Bundan on sene evvel, bazı arkadaşlarla aramızda yürekleri burkan ihtilâflı bir mesele yaşandı.
Konu, Mısır’daki kanlı gösteriler ve çatışmalar meselesiydi. Bilhassa, 2013 yılı Temmuz-Ağustos aylarında, darbeci Sisi’nin ele geçirmiş olduğu askerî kuvvetler ile mazlum Mursî’nin taraftarları sokaklarda-meydanlarda karşı karşıya geliyor ve sivil halkın üzerine vahşiyane bir şekilde kurşun yağdırılıyordu. Bu kanlı arenada, sayılamayacak kadar çok insanın canı ve malı zarar gördü.
Şüphesiz, bunda darbeciler gibi, mâsum sivilleri kanlı gösterilere kışkırtan, onları menfi harekete teşvik edenlerin de vebâli var. Vebâllerinin bir başka yönü ise, Îhvân’a olan desteklerinin muvakkat olması, kesilmesi ve yaşanan o kanlı boğuşma teşviklerinin bir “müflis tecrübe” ile neticelenmesidir.
O günlerde meydanlara çıkıp kışkırtıcı protesto gösterisi yapanlar, bugün aynı yerde olmadıkları gibi, içli-dışlı oldukları siyasîler de aynı çizgide değiller. Hatta, siyasiler neredeyse tam tersine döndüler. Haliyle, siyasilerin omurgasız tavrına aldananlar da orta yerde iyot gibi kala kaldılar.
*
Söz konusu kanlı hadiseler sebebiyle, ihtilâfa düştüğümüz kardeşlerin o günlerde bize karşı yüksek perdeden söyledikleri özetle şuydu: Siz risalelerdeki düsturları doğru anlamıyorsunuz. Hatta yanlış mana veriyorsunuz. Meselâ “müsbet hareket” demek, pasiflik-pısırıklık demek midir? Zalimlere karşı protesto gösterileri yapmak, cuntacı darbecilere karşı meydanlara çıkmak, gerekirse silâhlara karşı göğsünü siper etmek, asla menfi hareket değildir.
Oysa, bunu diyen arkadaşlar yanılıyordu. Kat’i surette yanıldıklarını da, aradan geçen on yıllık zaman dilimi ortaya koydu. Mursî’yi Hz. Musa’ya, Sisi’ye Firavun’a benzeten siyasilerimiz, son bir yıldır tam tersine bir politika izlemeye başladı.
Öte yandan, çok ağır bedeller ödeyen Mısır’daki İhvânlar bile, içine girmiş oldukları o “kanlı iktidar boğuşması”nın kendileri açısından da yanlış olduğu kanaatine vardılar ve artık siyasetten çekilme noktasına kadar geldiler.
Acaba, dökülen onca kan ve gözyaşının hesabı ne olacak? Kanlı zalimler, bu yaptıklarının hesabını öbür dünyada elbette ki vereceklerdir; peki, mazlumları zalimlere bilerek-bilmeyerek ezdirmeye çalışanların yaptıkları ne olacak? Onların da bir nefis muhasebesi yapması gerekmiyor mu?
Şayet, o gün yaptıklarının doğru olduğuna inanıyorlarsa hâlâ, bunu bize değil, dirsek temasına geçtikleri siyasilere, dahası Mısır’daki İhvânlara gidip anlatsınlar. Bakalım, yaptıklarını anlatabilirler mi, yahut onları dinleyen olur mu?
*
Biz darbeci cuntalara, hûnhar diktatörlere söylenebilecek hiçbir sözü hiçbir zaman esirgemiş değiliz. Ama, burada anlatmak istediğimiz mesele bu değil. Demek istediğimiz şudur: Kur’an’ın malı olan Risâle-i Nur’u okuyanlar, onda vâzedilmiş olan ulvî düsturlara riayet etmeli, bilhassa siyasî ve içtimaî meselelerde o düstûrlara uygun davranışlarda bulunmalı.
Eğer o ulvî prensipler, ehl-i İslâmda tavazzuh ve tebellür etmiş olsaydı, Mısır, Suriye, Irak, Libya, Afganistan ve sâir yerlerdeki ihvanlarımız azim hatalara düşmez, türlü fitnelere âlet olmazlardı.
Hiç olmazsa, Mısır’daki İhvânlar, Nasır’ın zamanında yaşadıkları felâketten iyi bir ders çıkararak daha ihtiyatlı davranırlardı. Hiç olmazsa, o yalancı “Arap Baharı Devrimi” rüzgârına kapılarak ihtiraslı, şaibeli, tuzaklı, meşkûk bir iktidar oltasına takılıp insafsız avcılara yem olmazlardı.
Haydi, diyelim ki onlar bilmeyerek kurulan tuzaklara düştüler; peki, ya Nur’un düstûrlarını ezbere bilenler nasıl olur da harice bakan, husûsan siyasete temas eden cereyanlara kapılıyorlar. Bunu hafsalamız almıyor.
Rabbim cümlemize ferâset, metanet, dirayet versin ve bizi ihlâstan, sadâkatten, istikametten ayırmasın.