08 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Eğitim

Metin, şerh ve anlaşılma bağlamında Risale-i Nur

Bediüzzaman Said Nursî tarafından kaleme alınan Risale-i Nur Külliyatı’nın aslî şekli korunmaya çalışılmalı ve gelecek nesillere orijinal şekliyle ulaştırılmalıdır. Çok geniş muhtevaya sahip olan Külliyat hakkında "zor-kolay" ya da "anlaşılır-anlaşılmaz" gibi nitelemelerin metinden değil, okuyucudan kaynaklandığı bilinmelidir.

Suâl: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiyat istiyor?

Elcevab: Evet o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni’metlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir. Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillâh” şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san’at olan ni’metler Ehad, Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm.

[Bediüzzaman Said Nursî, Sözler,

Yeni Asya Neş., 2004, s. 18]

Metin

Özellikle Klasik Türk Edebiyatı alanında çalışan araştırmacıların çok iyi bildiği bir konu vardır. Divan ve mesnevî gibi edebi ürünlerin müellif nüshasına ulaşılması çok önemlidir. Eğer müellif hattına ulaşılamazsa, eserin bilinen yazma nüshaları karşılaştırılarak tenkitli metni ortaya konur ve bu sayede şairin kaleminden çıkması muhtemel orijinal şekline ulaşılmaya çalışılır. Örneğin Yunus Emre Divanı, yeni harflerin kabulünden bu zamana kadar Burhan Toprak, Naci Kasım, Cahit Öztelli, Abdülbâki Gölpınarlı, Faruk K. Timurtaş ve Mustafa Tatcı gibi birçok araştırmacı tarafından yayımlanmıştır. Bahsettiğimiz bu çalışma, bir araştırmacının yıllarını alabilir. Çok titiz bir çalışma sayesinde ortaya bir metin çıkar. Bu çalışmalarda, eserin dilinin, yazıldığı yüzyılın dil özelliklerine uygun olarak tesbit edilmesi ve kelimelerin doğru okunması gibi hususlar bilimsellik açısından büyük önem taşır. Bir araştırmacının, eserin diline müdahale etmesi, metin üzerinde tasarruf sahibi olması, sevmediği yahut istemediği kelime veya beyti metne almaması gibi konular düşünülemez bile. Metin üzerinde en küçük bir değişiklik yapılamaz. Gösterilen bütün hassasiyet ve dikkatlere rağmen, ortaya çıkan metinlerde görülen eksiklikler, alanın uzmanları tarafından şiddetli bir şekilde eleştirilir.

Güvenilir, sağlam, hatasız ve eksiksiz bir metnin ortaya konması, öncelikle müellifine bir saygıdır. Bilimselliğin gereğidir. Kültürel ve edebi birikimin gelecek kuşaklara doğru bir şekilde aktarılmasını sağlar. Hem de sağlam ve güvenilir bir metin üzerinde yapılacak çalışmalar bizi doğru sonuçlara ulaştırabilir. Bütün bu sebeplerden dolayı güvenilir ve hatasız bir metin çok önemlidir.

Bediüzzaman Said Nursî tarafından kaleme alınan Risâle-i Nur Külliyatı ise, bilindiği gibi yakın tarihte diyebileceğimiz bir dönemde Arap alfabesiyle kaleme alınmış ve yine müellifinin tashihinden geçerek günümüz alfabesine aktarılmıştır. Hatta bu konuda bizzat görev almış Bediüzzaman’ın kimi talebeleri hâlâ hayattadır. Dolayısıyla metin konusunda bir şüphe olmamalıdır. Bu nedenle Risâlelerin metnine sadakat göstermek, yukarıda bahsettiğimiz sebeplerden dolayı, bilimselliğin bir gereğidir. Risalelerin metni üzerinde—hangi gerekçe ile olursa olsun—tasarrufta bulunmak; diliyle, kelimeleriyle, cümleleriyle oynamak ve onları değiştirmeye çalışmak ilmî gerçeklere uygun düşmez.

