gösterir. Hakikî rahmet ise ebedî saadeti haber verir. 8- İnsan uyanık vicdanının fısıltısını dinlese sonsuz bir mutluluğu ne kadar derinden istediğini işitecektir. Çünkü o vicdana kâinat bile verilse, ebedî mutluluk ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek bu vicdanî cezbe ve fıtrî istek, hakikî bir gayenin ve cazibedar bir hakikatin çekmesi ve ağır basması ile olur. Bu hakikat da ebedî saadettir. 9- Hazret-i Muhammed’in (asm) sözleri ve verdiği haberler ebedî saadetin müjdecisidir. Onun (asm) yaşayışı, hadisleri ve sünneti ebedî saadete karşı birer penceredir. Onun Allah’ın birliğinden başka en büyük davası haşir ve ebedî saadette düğümlenmiştir. 10- Kur’ân’ın kesin haberleri de nihayet ebedî saadetin en hakikî müjdecisi ve cismanî haşrin anahtarıdır. Nitekim Kur’ân âhiret ve yeniden yaratılış hakkında çok delil sunar. Meselâ: “Kendi yaratılışını unuttu da, bize temsil getirmeye kalktı. ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. Sen, de ki: ‘Onu ilk önce kim yaratmış ise tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir”6 âyeti; “Size ne oluyor ki, Allah’ın büyüklüğünü düşünmüyorsunuz? Hâlbuki O sizi halden hale sokarak yarattı.”7 âyeti; “Rabbin ise, kullarına haksızlık yapacak değildir”8 âyeti ebedî saadeti gösterecek dürbünleri insanoğlunun dikkatine sunmuştur.9
Dipnotlar: 1- Bakınız: Al-i İmran, 136, 198; Nisa 13, 122; Maide 85; Maide 119; Tevbe 22, 72, 89,100; Taha 76; Furkan 76; Ankebut 58; Ahkaf 14; Fetih 5…vb., 2- İşaratü’l-İcaz, s. 205., 3- Şualar; 654., 4- Sözler, s. 479., 5- Sözler, s. 481., 6- Yâsîn Sûresi, 36/78, 79., 7- Nuh Sûresi, 71/13, 14., 8- Fussilet Sûresi, 41/64., 9- Sözler, s. 482. 07.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Zihnimizin bilgi merhaleleri ve imanın oluşumu |
Dimağımızın yapısı nedir; nasıl işler? Bilgi, düşünce, nesne/obje ve soyut düşünceler zihnimizin/beynimizin ve kalbimizin hangi kademelerinden geçerek kesin kanaat, inanç ve imân olur? Beyin ile kalp arasındaki bağlantılar nelerdir? Muhteşem faaliyetler, işlevler, fonksiyonlar icrâ eden ve kompleks bir yapıda olan ruhumuzdaki onlarca duygu (akıl, kalp ve vicdân), yüzlerce latife, binlerce his birbirine bağlanmıştır. Zihin/dimağ/beynimiz de bunlardan birisidir. Esasında çok boyutlu bir varlık olan insan yapısı üç temel kategoride ele alınır: - Zihin (düşünce) - Kalp (duygular) - Ve nefs (psiko-fizyolojik yapı). Zihin, akıl, delil ve muhakemeye dayanarak sonuca varır, tatmin olur; akl-ı selîm (düzgün, istikametli bir akıl) Kur’ân’ın tabiriyle “akleden kalb”1 olarak icraatını yapar. Bilgi, ilim, obje ve düşünceler; duyular vasıtasıyla alınır, zihnin merhalelerinde yoğrularak senteze tâbi tutulduğunda pek tabî olarak her merhalede farklı sonuçlar çıkar. Bilgi, zihin basamakları olan “tahayyül” (hayal etme), “tasavvur” (tasvir etme), “taakkul” (akıl terazisine vurma), “tasdik” (doğrulama), “iz’ân” (anlama, kavrama, idrak etme), “iltizam” (taraf ile teslim olma) teknelerinde tahlil edilir, senteze tabi tutulur, yoğrulur ve en son kademe “itikad” (imân, yüksek inanç, kesin kanaat)2 kademesinde servis yapılır; kalp, vicdân gibi duygularımıza mâl edilerek özümsenir, meleke/mahâret hâline getirilerek pratiğe dökülür. Bilgi ve düşünce; dimağımıza düşer düşmez, hemen kesin bir kanaat ve inanç hâlini almaz. Yukarıda sıraladığımız zihnî kademelerden geçerek en son merhalede kanaat ve hakiki imân olur. Hayâl kademesindeki bilgi başka bir şey, tasavvurda başka, akılda, tasdik veya iz’ân’da bambaşka bir sonuç alınır.
