1950’lerde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Konseyine üye devletler tarafından egemenliklerine yönelik bir tehdit olarak görülüyordu. Tam olarak haksız da sayılmazlardı.
Çünkü sistem özünde bir uzlaşmaydı. Bir yandan, o dönemde hukuki bağlayıcılığı bulunan bir insan hakları belgesi oluşturmak için siyasi uzlaşıya sahip olmak dikkate değer bir başarıydı. Ancak diğer yandan, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde, demokratik bir devlet olarak kendinizi savunmak zorunda kalmanın” bedeli vardı. Bu sebeple ilk yıllarında mahkemenin fazla otoritesi yoktu.
Bunu aşmak için Mahkeme’nin kendini, vereceği kararlarla meşrulaştırması gerekiyordu. Sözleşme’nin sınırlı kapsamı ve etkisi hakkında ileri sürülen kapsamlı iddiaları aşmak için, bir ölçüt olarak Avrupa Konseyi devletlerinin “ortak demokratik değerlerine” ilişkin geniş bir anlayışa dayanmıştı.
AİHM’in, -o zaman ki adıyla Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun- uluslararası insan hakları bağlamında esastan ele aldığı ilk bireysel başvuru davalarından biri 1960 tarihli De Becker/Belçika kararıdır. Belçika mevzuatının başvuran gazetecinin ifade özgürlüğü üzerindeki kapsamlı ve her şeyi kapsayan etkileri nedeniyle, ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştı. Komisyon’a göre bu kısıtlama:
“Avrupa Konseyi demokrasilerinin idealleri ve gelenekleri ile uzlaştırılabilir görünmemektedir ve .... Madde 10(2) anlamında ‘demokratik bir toplumda gerekli olanın’ ötesine geçmiştir.”
De Becker kararı, Avrupa’nın temel demokratik değerleri söz konusu olduğunda, Strazburg’un ulusal bir perspektife ya da demokratik olarak kabul edilmiş mevzuattan kaynaklanan bir pozisyona basitçe boyun eğmeyeceğini göstermiştir.
İlk dönemde öne çıkan ve “Belgian Linguistic Cases” olarak da anılan bir başka davada Komisyon şunları belirtmiştir:
“Mevzuatın söz konusu Devlette siyasi ve hukuki hayatın önemli bir meselesini düzenliyor olması, Belçika Hükümeti tarafından önerilen yorum ilkesini desteklemez. Bu ilke ancak söz konusu mevzuatın imzacı devletlerin tamamında veya çoğunda geleneksel olan bir sistemi somutlaştırması halinde uygulanabilir.”
Bu davaların her ikisi de Strazburg’un ulusal makamların, yasal dayanakları olsa bile, sözleşmeye göre “hatalı” kararlarına ilişkin “düzeltici” bir işlev üstlendiğini göstermektedir. Bu, Mahkeme’nin “meşruiyet oluşturma aşaması” idi.
1980’lere gelindiğinde Strazburg artık “Avrupa’nın yarı anayasal mahkemesi” olarak ün yapmıştı. En azından Batı Avrupa’da, Mahkeme artık Sözleşme kapsamındaki konularda üstün otorite olarak görülüyordu.
AİHM bugünkü güveni nasıl kazandı ve bu güvenin kaynağı neydi? Mahkeme nasıl oldu da yeni kurulan “devletler üstü bir anayasal sistem” için devletlerin ve toplumların rızasına sahip oldu?
Bu sorunun cevabını gelecek yazıda arayalım.