Eğer Risâlelerin metni hakkında bir şüphe duyuluyorsa; elde bulunan eski harfli, orijinal metinler bir araya getirilerek, hâlen hayatta olan talebeleri ve bu davaya gönül vermiş insanlar tarafından oluşturulacak bir heyet tarafından tenkitli metni ortaya konabilir. Bu çalışmadan başka Risâle metinleri üzerinde yapılacak tasarruflar, ehl-i hakikatin kalbini yaralayacaktır.

Bu konuda şunları da ifade etmek gerekir; Risale-i Nur Külliyatı bugün elimizde bulunan en kıymetli bir hazine hükmündedir. Gelecek nesillere bırakacağımız en değerli emanetlerden biridir. Bu eserleri gelecek nesillere orijinal şekliyle bırakmanın haklı övüncünü hep beraber yaşamayı umuyoruz. Aksi takdirde, eserlerin elli-yüz sene sonra hangi şekle dönüşeceğini düşünmek bile istemiyoruz.

Şerh

Bilindiği gibi, açmak, açıklamak, izah etmek gibi kelime anlamları olan şerh, edebî geleneğimizde süregelen bir uygulamadır. Edebiyat tarihimizde birçok şerh örnekleri görmek mümkündür. Bir şiir şerhi yapıldığı gibi, bir eserin tamamı da şerh edilmiştir. Çeşitli alanlarda gördüğümüz şerh örneklerine, daha ziyade tasavvufî şiir ve eserlerin konu edildiğini biliyoruz. Örneğin Mevlana Hazretlerinin Mesnevi’sinin ilk beytine yaklaşık 20 farklı şerh yazılmıştır. Mesnevi’nin tamamının ya da bir kısmının şerh ve izah edildiği eserler de kaleme alınmıştır. Yunus Emre’nin kimi gazellerine de çeşitli şerhler yapılmıştır. Süleyman Çelebi’nin meşhur eseri Mevlid’in tamamını da Hüseyin Vassaf Efendi etraflıca şerh etmiştir. Bu şerhlerde, birbirini destekleyen görüşler olduğu gibi, karşı düşüncelerin de ileri sürüldüğü olmuştur. Örneğin Ali Nihat Tarlan’ın, Fuzuli Divanı’nda bulunan gazellerin tamamını tasavvufî açıdan şerh etmesine rağmen, Hasibe Mazıoğlu bu izahların bir kısmına katılmaz. Şerhlerle ilgili bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bediüzzaman Hazretlerinin de, kaleme aldığı Risale-i Nurların “şerh ve izah”larının yapılabileceğini söylediğini görmekteyiz. Bu görüş, günümüzdeki ifadesiyle “çağdaş ve ileri görüşlü bir aydın”ın düşüncelerinden başka bir şey değildir. O halde bugün aydınlara düşen görev, yukarıda bahsettiğimiz gibi metinlerin asli şeklini koruyarak, Risale-i Nurlar üzerinde şerh, izah, araştırma, inceleme ve tahlil çalışmaları yapmaktır. Son yıllarda Risalelere dair nitelik ve nicelik bakımdan önemli eserlerin kaleme alındığını sevinçle görmekteyiz. Ancak bu çalışmaların yeterli olduğunu da söylemek mümkün değildir. Çünkü elimizde 6000 sahifeye yakın ve içinde çok değişik konuların yer aldığı dev bir külliyat bulunmaktadır. Bu eserler üzerinde mutlaka makaleler yazılmalı ve kitaplar kaleme alınmalıdır.

Anlaşılma(ma)

Risale-i Nur’un anlaşılması ya da anlaşılmaması ile ilgili konuya, son yıllarda büyük gelişme gösteren dilbilimin bazı verileriyle bakmak istiyoruz.

Dilbilime göre, bir metnin iyi anlaşılabilmesi, okuyucunun kültür ve zevk seviyesi ile eserlerde anlatılanlar arasında belirli ölçülerde de olsa bir yakınlığın bulunmasına bağlıdır. Dilbilimindeki ifadesiyle “gönderici” ile “alıcı” arasında “gönderme birliği” bulunması lâzımdır. Metni veya metnin yazarını gönderici olarak düşünmek mümkündür. Onda ifade edilen hususların iyi anlaşılması için alıcı durumundaki okuyucunun bir bakıma metinle aynîleşmesi gerekir. Bu da, her şeyden önce, metinle okuyucu arasında bilgi, his, tecrübe ortaklığına bağlıdır. Eserde ifadesini bulan mesaj, fikirler v.b. hususlarda, belirli ölçüde de olsa, metinde anlatılanlarla okuyucu arasında bir ortaklığın bulunması zarurîdir. İşte bu ortaklığın tamamına “gönderme birliği” adı verilir.

Eserle okuyucu arasında gönderme birliğinin kurulması, okumanın gayesine ulaşması için gerekli şartlardan biridir. Okuyucunun metni anlayabilmesi için bir hazırlığa ihtiyacı vardır. Böyle bir hazırlıktan mahrum olan okuyucu metnin dışında kalır, yani onunla metin arasında “iletişim” sağlanamaz ve “aynîleşme” gerçekleşmez.

Örneğin Türk tarihini ve bu millete ait özellikleri bilmeyen yabancı bir insan, Türk destanlarını gereği gibi anlayamaz. Aynı şekilde hiç bir zihnî hazırlığı olmadan Balzac’ın veya Flaubert’in romanlarından birini okumaya çalışan bir Türk okuyucusu da, eğer sabırlı ise ancak olayı takip eder, romanı okumuş ve anlamış olmaz.

Klasik Türk Edebiyatı ürünlerini de-–divanlar ve mesneviler gibi—anlamakta karşılaştığımız güçlükleri, dil farklılığı ile izaha kalkışmak, problemin mahiyetini biraz değiştirmek olur. Zira eski dili bilen bir çok insan da, bu edebî mahsulleri gerçek mânâda anlayamaz. Çünkü söz konusu edebî metinlerle “gönderme birliği” yoktur.

Bütün bu izahlardan sonra, bir metnin anlaşılırlığının, okuyucu ile metin arasındaki gönderme birliğine bağlı olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Bu sonucun, Risalelere de aynı şekilde uyarlanabileceğini ve “Risale-i Nurlar zordur, anlaşılmaz” gibi bir kanaatin, bilimsel anlamda hiçbir geçerliliğinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Konuyu biraz açalım. Bilindiği gibi Risale-i Nur’un muhtevası çok geniştir. İnanç esaslarından, peygamberler tarihinden, İslam tarihinden, Hz. Peygamber’in hayatı, düşünce ve mu’cizelerinden, ibadetlerden tutun da tarihe, edebiyata, sosyal hayata ve sayısal bilimlere varıncaya kadar çok geniş bir alanda konular büyük bir vukufiyetle ele alınmıştır. Bundan dolayı da doğru bir tanımlama ile bu eserler hakkında “İslam kültürü külliyatı” denmiştir. Yani İslâmiyet adına ne varsa bu eserlerde görmek mümkündür. Dolayısıyla bu eserleri okumaya başlarken, fikrî bir hazırlık ihtiyacı kendiliğinden doğmaktadır. Aksi takdirde, zihni günlük siyasi konularla ya da ekonomik sıkıntılarla meşgul olan bir insanın, Risalelerden bir iki cümle okuduktan sonra, “Bu eserler anlaşılmıyor” demesinin bir anlam ifade etmeyeceği açıktır.

Şimdi bu noktada, yazının başında verdiğimiz Birinci Söz’den alınan parçayı tekrar okuyalım. Bu parça zor mu kolay mı, anlaşılır mı anlaşılmaz mı? Bu soruya kimileri olumlu, kimileri de olumsuz cevap vermiş olmalıdır. Verilen cevaplar, okuyucu ile metin arasındaki gönderme birliğini göstermektedir.

Bu metni daha önce okumuş olanlar, yani bilgi, duygu ve düşünce bağlamında metinle aynîleşmeyi sağlayanlar, “kolay ve anlaşılır” cevabını vermişlerdir. “Zor ve anlaşılmaz” cevabını verenler ise, bu metinle ilk defa karşılaşan ve metinle arasında gönderme birliği bulunmayan okuyuculardır. Çünkü zikir, şükür gibi İslâmî kavramları ya da Ehad, Samed, Mün’im gibi Allah’ın isimlerini ilk defa okuyan bir okuyucu elbette metinle aynîleşmeyi gerçekleştiremez. Demek ki zor-kolay, anlaşılır-anlaşılmaz gibi nitelemeler metinden değil, okuyucudan kaynaklanmaktadır.