Dipnotlar: 1- Kur’an, Hac, 46. 2- Sözler, s. 647 07.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Ramazana hürmet eden köfteci! |
Vicdansızlar, yine yapacaklarını yaptılar. Ramazan vurguncularından bahsediyorum. Ramazan’dan önce bu mevzuuda, gerek tüketici dernekleri, gerekse bazı resmi makamlar, Ramazan’da vatandaşları vurguncuların eline bırakmayacaklarına, yapan olursa onları teşhir edeceklerine dair açıklamalar yapmışlardı, biz de sevinmiştik. Ramazanın başında her şey iyi gidiyor gibiydi, ufak-tefek vurgunculuklar hissedilse de, genelde iyiydi. Ama, birkaç gün sonra bir baktık, karpuz ve salatalık fiyatları anormal fırlamış. 25-30 kuruş arasında satılan bu nebatatın fiyatı, birden 1,5-2 liraya yükselmiş. Allah, Allah! Yahu yazın ortasında, bunların en bol ve ucuz olacağı bir anda bu fahiş fiyatlar da neyin nesiydi? Sudan ve yalan bahane ve beyanlarda bulundular ama, kim inanır? Bunları takiben yine bağlı olarak bazı şeylerin de fiyatı yükseliverdi tabii. Yani, adamların Ramazan vurgunculuğu damarı depreşmişti yine. Ramazan hürmetine ucuzluk ve kolaylık yapılacağı yerde, aksini yaparak zavallı milleti yine çarpmışlardı, sanki kazanacakları helâl olacakmış gibi! Tabii bu üzücü ve kötü haberin dışında, size bir de iyi haber vereyim dedim. Bu, yine Ramazan’da, yakınlarda başımızdan geçen bir hadiseydi, şöyle ki: Daha önceki yıllarda yazdığımız yazılarda belirttiğimiz hususlardan biri de; son senelerde ihdas edilen, lokantaların yaptığı “iftar mönüsü” idi. Bu şekilde vatandaşlardan büyük vurgun yapıyor lokantalar. Normal zamanda 10 TL’ye yiyebileceğiniz bir yemeği, Ramazanda, “iftar mönüsü” adı altında 20-30 TL’ye yediriyorlar millete. Tabii vatandaş da, gerek kendisi, gerekse misafirleriyle gittiği bu tarz uygulama yapan lokantalarda, tabiri caizse, iyi bir “kazıklanıyor”. O yazılarımızın içinde şöyle ifadeler kullanmıştık: ”…müstesna esnaf da yok değil. Hatta ben öylelerini bilirim ki, Ramazan ayı gelince bilakis mallarında indirime gidip, hem millete kolaylık sağlayıp, hem de bundan dolayı sevaba giriyorlar. Ama, maalesef bu çeşit esnaf azınlıkta kalıyor. Aç gözlü ve doymak bilmeyenlerin çoğu, hep bu ayda vurgunculuk yapıyor….” Geçtiğimiz günlerde bu hâli bizzat yaşadık. Dostlarımızla birlikte Bursa’da meşhur olmuş “Köfteci Yusuf” nâmında bir köftecide iftar yemeği yemeyi arzu ettik. Kendi kendime “Acaba bunlar da, diğer lokantalar gibi Ramazan vurgunculuğu yapıyor mu?” diye de merak ediyordum. Sabah rezervasyon yaptırırken, telefon konuşmamızda ”Ramazan dolayısıyla fiyatlarda değişiklik var mı?” diye sorduğumda, “Hayır efendim, fiyatlar yine bildiğiniz gibi aynı. Üstelik Ramazana özel bir de, önce çorba ikramımız var ve ondan da ücret almıyoruz“ diye cevap alınca, hem merakımız zail olmuş, hem de hayret etmiştik. Bu bir ayda, çeşitli şekilde ”Milleti nasıl çarparız da haksız kazanç elde ederiz?“ diye düşünen esnaf varken, bunların bu güzel muamelesi çok hoşumuza gitmiş ve “İşte Ramazanın hürmetini tutan bir esnaf” demiştik. Böyle dürüst ve dinî değerlere hürmet eden esnafımızın sayısını çoğaltsın Allah. Ve bunların kazançlarına da bereket versin Rabbim. Akşam iftara yakın gittiğimizde ise, (ilgililerden aldığımız bilgiye göre 700 masa) lebaleb dolduğunu gördük. Bir çok kimse de, yer bulmak için mücadele ediyordu. İşte dürüstlüğün semeresi böyle oluyordu. Gerçekten de, kim millete hizmet, dine ve dinî değerlere de hürmet ediyorsa, dünyada kazanıyor, inşâallah ahirette de kazanır. 07.09.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sinekler, yahut küçücük kuşlar (2) |
Sinekler, bir(çok) fayda için yaratıldı
Bir ismi de "Sinek Risâlesi" olan bu hârika Nükte'nin muhtevasından ve onula ilgili "Fihrist" kısmında yer alan özet ifadelerden, bilistifade şu mesajları okumaktayız: 1) İnsanın menfaatine yarayışlı tarzda mahlukatı yaratan ve âyet–i kerimesinde meâlen "Ehl–i dalâlet, bütün esbap ve ilâhelerini toplasa, bir sineği halk edemezler, onun mislini, taklidini yapamazlar" (Hac Sûresi, 73) diye buyuran Cenâb–ı Hak, sineğin yaratılışında da o menfaati en mükemmel bir şekilde takdir etmiş. 2) O halde, nice bir hikmetle donatılarak ve sayısız menfaatlerle süslenerek yaratılmış olan sineklere husûmetle değil, bilâkis muhabbetle bakılması lâzım gelir. 3) Zira, "küçücük kuşlar" diye tâbir edilen sinekler, unutkanlıkla gaflete düşen insanlara haşr–i ekberi, yani yeniden yaratılışı hatırlatan sâdık bir uyarıcı vazifesini görüyor. 4) Hem, sağ ve sağlam insanlardan ziyâde, hasta ve mikroplu insanlarla (ve sâir canlılarla) meşgul olmasıyla, sinek, aynı zamanda tabipliğini göstermiş oluyor. 5) Kezâ, zaman zaman yalnız ve kimsesiz kalabilen insana, bir canlı olarak arkadaş olup ünsiyeti sağlamakla, o yalnızlığı gidermiş oluyor. (Gariptir, insan nereye giderse gitsin, orada sinek var. İnsan, gittiği yeri bulaşık eliyle kirletiyor. Sinek de, o bulaşıktan ve orada taaffün eden atıklardan halk ediliyor. Harikulâde bir gösterge: Ne kadar kirlilik, o kadar sinek...) 6) Sinek, sürekli şekilde yüzünü, gözünü temizleyip, kanatlarına yapışan tozları silmekle, tenbellere da tahâreti, nezâfeti, abdest ve namazı hatırlatan, hatta ders veren bir muallim vazifesini görüyor. 