Bu yazı “on beş Temmuz şehitlerinin hesabını kimden soracağız, elbette bütün ...öcülerden” diyen dostlara samimi ikazdır: Hesabı, kim suçluysa ondan soralım.
Peki kim suçlu? Adaleti nasıl sağlarız?
Bu seride bu soruların cevabını yazacağız.
Ama biz bu adalet yazıları yazdıkça, bazıları, yine, “siyasetten uzak durmak gerek” deyip Kur’ân’ın adalet dersini görmezden gelmemizi istiyorlar.
Diğer bazıları da “şimdi hata gösterme veya adalet isteme zamanı değil, şimdi hükümete ve devlete tam destek olma zamanı” diyerek devleti hükümetle karıştırıp ardından da zulme sessiz kalıyor yani zulme rıza gösteriyorlar. Halbuki vicdan sahipleri için “doğruya doğru yanlışa yanlış” diyebilmek çok kolay!
Yeni Asya işte o “çok kolay”ı yapıyor. Kur’ân’ın çağdaş tefsiri olan Risale-i Nur’dan aldığı adalet dersini, kırk sekiz yıldır, bütün muzır manilere rağmen, elinden geldiğince neşrediyor.
Bir özeti şudur:
Mukaddes Kitabımız Kur’ân’ın dört esasından biri adalettir. (İbadet dahi insan davranışlarındaki adaletin adıdır.).
En geniş kapsamlı ibadet olan namazın kalbi hükmündeki Fatiha’da, Kâdir-i Mutlak olan Allah’tan ısrarla talep ettiğimiz “sırat-ı müstakim”, her türlü ifrat ve tefritten uzak kalarak yani adalet içinde yaşamak demektir.
Allah mutlak adildir. Allah zulmetmez. Zulmedenleri de sevmez.
İnsanlar kendilerine ya da başka insanlara zulmeder ama inanırız ki kader daima adalet eder.
Bu sebeple, hak etmediği halde insanlardan bir kötülük gören her yetişkin şöyle düşünmeli:
“Bu da benim musibetim ve imtihanım. Hakkımı elbette bu dünyada hukuk içinde kalarak arayacağım. Ama burada alamasam da ahirette Allah’ın adaleti tam tecelli edecek ve ben de zalimden hakkımı alacağım”.
Ama şunu da düşünmeli:
“Ben masum iken benim başıma bu musibeti getiren Allah acaba bana bununla ne anlatmak istiyor? Hangi hatayı yaptım ki kader bu musibeti yaşamama izin verdi?”
Cevabını kendi içinde yaşasın yeter.
Adalet herkese kesin emirdir.
Kişiler kendi kendisine karşı ve çevresine karşı ilişkilerinde adil davranmalı.
Devlet de bütün işlerinde adil davranmalı.
O halde önce ana soru: Adalet nedir?
Adalet haklıya hakkını vermektir. En önemli hak hayat hakkı ve hürriyettir. Haklının hakkını bu dünyada korumak ve vermek devletin vazifesidir.
Devleti devlet yapan adaletidir.
Adalet ise en asgarisinden, masumun hakkını korumaya öncelik vermeyi gerektirir. Buna adalet-i mahza yani mutlak/tam adalet denir.
Adalet ayrıca suçluya cezasını vermektir. Bu da devletin vazifesidir.
Ama “suçluya ceza vereyim” ya da “kamu düzenini koruyayım” derken masumun hakkını göz ardı etmek “haklıya hakkını vermemek” anlamına gelir ki bu adalet değil zulümdür. Birileri buna da adalet dese de zulümdür. (Mesela bazı halife-padişahların, masum kardeşlerini, fetva da bularak, “ileride iktidarıma talip olabilirler, devleti bölebilirler” korkusuyla ve sırf bir ihtimal üzerine öldürtmesi adalet değil zulümdür.)
Nitekim “men katele nefsen …” ayeti, mealen, “bir masumu öldüren bütün insanlığı öldürmüş kadar büyük bir günah işlemiş olur” diyor.
Aynı şekilde “ve lâ teziru …” ayeti de toptancı davranışlarla “kurunun yanında yaşı da nemliyi de yakan” bir adalet anlayışını reddediyor.
Bu kural elbette hem insanlar ve hem de insan grupları, cemaatler, siyasi partiler vb. için geçerlidir.
İdam mahkûmları bir gemiyi ele geçirip kaptanı rehin almış olsalar ve gemiyi kullanarak kaçmaya çalışsalar, onların kaçmasını engellemenin tek yolu da o gemiyi batırmak olsa, o masum rehine o gemide bulundukça ve kendisini feda etmedikçe gemiyi batırmaya hakkımız yoktur. Zira masumun hayatını ve hakkını korumak suçluya ceza vermekten önce gelir.
Çok masuma zarar veren bir suçluyu cezalandırabilmek adına başka masumların hakkını ihlal eden devlet, asla hukuk devleti olamaz. Hangi masum güvenir o devletin hukukuna ve adaletine!
Hukuk devleti olmanın şartlarını ayrıca sayalım...