Bu konuyu, müellifi tarafından, Risale-i Nur Külliyatı’nın “meyve ağaçları bulunan bir bahçe”ye benzetilmesi örneği ile tamamlamak istiyoruz. Bu benzetme, bizlere edebi bir metinde bulunan anlam tabakalarını çağrıştırmaktadır. Meyve ağaçlarının bulunduğu bahçeye giren kişi, boyu ve çevikliği oranında o bahçeden hissesini alabilir. O bahçeye giren, bütün meyveleri alamayacağı gibi de nasipsiz de kalmaz. Bu örnekten, okuyucuların Risaleler hakkında “zor-kolay” ya da “anlaşılır-anlaşılmaz” gibi nitelemede bulunması yerine, eserlerin anlam tabakalarına nüfûz etmesi ve bahçeden daha çok meyveye sahip olmaya çalışması gerektiğini anlıyoruz.

Sonuç

Bediüzzaman Said Nursî tarafından kaleme alınan Risale-i Nur Külliyatı’nın aslî şekli korunmaya çalışılmalı ve gelecek nesillere orijinal şekliyle ulaştırılmalıdır. Risâleler hakkında araştırmalar ve incelemeler yapılmalı ve bunlar makale ya da kitap şeklinde yayınlanmalıdır. Çok geniş muhtevaya sahip olan Külliyat hakkında zor-kolay ya da anlaşılır-anlaşılmaz gibi nitelemelerin metinden değil, okuyucudan kaynaklandığı bilinmelidir.

FAALİYETLER

PAZAR SEMİNERLERİ

Konu:

Nurculuk Hareketinin Türkiye’nin Demokratikleşme Sürecindeki Rolü

Konuşmacı:

Mustafa AKYOL

(Araştırmacı-Yazar)

Tarih: 10 Ekim 2010, Pazar

Saat: 14:00-16:00

Yer: Risale-i Nur Enstitüsü Seminer Salonu

Vefa, Cemal Yener Tosyalı Cd., No:

117, Süleymaniye/İST.

08.10.2010


Ba’s ve haşr -Tekrar Dirilme Hakikati-

Şuurlu bir varlık olan insan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Bu imtihan neticesinde rıza-i İlâhîye ulaşanların cennete, gazab-ı İlâhîye düçar olanların cehenneme gideceği makul ve mankuldür. Bu gerçeğin başlangıcında karşımıza şu iki hakikat çıkar: Ba’s ve haşir…

Ba’s, kıyametin kopmasından sonra Allah tarafından ölülerin diriltilmesi hadisesidir.

Sözlükte “birini kaldırıp harekete geçirmek; uykudan uyandırmak, diriltmek” gibi mânâlara gelen ba’s kelimesi 1, İslâmî literatürde asıl ve en yaygın olarak, “kıyamet gününde Allah’ın âhiret hayatını başlatmak üzere ölüleri yeniden canlandırması, onları kabirlerinden çıkararak hayata göndermesi” anlamında kullanılır.2

Ba’s iki çeşittir:

1- Beşerî ba’s; bu, deveyi sürmek, insanı bir iş için göndermek gibi mânâlara gelir.

2- İlâhî ba’s; bu da ikiye ayrılır:

Birisi: Şahısları, cinsleri ve türleri yoktan var etmektir. Bu sadece Yüce Yaratıcı’ya mahsustur; kimsenin buna gücü yetmez.

İkincisi: Ölüleri diriltmektir. Bu da Yüce Allah’a mahsus olmakla beraber, cüz’î bir tecellî olarak Hz. İsa (as) vb. bazı Allah dostlarının—yine Allah’ın izniyle—mazhar olduğu hususiyetlerinden biri olmuştur.3

Haşr, toplamak demektir. Kıyamet günü insanların, hesap ve ceza için toplandıkları gün olduğundan dolayı o güne “haşr günü” denilmiştir, “Vehaşera li Süleymane cunudehu” (Süleyman’ın orduları huzurunda toplandı) 4 meâlindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır.