7) Dolayısıyla, insana ve çevreye bu derece menfaattar olan sineğe kızmak değil, onu sevmek ve sevdirmek gerekir. * * * Yine, aynı Nükte'ye ait fihrist kısmının "hâşiye"sinde son derece ibretli bir vâkıa anlatılıyor. Bu Nüktenin bir hakikatini ispat eden ve yine 1930'lu yıllarda yaşandığı tahmin edilen vâkıa şu şekilde ifade ediliyor: "Yakınımızda bir köyden bir kişi dağa gider. Dağda hayvanını yılan sokmasıyla, hayvan şişer. Hayvanın köye gelmesinin imkânsız olduğunu gören sahibi, nâümit olarak hayvanı bırakır, köye gelir. Ertesi gün derisini almak için gider. Hayvanı iyi olmuş bulur. Dikkat eder, görür ki, hayvanın yattığı yerde sineğin bir nev'i olan yeşil başlı sineklerden binler sinek cenazesi var. Ondan anlar ki, sinekler hayvanın kanını emmekle kandaki semmi (zehri) soğurmuşlar (emmişler, massedip çekmişler), hayvanı kurtarmışlar; fakat, kendileri ölmüşler." (Lem'âlar, Fihrist kısmı, s. 596) Bu noktada insan düşünemeden edemiyor: Şayet o dağda binlerce adet sinek olmasaydı ve onlara zehir kokusunu alma duygusu verilmeseydi, acaba o hayvan kurtulabilir miydi? Kim bilir, insanların farkına varamadıkları daha nice canları ve canlıları kurtarma faaliyetinde bulunuyor, bu ölümüne fedakâr sıhhiye memurları... Demek ki, sineklerin çokluğundan şikâyetçi olunmamalı. Zira, nerede ne kadar ihtiyaç varsa, onlar da ona göre yaratılmaktalar. Evet, kuvvetle muhtemeldir ki, sürekli şekilde dağda–bayırda, kırda–ormanda gezinip otlanan birçok hayvan aynı durumlarla karşılaşıyor ve benzer tehlikelere mâruz kalıyordur. Fakat, bir şekilde yaralanan, yahut zehirlenen o hayvanlar, veterinerden önce davranan sinekler ordusu tarafından tedâvi gördükleri için, bizler çoğu zaman olan–bitenin farkına dahi varamıyoruz.
Antibiyotik yerine sinek
Yazının sonunda, arşive aldığımız 1 Ekim 2002 tarihli Hürriyet'in arka sayfasında yer lan "Sineklerden antibiyotik" başlıklı haberin özetini sunmak istiyoruz. "Çığır açacak ilk adım" şeklinde verilen haberde şu dikkat çekici ifadeler yer alıyor: "Avustralyalı bilim adamları, her ortamda var olabilen sinek ve benzerlerinden antibiyotik yaptıklarını açıkladılar. "Uzmanlar, ekolojik hayatın ve buna bağlı olarak antibiyotiklerin de değiştiğine işaret ediyor. Antibiyotik ilâçlarla mikroplar rol değiştirmişe benziyor. Bu sebeple, mikropların baş düşmanı diye bilinen ilâçlar, son zamanlarda etkili olamıyor. "Prof. Andy Beattie başkanlığındaki ekip, sinekler, böcekler ve her türlü haşerenin çürüyen et ve gübre dahil her pisliğe karşı dayanıklı olduğunu dikkate alarak "Bu yaratıkların enfeksiyonlara karşı süper direnci olması gerekli, aksi halde sağ kalamazlardı. Onlardan antibiyotik yapma deneyimlerimiz şimdilik başarılı sonuçlar verdi' diyor. * * * Evet, sinek Risâlesinin düşündürdüğü ve ders verdiği daha birçok hakikat var, ilmî/fennî gelişmeler bunları bir bir teyid ve tekid edecek. En iyisi, bu risâleyi derin bir mütalaâ ve tefekkür duygusuyla yeni baştan bir kez daha okumak.
