Türkiye coğrafyasında bin yıldır kullanılan Kurân harflerinin yasaklanması kısa sürdü; lâkin, bu iş hiç de kolay olmadı.
İşin başındaki gencecik MEB Mustafa Necati, 1 Ocak 1929’da âniden ölüp gidince, toplam bir yıl içinde onun yerine 5 bakan daha aynı makamda devir-teslim işini yapmak durumunda kaldı.
Evet, Kurân harflerini hayatımızdan söküp atmak, öyle sanıldığı gibi kolay değildi. Kurân yazısını tasfiye etmek için Millî Eğitim’in (Maarif) başına getirtilen kişi, hiç ummadık bir zamanda ve hiç umulmadık bir şekilde ölüp gitti. Onun yerine gelenler de, o makamda ancak birer-ikişer ay durabildiler. Bir sene zarfında peşpeşe atamalar ve hemen ardından o makamdan uzaklaşma halleri yaşandı.
Şimdi, bir yönüyle dinî ve millî cinayet sayılan asıl hikâyenin gelişme seyrine bakalım.
*
Latin harflerinin resmen kabulü, Kasım 1928 tarihli Resmî Gazetede yayımlandı. Bu harf inkılâbından sonra, aynı maksatla yürütülen diğer faaliyetlere de hız verilmeye başlandı..
Bu çerçevede olmak üzere, 1 Eylül 1929'dan itibaren Arapça ve Farsça derslerin okullardan kaldırılmasına karar verildi.
Ardından, korkunç yasaklar bir biri ardına sökün edip geldi: Arapça tamamen yasaklandı. Öyle ki, Kur'ân–ı Kerim'in Arapça olarak basım ve yayımının yapılmasına dahi kanunî yasak getirildi. Hatta, Kur'ân'ın orijinal hali, yasak kitap listesinin başına yerleştirildi. Bu, insanlık tarihinde eşi-benzeri görülmemiş tahripkâr bir gelişmeydi.
Oysa, harf inkılâbı ile harf yasağı birbirinden ayrı tutulması gerekiyordu. Siz hükûmet olarak herhangi bir mülâhaza ile Latin alfabesine geçme yönde karar alabilir ve bu maksatla bazı çalışmalar yapabilirsiniz. Dinen de bunda bir sakınca yoktur.
Ama, siz tutup ”Latince geçiyoruz” diye Osmanlıcayı, Arapçayı, Farsça’yı yasaklarsanız, bunun evrensel hukukta ve hakiki adâlette yerini bulamazsınız. Hele hele, tutup Kurân-ı Kerim’in orijinal Arapça nüshalarına yasak getirme cihetine giderseniz, insanlık önünde de, İlâhî adâlet önünde bunun hesabını veremezsiniz.
İşte, hiçbir şekilde hesabı verilemeyecek olan böylesine vahim bir durum yakın tarihimizde yaşandı. Ve ne gariptir ki, ekser insanımız, bilhassa yeni nesilin çoğu bunu bilmiyor. Bilgisizliği bir yana, bir de tutup Kur'ân'ı yasaklayanlara duâ edenler çıkıyor.
Bilhassa son yıllarda daha bir yoğunluk kazandığını gördüğümüz camilerde, mâbedlerde, kürsülerde, minberlerde, ekran ve mikrofonlarda okunan Kur'ân'a ve Kur'ân'a dayalı kudsî sözler söylendikten sonra, vaktiyle aynı mukaddes Kur'ân'a düşmanlık etmiş, hatta yasaklamış olan ekâbirlere de tutup duâ eden kimseler oluyor, maalesef. Ne diyelim, eyvâhlar olsun.
*
Arapça ve Farsça'nın yasaklanması teklifi Maarif Vekâletinden (MEB) geldi.
O zamanki vekil, Mustafa Necati Beydi. Onun henüz 35 yaşında iken 1 Ocak 1929'da “apandisit patlaması sonucu” ölmesi üzerine, yerine İnönü vekâlet etti. Daha sonra Vasıf Çınar, Cemal Hüsnü, Refik Saydam, Esat Sagay da kısa aralıklarla bakanlık görevinde bulundu.
Yani, bir yıl içinde (Eylül 1929–Eylül 1930) tam tamına 6 Millî Eğitim Bakanı değişti. Zira, o tarihte Kur'ân'a yönelik yapılan bu yasaklama faaliyeti, halkın nazarında çok menfur bir günâh şeklinde telâkki edildiğinden, bu işe de bakan dayanmıyordu.
Arapça ile birlikte Farsça'ya da yasak getirilmesinin en önemli sebebi, Farsça hurûfat ve yazılımın da Kur'ân'ı okuyup öğrenmeye uygun olmasıydı.
Ancak, politik ve ideolojik olarak yapılan beyanlarda ise, şu gerekçeye sığınılıyordu: "Türkçe'nin yabancı unsurlardan temizlenmesi ve öz Türkçe'nin hayata geçirilmesi..."
Aradan geçen zaman, bu gerekçenin aslında ne derece sahte ve kandırmaca bir maskeden ibaret olduğu açıkça anlaşılır hâle gelmiş oldu.