Haşr, halkı bulundukları mekânlarından, yerlerinden çıkararak, onları cemaat halinde (toplu olarak bir araya getirme biçiminde) bir yere toplamaktır. Bu sebeple çokluk ve yığılma ifade eder. Kelime genelde bu anlamda kullanılmasına rağmen mutlak “toplanmak” anlamına da gelir. Barış durumundaki bir toplamayı ifade edebilirse de bir seferberliği ifade etmesi ve asker toplama anlamı daha açıktır.

Haşr, iki şekilde tefsir edilir: 5

1. Toplamak/bir araya getirmek. (“Onları haşr edeceği (toplayacağı/bir araya getireceği) gün, gündüzün bir saatinden başka durmamış gibi (gelecek müşriklere)...” 6

2. Sevk etmek; ileri doğru sürmek, gütmek/yedmek. (“O zulmedenleri (.....) haşr edin (hesaba çekilmelerinin ardından o şirk koşanlar ile onlarla birlikte olan şeytanları sevk edin) onları cahîmin yoluna iletin!” 7

Haşir, kıyâmet halleri arasında ba’stan sonra ikinci merhaleyi oluşturmaktadır. Haşir, sözlük anlamından hareketle bazı kelâm bilginleri tarafından yer yer ba’s ile eş anlamlı bir terim olarak da kullanılmıştır. Ancak İslâm âlimlerinin ekseriyeti haşri, ba’stan sonra gerçekleşecek merhaleyi ifade eden bir terim olarak kabul etmişlerdir ki, bu görüş kıyameti konu edinen nasslara daha uygun düşmektedir.8

“Hakikat-i haşir ve kıyâmet, İsm-i Âzam’ın ve bâzı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyâmeti, gece-gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminân-ı kalb ile kabul eder. İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyâmeti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Azam’ın9 mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor.” 10

Said Nursî’nin bu ifadesinden anlaşılıyor ki, haşir hakikatini tam mânâsıyla anlayabilmek, Kur’ân âyetleri ve Hz. Peygamber’in (asm) sözleriyle mümkün oluyor. Âyetleri inceleyip haşrin ispatıyla ilgili bir tasnif yaptığımızda şu tabloyu görmek mümkündür.

Rahmet olarak isimlendirilen, bir çok nimete sebebiyet veren, rüzgâr ve bulutun öncesinde müjdecisi oldukları yağmur dirilmeye delildir. “O, rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, onları ölü bir belde(yi diriltmek) için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.” 11

“Hem buluta hem de rüzgâra bu kadar âlî hikmetler takan bir Zât, elbette Âlim-i Hakîm bir zattır. Bu zat elbette ufacık bir tohumu toprakta çürütüp bırakmadığı gibi bu kâinatın halife-i zişanı olan insanı da toprakta çürütüp bırakmayacaktır. Çürütecek olsa abes iş yapmış olur ki Âlim-i Hakîm olan bir zatın bunu yapması mümkün değildir. Kıyâmet ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşâhede icâd eden bir Kadîr-i Zülcelâl’den, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir?” 12

İnsanın yaratılışı dahi tekrar dirilmeye delildir. “O dökülen meniden ibaret az bir su değil miydi? Sonra bu, bir ‘alaka’ oldu. Derken Allah onu yaratıp güzelce şekillendirdi. Nihayet ondan da erkek ve dişi iki eşi var etti. Şimdi, bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” 13 “Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz; nasıl oluyor ki, neş’e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir.” 14 “İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik ki (yeniden yaratamayalım)? Doğrusu onlar, yeniden yaratılış konusunda şüphe içindedirler.”15

Allah’ın olacağını söylediği her şey vuku bulacaktır. Bu sözler, va’d-i hakikîdir.