Tarihin yorumu 7 Eylül 1923
İki haftalık "Müşterek" gazetesi
Yakın tarihimizde yaşanan garipliklerden biri de, sekiz gazete yönetimi tarafından ortaklaşa bir gazetenin yayınlanması hadisesidir. 7 Eylül 1923'te ilk nüshası yayınlanan bu gazetenin ismi de, haliyle "Müşterek" olmuştur. Bu gazetenin yaklaşık iki hafta müddetle yayınlanmasının sebebi, dizgicilerin greve gitmesidir. Dizgiciler, uzun süren işgal ve harplerin yol açtığı maddî sıkıntılar sebebiyle, ücretlerini alamıyorlardı. Zaman içinde sıkıntıların dayanılmaz boyutlara çıkması yüzünden, dizgiciler greve gitmek durumunda kaldı. Grev sebebiyle, İstanbul gazetelerinin çoğu yayınına ara verdi. Bu gazeteler şunladır: İkdam, Akşam, Tanin, Vatan, İleri, Tercümânı Hakîkat, Tevhidi Efkâr ile Vakit gazetesi. Bu gazetelerin yöneticileri bir araya geldiler ve grev süresi boyunca "Müşterek" ismini verdikleri bir günlük gazete çıkardılar. Gazete, iki hafta sonra grevin bitmesiyle birlikte yayınına son verdi. 07.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Medenî olmak saygılı olmayı da gerektirir |
Sizin de dikkatinizi çekmiştir, başta İngiltere olmak üzere bazı Batılı ülkelerin idarecileri, Ramazan-ı Şerif münasebetiyle çeşitli mesajlar yayınladılar. Tebrik ve teşvik mesajlarının yanısıra bu sene öne geçen ‘Ramazan-ı Şerif’e saygı mesajlarıydı. Yaz tatiline denk gelen Ramazan-ı Şerif te İslâm coğrafyasına seyahat edecek vatandaşların oralardaki Müslümanların inançlarına ve bilhassa oruçluların orucuna saygılı olmaları tavsiye ediliyordu. Bu husus bir taraftan ehl-i Kitap olan Hıristiyanlık âleminin Kur’ân’a saygısını, diğer taraftan ise insaniyetin inkişafını gösteriyor, kanaatindeyiz. Yazın sıcağında ağzı kurumuş ve dudakları birbirine yapışmış oruçlu bir Müslümanın karşısında soğuk içecekler içmenin adab ve saygıyla örtüşmediğini İngiltere başbakanı da belirtiyor. Yine 13-14 yaşlarına basmış çocukların ilk oruçlarının açlık ve susuzluk ızdırabıyla uğraştıkları bir sokak veya caddede sıkılmadan karşısında yeme-içmenin insanlığın vicdan ve saygı prensipleriyle ters düştüğünü, yalnız AB idarecileri veya Amerika’nın siyasetçileri belirtmiyor. Bu saygının genel bir kanaat veya ölçü olarak Avrupa’daki fabrikalarda, okullarda ve diğer işyerlerinde yansıma gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar birçok Hristiyanın yalnızca saygısından dolayı oruçlu Müslümanın yanında yiyip içmediğine ve sigarasını gizlice içtiğine çoğunlukla şahit olmuşlardır. Müslüman olmayan bir coğrafyadaki gayr-ı müslimlerin bu saygıları elbette ki onların medeni olduklarına bir delildir. Ülkemizde süregelen kaosa, ayrıca ahlâkî bir kaosun da eklendiğine bu Ramazan’da biraz daha şahit oldum. Müslüman bir toplumda ve oruçluların gözlerine bakarak yiyip içen insanlardaki çözülmeyi düşünmemek mümkün değil. Bazen oruçluların rağmına ‘saygısızlıkta iddialı’ olanları görünce, toplum olarak ne kadar medeni olduğumuzu düşünüyoruz. Trafikte pencereden sarkıttığı elindeki sigarasıyla seyir halindeki oruçlu sürücüleri tahrik eden resimlerin bizim ne kadar medeni ve saygılı olduğumuzu herkese gösteriyor! Dizilere özenerek üstünü çıkarmış kimliksiz ve kompleks hastası kadının oruçlu çocukların karşısında pet şişeyi hayâsızca kafaya dikmesi, hakikaten çok çirkin ve gayr-i ahlâki manzaraları oluşturuyor. Oruçlu oruçlu Müslümanların hissiyatını rencide ve onları şu İslâm coğrafyasında mahsur eden tasvrleri bir tarafa bırakarak önemli bir noktayı vurgulamak istiyoruz: Dinî ve millî hassasiyetlerinden AB’ye girmemize karşı olan bugünkü iktidara ve destekçilerinin vicdanlarına bir çağrıda bulunmak istiyoruz: Gelin Avrupalıların başlattıkları ‘Ramazan-ı Şerif e saygı’ kampanyasına biz de ülkemizde ‘Oruçluya saygı’ kampanyasını başlatalım, var mısınız? 07.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Önümüzdeki gündem |
