"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ücretin yakın tarihçesi

Mehmed KILIFOĞLU
28 Mart 2015, Cumartesi
Önceki ekonomi yazılarımızda, ekonomideki durgunluğun ana sebebinin, iç talebin yetersizliği olduğunu vurgulamış, çalışan nüfusun yarısından fazlasının asgarî ücretle çalıştığı bir ülkeyi kurtaracak bir ekonomisti daha anasının doğurmadığını yazmıştık. Bugün bu düşüncemizin temellerini açıklayalım.

Gerçekten düşündüğümüzde, bugün ülkemizde hatta dünyada hiçbir ürünün arzı ile bir sıkıntı yok. Fabrikalar, üretim kapasitelerinin çok altında olmak üzere çoğu tek vardiya çalışıyorlar. Bugün bu fabrikalara yeterli talep gelse, bir parmak şıklatmasıyla üretimlerini birkaç misline çıkarmaları rahatlıkla mümkün. 

Önceleri, üretim araçları yalnızca Batı ülkelerindeydi, Batı doğuya satarsa ya da doğunun Batıdan satınalma gücü varsa, bazı malları ülkenizde görebilirdiniz. Meselâ 80’li yılların başında Adidas’ın Türkiye satışı ya yoktu ya da ancak belli başlı yerlerde satılabilecek kadar azdı. Ayağında Adidas giyenlerin, Almancı bir akrabasının olduğu ve bu ayakkabıların da Almanya’dan geldiği düşünülürdü. 80’li yıllarla birlikte; bu üretim araçlarına doğrudan ya da dolaylı olarak üçüncü dünya Doğu ülkelerinin de sahip olması sonucu, bu tip ürünler dünyanın her ülkesinde üretilebilir hale geldi. Adidas gibi ürünleri edinmek için de bir Almancı akrabanızın olmasına gerek kalmadı, hemen sokağın başındaki spor eşyaları satan mağazadan satın alma imkânı oluştu. Bu ürünlerin Batı ülkeleri dışında da üretilebilir hale gelmesi, Doğu ülkelerindeki istihdamı ve refahı arttırdı. Batı, bir anlamda bu imalatların dışarıda yapılmasına izin verdi, izin vermeseler bile kopyacı Japon ve G. Kore gibi ekonomiler, bu tip basit imalatları kopyalama yöntemiyle yapmaya başlamıştı. Katma değeri düşük emek yoğun bu işleri Doğu’ya bırakmakta aslında Batı ülkeleri de gönüllüydü. Batı, Ar-Ge yatırımlarına ve katma değeri yüksek ürünlere yönelerek gücünü devam ettirdi. Şöyle ki, meselâ Dünya üretiminin % 75’ini elimizde bulundurduğumuz çikolata sanayiinin hammaddesi olan fındığı ele alalım. Fındığın son on yıllık fiyat ortalamasını da 6 TL olarak kabul edelim. Karşısında da sıfır kilometre 60 bin tl fiyatlı Wolkswagen Jetta’yı düşünelim. Fındığın gelirinin ¼ masrafa gittiğini de düşünürsek, bir fındık çiftçisinin bir Jetta alabilmesi için yaklaşık yüz dönüm bir araziye sahip olarak 13-14 ton fındık hasadı yapması gerekir. Yüz dönüm arazinin getirisine ancak bir adet Jetta. Korkunç bir durum. 

Katma değeri düşük emek-yoğun malların imalatı da olsa, bu malların üretiminin üçüncü dünya ülkelerine kaymasıyla, bu ülkelerde de görece olarak refah artışları yaşanmaya başlamıştır. Fakat, her ne kadar bu ülkeler üretim kabiliyeti kazansa da, bilgi ve kültür gelişimleri yetersiz olduğundan; bu ülkelerde hızlı bir emek sömürüsü yaşanmıştır. Bu emek sömürüsü meselesinin bugün bile, en fazla kanayan yara olduğu düşünülürse; bu konuda hâlâ bir arpa boyu yol gidilemediği görülmektedir.

Emek sömürüsünün sürekli yaşanması, ülkelerdeki krizleri de sürekli tetikler hale gelmiştir. Kısa dönem kârlarına tav olan işletmeler, işçilerinin aynı zamanda en geniş tüketici kitlesini oluşturduğunu unutmuşlardır. