Barla Lâhikası’nda Eğirdir Müftüsüne son ihtar başlıklı mektupta yazımızın başlığını ifade eden bir hadiseye değinmek istiyoruz.
“Bir dostum vardı, takvâsı ifrat derecesindeydi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar ediyordu. Zâtınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak suretinde onunla konuşmuşsunuz. İşte o zât, o telkinattan sonra geçen Ramazanda bir gün, bana Hülâgû ve Cengiz vâkıalarını okutmak için gösterdi. “Aman, bunları oku” dedi. Ben kemâl-i taaccüp ve hayretten dedim: “Kardeşim, sen divane mi oldun? Benim Delâil-i Hayrâtı okumaya vaktim yok. Böyle zalemelerin sergüzeşt-i zâlimânelerini bu Ramazan-ı Şerifte bana okutmak hissini nereden kaptın?” dedim. Haftada iki defa yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim. Fakat hakkında inâyet vardı, o halden kurtuldu” (Barla Lâhikası) hakikatinde bizlere de bakan dersler var. Kutsî vazifemizin zararına olarak geniş dairelerin meşguliyetine kapılmak yani bir nevi Hülâgû ve Cengiz vakıalarına benzer hadiseleri takipten kurtulamayıp, “Aman, şu hadiseleri de oku!”, “Aman, şu olaylara da bak!” diyerek manevî hizmetlerden, Kur’ân hakikatlerinden bizleri alıkoyanlara karşı dikkatli olmalıyız. Kur’ân hakikatlerini tefekkürden bizleri uzaklaştırmaya çalışanların bu divaneliğine karşı müteyakkız olmalı, onların bu menfî hisselerine bizlerde kapılmamalıyız.
En birinci vazifemiz olan Risale-i Nur hizmet-i imaniyesini geri bıraktıracak vaziyetlerden kaçınmalı, neyi okuduğumuzu, neleri takip ettiğimizi ve nelere baktığımızı gözden geçirmeliyiz.