Yusuf Ağanın karpuzları
Üstad Bediüzzaman’ın maişetinde görünen İlâhî ikrâm ve berekete şahit olan Barla’daki Süleyman Rüşdü, Hüsrev, Refet, Bekir, Mustafa Çavuş, Barlalı Süleyman gibi güvenilir zâtlar, müştereken imza attıkları bir mektupta şunu ifade ediyorlar: “Evet iki sene evvel, bütün Ramazan’da üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi, bir sene evvel üç fırancala, bir Ramazan yine kâfi gelmişti. Bu Ramazan-ı Şerifte, otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir fırancala yediğini-yalnız bir-iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna-başka birşey yemediğini bizzat müşahede ettik.”
* * *
Yine, aynı Barla Lâhikası isimli eserin bir mektubunda, kanaat, iktisat ve bereketin sırrına dair yazılmış bir hakikati, yazımızın bugünkü bölümüne ilâve ederek geçelim: “Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir sebebi anlatacağım: Mühim bir tüccar dostum, otuz kuruşluk bir çay getirdi; kabul etmedim. ‘İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma’ dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim. Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir? Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk ediyorum. Çünkü, dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadâka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadâka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme... O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.”
Hediye ve teberrükü başkasına veriyor
Kimseden karşılıksız yemek ve hediye gibi şeyler almayan ve alamayan Üstad Bediüzzaman, hatır kıramayıp verilen hediyeyi geri çeviremediği durumlarda şöyle metodu uyguluyor: Gelen hediye ve yiyecekleri, yine başkasına teberrüken dağıtıp yediriyor.
Duruma göre böyle bir usûl dairesinde hareket ettiğini, hem bazı hatıra notlarından, hem de kendi ifadelerinden anlıyoruz. İşte, Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bir mektuptaki ifadeler: “Salisen: Nur’un demirbaş kâtibi ve şakirdi Kâtip Osman’ın Risale-i Nur bahçesinden gönderdiği yaş üzüm teberrükünü ve Medresetü’z-Zehranın çok ehemmiyetli bir şubesi ve bir merkezi olan Sava’nın (Isparta) gayet mübarek teberrüklerini, kaideme muhalif olarak onların hatırı için kabul ettim. Ve kime yedirsem de, onların hayrı olarak yedireceğim.” (Age: 300)
Bu gerçeği doğrulayan bir hatırayı da, bizzat kendimiz dinleyip tesbit ettik.
“Sason İsyanı” sebebiyle 1937 senesinde Kastamonu’ya sürgün edilen ve orada yedi yıl Üstad Bediüzzaman’la komşuluk yapan Batmanlı hamal Ahmet Atak Efendi ile birkaç kez görüşüp hatıralarını not ettik.
Bir defasında, kendisine gelen karpuz hediyesini geri çeviremeyen Üstad’ın, aylar sonra o karpuzu yine getiren kişiye ve misafirlerine nasıl yedirdiğini anlattı.
O hadise ve hatıranın özeti şudur: Aynı yıllarda Kastamonu’ya yine sürgün olarak gelen Kurtalanlı ağalardan Yusuf Toprak Efendi, Üstad Bediüzzaman’a mevsimin ilk karpuzlarından alıp hediye etmek ister.
Ne var ki, onun ağalık servetine haram para karışmış olması ihtimaline binaen, orada hamallıkla geçinen Ahmet Efendiden 50 kuruş borç alarak, yani alınteriyle kazanılmış o helâl parayla ikisi birlikte gidip iki adet Adana karpuzundan alıp getirir... Yusuf Ağayı elinde karpuzla odasının kapısında gören Üstad, onun içeri girmesine dahi izin vermez. Sert ve hiddetli bakışlarla onu kapıda durdurarak şöyle seslenir: “Yusuf Ağa! Sen benim 70 yıllık âdetimi bozmak mı istiyorsun?”
Yusuf Ağa, kapıda heykel gibi dikilip kalır. Ne ileri, ne de geri gidemez olur.
(NOT: İş bu karpuz hadisesinin devamını inşaallah bir sonraki bölümde anlatalım.)