Başlangıçta inkâr edilip farklı yorumlar yapılsa da ekonominin iyiye gitmediği artık idareciler tarafından da kabul edilir hale geldi. Bu sebeple ortada bir kriz olduğunun kabulü anlamına gelen “Bu kriz, bizim krizimiz değil” sözleri sarf ediliyor.
Arzu etmesek de kriz hepimizin krizi ve hepimizi ilgilendiriyor. İnşallah krizin faturası ağır olmaz ve kısa sürede sona erer.
Bununla birlikte işin ehli olan uzmanlar idarecileri ‘krize doğru teşhis’ koymaları noktasında ikaz ediyorlar. Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nden Prof. Dr. Refet S. Gürkaynak’a göre, yüksek enflasyon ve kurla birlikte resesyona (durgunluk) giren Türkiye ekonomisinin krizi en az hasarla atlatmasının yolu Merkez Bankası’nın sıkı para politikası uygulaması ve özel sektör borç sorununun çözümü için doğru bir maliye politikasının devreye girmesiyle mümkün.
Merkez bankacılığı, parasal iktisat, makroiktisat ve malî piyasalar konusunda çalışan Prof. Dr. Gürkaynak’ın ‘teşhis’i şöyle: “Türkiye’deki sorunun temelinde üretim potansiyeli eksikliği olduğunu, bunun da kaynağında kadınların işgücüne katılım eksikliği, beşerî sermayenin eğitim sistemi eliyle kösteklenmesi gibi yapısal sorunların yattığını görüyorsanız, Merkez Bankası’nın bunları çözemeyeceğini bilirsiniz. Sorunun büyük bir kısmı iktisat politikasını merkez bankacılığına indirgemiş olmaktan geliyor. Ama yatırıma geldiği zaman Merkez Bankası faiz indirsin, insanlar da yatırım yapsın deniyor. İnsanlar, fonlama maliyetinin yüksekliği yüzünden yatırımdan kaçmıyorlar. Yabancı ve yerli yatırımcının yatırımdan kaçmasının temel nedeni adalet sistemi. Yabancı yatırımcı, Türk mahkemelerine güvenmediği için gelmediğini açıkça ifade ediyor.” (www.dw.com/tr, 14 Eylül 2018)
Ekonomist Dr. Murat Kaykusuz’un değerlendirmesi de şöyle: “Ekonomide ciddî bir güven problemi var. (...) Öncelikle ekonomi yönetiminde bu işin profesyonellerine bırakılmalı. Sonra, (...) borçlanarak büyüme stratejisinden vazgeçilmeli. Hâlâ Kanal İstanbul, demiryolu projesi gibi büyük projelerden bahsediliyor. (...) Türk ekonomisinin aspirin tedavisine değil tam teşekküllü bir tedaviye ihtiyacı var.” (www.amerikaninsesi.com, 13 Eylül 2018)
Hangi dünya görüşüne mensup olursa olsun büyük çoğunluk, krizin iyi idare edilmediği noktasında ittifak ediyor. Meselâ, ülkemizdeki üretim potansiyelinin eksikliği olduğunu inkâr eden var mı? Ya da uzmanların ifade ettiği üzere ‘beşerî sermayenin eğitim sistemi eliyle kösteklenmesi’ne hepimiz şahit değil miyiz? ‘Yatırımcının yatırımdan kaçmasının temel nedeni adalet sistemi’yse bu noktada reformlar yapılması gerekmez mi? ‘Yabancı yatırımcı, mahkemelere güvenmiyorsa’ bu büyük bir dert değil mi? ‘Ekonomide ciddî bir güven problemi’ yok mu? ‘Bu işin profesyonellerine bırakılmalı’ diyenler haksız mı? Türkiye’nin hâlâ ‘Borçlanarak büyüme stratejisinden’ vazgeçmediği görülmüyor mu?
Bütün bunlar ‘Aspirin tedavisine değil tam teşekküllü bir tedaviye ihtiyacı var’ diyenlerin sözünün dikkate alınması gerektiğini göstermez mi?
Bakınız, krizi konuşmaya çalıştık. İş yine dönüp dolaşıp bir bakıma eğitim meselesine geldi. Bir ülkenin eğitim sistemi, o ülkenin ‘beşerî sermayesini’ köreltir mi? En büyük dert, en büyük kriz, en büyük problem bu değil mi?
Krize, sıkıntıya, probleme doğru teşhis koyalım ki doğru tedavi uygulayabilelim. Başka çare varsa söylensin...