Bugün “12 Eylül Darbesi”nin yıldönümü. 1980’de “darbe cuntası”nı teşkil edenler, o dönemin komuta kademesiydi, yani kuvvet komutanlarıydı.
Bu cunta, elindeki yetkiler itibariyle bütün orduyu temsil ediyordu. Vicdanî ve hukukî açıdan aynı temsil yetkisine sahip olduklarını savunmak ise imkânsız. Onları savunmak, hatta vatana-millete, hürriyet ve demokrasiye ihanet derecesinde bir vicdansızlık olur. Demek ki, orduyu şeklen temsil eden “12 Eylül cuntası”, aynı orduyu hakikat noktasında temsil etmiyordu. Buna göre, cuntacılar, orduyu emellerine âlet ettiler. Sonra, onlar da “başka emeller”e âlet oldular.
*
Türkiye’de 1909’dan bu yana vuku bulan muhtıra ve darbelerin hemen hiçbiri esaslı bir şekilde mahkemeye taşınamadı; failler, hukuk ve adâletin önüne çıkarılamadı.
Dolayısıyla, yarım düzineyi bulan söz konusu darbe ve muhtıraların gerçek fail ve azmettiricileri bu dünyada cezasını alamadan gitti; geri kalanları (28 Şubat-15 Temmuz) da aynı şekilde gidecek gibi gözüküyor. Zira, bu ülkede “geçmişi sorgulamak” var, ancak bilhassa darbecileri ve siyasîleri “hukuken yargılamak” diye bir adet, bir gelenek henüz tahakkuk etmiş, yahut tatbik edilebilmiş değil. Hem öyle ki, meselâ 15 Temmuz’un kilit roldeki isimleri, Millet Meclisi’nde kurulan araştırma komisyonlarına gelip bildiklerini anlatmaya tenezzül bile etmediler. Bu durumda, hadisenin arka plânı nasıl aydınlatılacak ve mücrimler nasıl cezalandırılacak? Hiç mümkün mü?
Darbe yapanlar, keşke zamanında ve hak ettikleri şekilde yargılanabilseydi. O takdirde, bu tür ihanetler, fecâatler, felâketler hiç olmazsa tekerrür etmezdi.
*
“12 Eylül”den önce bir “12 Mart” vakası var. 1971’in 12 Mart’ında hükûmete yönelik bir “muhtıra” yayınlayan dönemin komuta kademesi, istifa edip çekilmemesi halinde hükümeti silâh zoruyla devireceklerini ilân etti. Başbakan Demirel, “Parlamento yolunu açık tutmak” maksadıyla, Çankaya’ya hükümetin istifasını sundu. Bu muhtıranın da diğer darbeler gibi ülkeye-millete zarardan başka bir faydası olmadı.
*
27 Mayıs 1960’ta tek başına iktidar olan Demokrat Parti hükümetini deviren alt kademedeki askerî cunta, on yıllık demokrasi denemesinin de canına okudu. 600 kadar DP’liyi gaddar mı gaddar bir mahkemede en ağır şekilde cezalandırdı. Seçilmiş dört vatan evlâdının (Başbakan Menderes, Maliye Bakanı Polatkan, Dışişleri Bakanı Zorlu ile işkence ile katledilerek pencereden atılan İçişleri Bakanı Gedik) kanına girdi.
*
Cumhuriyet tarihinin kanlı darbelerine benzer bir darbe de II. Meşrûtiyet döneminde yaşandı: “31 Mart Vak’ası” bahanesiyle 27 Nisan 1909’da İstanbul’a giren Selanik merkezli Hareket Ordusu, iş başındaki hükümet ile birlikte Sultan Abdülhamid’i de tahttan indirdi. Sayısız mazlûmu dârağacında sallandırdı.
*
Son bir nokta olarak şunu demek istiyoruz: Darbecilerin 3–4 kez süngü kuvvetiyle vurduğu, iktidardan indirdiği ve tümüyle yok etmeye çalıştığı bir siyasî misyonu geri istemek, bizim yüzde yüz helâl hakkımız. Dolayısıyla, ihtilâlcilerin siyasî tasarrufunu hiçe sayarak, millet nezdinde vaktiyle kazanılmış olan muktesep siyasî hakların iadesini talep ediyoruz. Madem ki, darbecileri mahkemeye çıkartıp cezalandıramıyoruz, hiç olmazsa onları fikren yargılayıp vicdânen cezalandırmaya çalışalım. Bunu yapmadığımız takdirde, darbelere ve darbecilere karşı olmaklığımız, samimiyetten ve ciddiyetten uzak olmaz mı? İnandırıcı olmaktan uzak düşmez miyiz? Evet, bu noktaların da bir cevabını, izahını hiç olmazsa kendi kendimize yapmaya çalışmalı değil miyiz?