Güneşin devri dönmüştü; akşam adım adım yaklaşıyor, gölgeler uzuyordu. İnsanlar kadar hatta şeyler kadar gölge vardı. Vatanın yüzü gölgeleniyordu. Bir adam girdi Emirdağı’na yol kavşağının başında durdu.
Hep yol kavşağında değil miyiz zaten? Kârla zararın, iyi ile kötünün ve doğru ile yanlışın... Fakat o, bildiğiniz yollardan birinin kavşağında durup, kendine benzemeyen birine ezanı sordu. O, başını salladı: “He” diye. Bir kişi ezanı okumuş, binlerce kişi dinlemişti. Tâ uzaklardan akis yaptı.
Allahü Ekber. Herkes didiniyor, çırpınıyor, herkes bir rüya görüyordu. Kâbus mu kâbus!.. Sonra da kıbleyi sordu. Beriki kolunu uzatarak gösterdi; şaşkındı, konuşmaya mecali yoktu. Gelen adam kendine hiç mi hiç benzemiyordu. Ya biz ondan değildik, yahut o bizden...
Lâkin Türkçe konuşuyor ve dedeme benziyordu. Omuzundaki seccadeyi serdi yere; sermesiyle namaza başlaması bir oldu. Dikili kaldı yanında iki jandarma neferi; pürsilah bekliyorlardı.
Neyi bekliyorlardı? Sayfa sayfa, cilt cilt tarih olan şu adamı mı? Onu mu bizden, bizi mi ondan koruyorlardı? Yoksa namazı süngülerin arasına mı almışlardı?
Yahut o, Emirdağı’nı yerle bir mi edecekti? Acaba jandarma neferleri neyi bekliyordu? Bilinmedi gitti bu sır...
Birdenbire hayalim Süleymaniye’ye kaydı. Sinan, gökyüzünü ellere yaklaştırmak için kubbe yapmıştı. Bu adam için yeryüzü bir cami ve bu iki jandarma neferi iki mermer sütundu.
Gökyüzü süngülerin ucunda duruyordu.
O, Emirdağ’ına gelmişti.
Binlerce insan vardı; ama yine de yalnızdı.
Garipliğini namaz kılışında bile okumak mümkündü.
Belki aç karnına, taş basar gibi ellerini bağrına bağlamış yahut gömmüş, iki kat idi.
Dost bulamayınca Allah’a iltica etmiş, sanki O’na misafir, sanki O’nun evindeydi. Hürmeti bu derece dıştan okunur, bu derece hali bilinirdi. Öyle rahat namaz kılıyordu ki, jandarmalardan birinin gölgesi üstüne düşmüştü; anlaşılan, kendini çook emniyette hissediyordu.
Velhasıl her şeyi ile garip bir adamdı. Adı da kendi gibiydi. O sanki bir İbn-i Kemal, yahut Zenbilli, yahut Ebu Suud’tu.
Bunlara “Kimdir?” deme ALLAH aşkına, ne çabuk unuttun? Bunlar senin de, benim de dedemdi...
Evet, evet diliyle, şekliyle, yazısıyla dedemiz olan bu adam, mezardan kalkmış, şimdi Emirdağ yol kavşağında namaz kılıyordu. Yanında iki jandarma vardı; ama onlar da onun torunuydu. “Evladım.” derdi. “Kardeşim.” derdi. Kendisine kelepçe vuranları bile severdi. İlme ve fenne o derece düşkündü ki, ‘kelepçede sanat var’, diye onu da beğenirdi.
Hele hapishaneler vatanın bir parçasıydı. Diyar diyar sürgün gezerdi. Vatanını gezdirenlere dua eder, hidayet dilerdi. Kısacası yazılmayan hayatı bir eserdi. Bir Kur’an, bir de kitab-ı kâinatı okurdu. Başka kitap vermezlerdi. Bunları da elinden alamazlardı.
O gün Emirdağ’da kıyamet koptu. Çünkü akşamüzeri güneş doğmuştu. İki güneşi bir arada gördü Emirdağlılar. Fakat kör olanlar gece nasıl yürürse, gündüz de öyle yürürdü...
Emirdağ’da emir vardı. Güneş balçıkla sıvanacak ve minareye kılıf uydurulacaktı. Emirdağ’da gönüller aydınlandı. İnsanlar hatta her şey sıcak sıcak, cana yakın oldu. Her şey erimiş kardeş kardeş birbirine sarılmıştı. Emirdağı’na güneş doğmuştu..
Emirdağ’dan yüzlerce kilometre uzağım. Fakat bir sıcaklık var içimde... Dün bir Emirdağlı gördüm, yanıyordu... “Battı mı” dedim, “O güneş?” Kalbini gösterdi. Gözlerim kamaştı, bakamadım. Herkes ayna olmuş, her aynada o güneş parlıyordu. Işığa düşman olan aydınlar, aynaları kırdılar.
Yine de her bir ayna parçasında bir güneş göründü.
Hekimoğlu İsmail dualarla
Osman Zengin'in yazısı: Hekimoğlu İsmail
İbrahim Halil Çelik'in yazısı: Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) göçtü öte âleme