Ülkemiz daha hür ve daha demokrat bir ülke olacaksa, ‘gideni aratmayacak yeni bir anayasa’ya ihtiyaç olduğu açık. Elbette 12 Eylül 1980 ihtilâlinin ürünü olan 1982 anayasasını savunanlar da olacak, ama Türkiye’yi cendereye alan mevcut anayasanın tamamıyla değiştirilip yep yeni ve isimden ibaret olmayan bir ‘sivil anayasa,’ büyük çoğunluğun talebi olarak ortada duruyor. Ülkemizin yaşadığı çelişkilerden biri de şudur: Yarım asırdan bu yana genel seçimler yapılır, millet seçim sandıklarında tercihini ortaya koyar; ama bu tercihler ‘etkili ve yetkili çevreler’ce dikkate alınmaz. Çünkü onların anlayışına göre milletin ‘görev’i seçim sandıklarına oy attığı andan itibaren sona erer. Çıkan neticeyi ‘dizayn’ etmek ‘yetkililerin’ görevidir! Aynı günde iki farklı ismin benzer şekilde ‘yeni ve sivil bir anayasaya ihtiyaç var’ demesi her halde tesadüf değil. Musevi cemaatinin önemli isimlerinden Jak Kamhi’nin oğlu, işadamı Hayati Kamhi, bu ihtiyacı dile getirenlerden biri. Hayati Kamhi, bir soru üzerine şöyle konuşmuş: “(...) Avrupalı liderler Türkiye’nin nüfusu ve ekonomik gücü nedeniyle Avrupa’da lider olmasından kaygılılar. Bizim daha demokratik ve hür bir anayasaya ihtiyacımız vardı. Bu da gerçekleşirse birliğe girmemizde engellerden biri daha kalkar.” (Sabah, 6 Eylül 2010) Siyasetçilerin zaman zaman, “AB bizi üyeliğe kabul etmiyor” şeklindeki yakınmalarının gerçeği yansıtmadığı akla geliyor. Anlaşılacağı üzere mevcut darbe anayasası, Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki en ciddî engellerden biri. Bu engel kalkar ve ‘hür ve demokrat bir ülkeye yakışır sivil bir anayasa’ yapabilirsek, üyelik önündeki engellerden biri daha kalkmış olacak. Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayacak yeni ve sivil bir anayasa istiyenlerden biri de TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner olmuş. Boyner, yaptığı açıklamada şöyle demiş: “Referandumun sonucu ne olursa olsun Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı orta yerde durmaktadır. Bunun içeriğiyle ilgili her tartışmada TÜSİAD taraf olacaktır.” (agg.) Eğer ‘patron’lar, “Ne olursa olsun Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı orta yerde durmaktadır” sözünün arkasında durur ve gerçek anlamda sivil bir anayasa arzularını dile getirmeye devam ederlerse, önümüzdeki dönemde bu konunun birinci gündem maddesi olması kaçınılmaz. Elbette bu tesbitler ilk defa dile getirilen görüşler değil. Geçmiş yıllarda da benzer tesbitler yapılmıştı. Fakat geçen yıllar, bu konunun ciddiyetini görmeye vesile oldu. Bundan sonra “1982 darbe anayasası bize yeter” diyenlerin sesi daha cılız çıkmaya mahkûm. Darbecilerin yaptığı ‘yanlış’tan sadece onlar değil, bütün Türkiye ders ve ibret almalı, bünyede derin yaralar açılmamalı. Gerçek anlamda sivil bir anayasa, Türkiye’nin de hakkı... 07.09.2010 E-Posta: [email protected] |