Türkiye’deki laiklik tartışmalarına Yunanistan’da yaşanan bir tartışma yardımıyla bir parça ışık tutabiliriz:
Yunanistan’da 2018 yılında Başpiskopos Ierenymos ve dönemin Başbakanı Çipras, yaklaşık on bin piskoposun devlet memuru statüsünü ortadan kaldırmak için anlaşmıştı. Böylelikle piskoposlar artık maaşlarını devletten değil, kiliselerin kurduğu vakıflara gelen bağışlardan almaya başlayacaklardı.
Ekonomik sıkıntılar içinde debelenen ve işsizlik oranının en yüksek olduğu AB ülkesi durumundaki Yunanistan’da bu icraat ile hem yeni iş imkânları doğacak ve hem de devlet ve kilisenin birbirinden ayrılması yolunda önemli bir adım atılacaktı.
Ancak beklendiği gibi bazı dindar siyasetçiler ve bazı piskoposlar bu plandan rahatsızlık duymuşlardı. Yıllardır faydalandıkları hakların ortadan kaldırılmasını bir çeşit ihanete benzetmişlerdi. Hatta Çipras’ın bu hamlesi bazılarınca “politik amaçlar ve ekonomik çıkarlar uğruna kiliseyi feda etmek” olarak yorumlanmıştı.
Ekonomik sebepler dışında da bu planı destekleyici görüşler mevcuttu. Devlet bütçesi ile kilise ihtiyaçlarının bu şekilde ayrılması sadece devlet için değil kilise için de pozitif sonuçlar doğurabilirdi. Zira maaşını devletten alanların hizmet ettiği bir kilisenin devletten ve dolayısıyla hâkim siyasetten ne kadar bağımsız ve dolayısıyla nasihatinde ne kadar samimî olduğu hususu sorgulanması gereken bir durum. Kilise devletin siyasetini etkileyebildiği gibi devletin ve bilhassa iktidardaki siyasetçilerin çıkarları da kilisenin gündemine ve işleyişine nüfuz edecektir.
Nitekim bu plan hayata geçemedi. Bir sonraki seçimde hükümeti devralan Muhafazakâr Partinin lideri Miçotakis bu planı ortadan kaldırdı.
Komşumuzda yaşanan bu süreç aslında uzun zamandır bizim de yaşadığımız bir dilemmayı hatırlatıyor. (Dilemma Yunanca kökenli bir kelime olup “ikilem” demektir. Bu yazıda ikilem yerine “dilemma” elbette daha şık duruyor.)
Türkiye’de Diyanet mensuplarının malî yönden “kamu görevlisi” sayılması yani maaşlarının devlet tarafından ve kamu bütçesiyle ödenmesi ve dolayısıyla okuyacakları hutbenin siyasetin etkisi altında şekillenmesi durumu, yukarıda bahsettiğimiz endişelerin benzerlerinin bizim ülkemizde de haklı olarak gündeme gelmesine sebebiyet veriyor.
Din görevlilerine asla yakışmayacak bir benzetme olan “ekmek veren el ısırılmaz” deyiminin kullanılmasına sebep olan ve din hizmetlerinin imajını ve ihlâsını bozan bu durum aynı zamanda dini devletin güdümünde tutuyor.
Din görevlilerinin içinde ve dolayısıyla altında yer aldığı hiyerarşik siyasî-idarî yapı din görevlilerine dinî konuların dışında kalan ve bazıları siyasî olan amaçlar ve görevler verebiliyor. Yani Türkiye’de sadece devlet işleri dinden-diyanetten etkilenmiyor, din-diyanet işleri de devletten etkileniyor. Ülkemizde çok uzun yıllardır yaşandığı üzere, Devlet, vatandaşa doğru dinin ve doğru mezhebin ve hatta herhangi bir konuda doğru inanışın ne olduğunu dikte edebiliyor, emredip dayatabiliyor.
Oysa yayılması ve yaşanması için en temel gerekliliklerden biri “hürriyet” ve samimiyet yani “ihlâs” olan İslâm dininin devlet siyasetinin rüzgârlarına göre şekil alan bir yapı tarafından öğretilmesi / yaşatılması / idare edilmesi aslında bir çelişki.
Bu yüzden de ihlâsa mani olan yarı resmî dinî yapıya en kuvvetli tepkiyi dindar kesimin göstermesi beklenir.
Ama görülüyor ki hem Türkiye’de hem Yunanistan’da “muhafazakâr hükümetler” dini muhafaza görüntüsü altında devlet için kullanışlı bir aracı ellerinin altında tutmaya ve hatta büyütmeye devam ediyorlar.
Bu sebeple dinlerin özü olan ihlâs bilhassa demokrasilerde her zamankinden daha fazla önem kazanıyor.