“Onlar, ‘Allah, ölen bir kimseyi diriltmez’ diye var güçleriyle Allah’a yemin ettiler. Hayır, diriltecek! Bu, yerine getirilmesini Allah’ın üzerine aldığı bir vaaddir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 16

“Hulfü’l-vaad ise, hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihata-i ilmiyesine münafidir. Zira, hulfü’l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir.” 17 Verilen sözün tutulmaması iki sebebe binaendir: Bilgisizlik ve zayıflık. Cenâb-ı Hakk’ın cehalet ve zayıflıktan müberra olduğu şu âyetlerle aşikârdır.

“Göklerdeki her şeyi, yerdeki her şeyi de bilir.” 18

“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” 19

“Şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mîzan içinde muhâfaza ediyor. Nizam ve mîzan ise, ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin tezâhürüdür.” 20

Netice itibariyle insan misafir olduğu bu mekândan başka daimî bir memlekete haşir sabahında gidecektir. Nasıl saatin salisesi saniyeyi, saniyesi dakikayı iktiza eder, aynen öyle de bu mesken ahireti iktiza eder.

Dipnotlar:

1- Yusuf Şevki Yavuz, ”Ba’s Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.5, Diyanet Yayınları, 1991, s. 99. 2- Doç. Dr. Muhsin Demirci, Kur’ân’ın Temel Konuları, İfav Yayınları, İstanbul, 2003, s. 3328.

3- Er-Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fîgarî’l-Kur’ân, “Ba’s Maddesi”. 4- Neml Sûresi, 27/17.

5- Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları, s. 142-143.

6- Yûnus: 10/45 7- Sâffât: 37/22-23.

8- Süleyman Toprak, “Haşir Maddesi”,Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 16, Diyanet Yayınları, 1999, s. 417. 9- İSM-İ AZAM: Cenâb-ı Hakk’ın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimlerini kuşatmış olanıdır. Said Nursî bunları: HAYY, GAYYUM, ADL, HAKEM, FERD, KUDDÜS olarak sayar. 10- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 545. 11- A’raf, 7/ 57 12- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 2. B, İstanbul, 2007, s. 134.

13- Kıyâmet, 75/ 37-40. 14- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 2.B, İstanbul, 2007, s. 190.

15- Kaf, 50/15. 16- Nahl, 16/38. 17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 2. B, İstanbul, 2007, s. 134. 18- Âl-i İmrân, 3/ 29; Nisa, 4/170.

19- Rum, 30/50; Fussılet, 41/39; Ankebut, 29/19.

20- Bediüzzaman Said Nursî,Sözler,Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 131.

08.10.2010


ŞÜKRÜ EFENDİ (Topal Şükrü)

“Aferin çarha ki, çattırdı kuduzu kuduza.

Sûk-i asr içre bütün dâd ü sitend, küfr ü dalâl;

Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.

Eriş ey avn-ı şeriat eriş ey muhyi-d-din !

Elem-i rîş cefasından erişti o öze.

Şükür ya bilmezem esrar-ı gayıbdan amma,

Ya ileri, ya geri, takrib ederim üç otuza.”

Mısraların sahibi, mukaddesleri çiğnenen bir devrin adamı... Küfrün amansız hücumları karşısında, tereddütsüz bir inanç sahibi... Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu haykıracak, yaralanan idraklere remiz olacak bir ışık bekleyen: nâm-ı diğer “Topal Şükrü”. Şükrü Efendi’nin doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bir bilgiye ulaşmak güç; “Isparta Süleyman’ı Rüşdü Ağabey”in tarifiyle “kerâmetleriyle meşhur, Isparta’nın medar-ı fahri olan bir zat.”1

Risâle-i Nur Külliyatı’nda Topal Şükrü’nün ismi üç ayrı bölümde anılmaktadır. Kastamonu Lâhikası’nda karşımıza çıkan bölümde anlaşılır ki, Şükrü Efendi Isparta’da zihinlerdeki etkisi devam eden, saygı gören bir şahsiyettir. Üstad birçok ikazda bulunduğu halde Ispartalı kardeşlerinden gelen mektupların bazılarındaki “hüsnüzan ifratı”ndan bahseder ve “Bu davranışa devam etmelerindeki fayda nedir?” sorusunu sorar. Cevaben: “Kalbe ihtar edildi ki: Onlar ve memleketleri ve Isparta havalisi, onların en büyük hüsnüzanları derecesinde hüsnüzanlarının yümnünü gördükleri için, Beşkazalı Osman-ı Halidî ve Topal Şükrü gibi ehl-i velâyete iktidaen, o nokta-i nazardan ifrat etmemişler, bir hakikat görmüşler. Fakat, nasıl keşfiyat tevile ve rüyalar tabire muhtaçtır; hususî hükümler tamim edilse, bir cihette hata görünür. Öyle de, onlar, Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisinin kendilerine ve memleketlerine ettiği faydayı, o şahs-ı manevinin mümessillerinden birisi olan, Üstad dedikleri bu kardeşlerine verip, o memleket hadisesini umumî bir hâdise nazarıyla bakıp tamim ederek, müfritane bir hüsnüzan sûretinde göründü.”2

Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı eserde “Isparta’nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü”3 ifadesini okuyoruz. Bu bölümde Üstad, Kastamonu Lâhikası’nda karşılaştığımız kendisine ziyade hisse verilen, tevile muhtaç bölümün iki iltibas içinde bulunduğunu dile getirerek meseleyi izah eder. Birinci iltibas: “Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur’da görmüşler.” “O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir.” “O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir.” İkinci iltibas ise: “Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risâle-i Nur’un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risâle-i Nur’un neşrine zarar gelir.” 4

Üçüncü bölüm, en başta verdiğimiz epigrafın izahını içeriyor; Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı eserde mektup Isparta Süleyman’ı Rüşdü Ağabeye ait. Rüşdü Ağabey merhum Topal Şükrü’nün meşhur bir şiirini getirip arkadaşlarına gösterir. Şiirin Risâle-i Nur’a tam tevafuk ettiğini, bir fıkrasının dalâlet halinden bahsettiği, bir fıkrasının da Birinci Dünya Savaşına işaret ettiğinden bahseder.

“Aferin çarha ki, çattırdı kuduzu kuduza.”

“Yani, bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat ettirdi ve iki satır sonra yine diyor:”

“Sûk-i asr içre bütün dâd ü sitend, küfr ü dalâl; / Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.”

“Yani, o asrın çarşısında alış veriş dinsizlik elinde olacak, dinsizlik hükmedecek, din gayet ucuza düşecek ve İslâmın şeâiri gizlenecek. Sonra diyor:”

“Şükür ya bilmezem esrar-ı gayıbdan amma, / Ya ileri, ya geri, takrib ederim üç otuza.”

Kendi tefsir ediyor. Yani, otuz üçe şiddetli kafiyesine müraat için, otuz üç yerine “üç otuz” demiştir. Hem Harb-i Umumîye işaret ettiği fıkrasıyla, “dinsizlik düsturları, kanunları, o asır çarşısında hükmettiği...” fıkrasının ortasında şöyle diyor:

“Eriş ey avn-ı şeriat eriş ey muhyiddin! / Elem-i rîş cefasından erişti o reze.”

“Şimdi benim kanaatım geliyor ki, bu zat, otuz üç senesinden sonra Risâle-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. ‘Ey avn-i Şeriat! Ey muhyi’d-din yetiş!’ diyor. Yâni vefatından takriben otuz üç sene sonra şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenâb-ı Hak duâsını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risâle-i Nur o vazifeyi görmüş.”5

Evet, Kur’ân-ı Kerim’in (Sözler adedince) otuz üç âyet ile işaret ettiği6, Hz. Ali (ra) efendimizin Celcelutiye’si ile eserlerine ve kendisine işaretler ve beşaretler ettiği7, Hz. Abdulkadir Geylani’nin eserleri ile Bediüzzaman’a bir müridi ve talebesi olarak işaret ettiği8 dâvânın altına, bazı kalp ehli de türlü keşifleri ile imzalarını atmışlardır. Topal Şükrü de divanıyla kendini bu daireye dâhil edenlerdendir.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Yeni Asya Neşriyat, s. 25.

2- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 193.

3- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Yeni Asya Neşriyat, s. 10.

4- A.g.e. s. 10.

5- A.g.e. s. 25.

6- Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, “1.Şuâ”.

7- Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, “8.Şuâ”.

8- Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, “8.Lem’a”.

08.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.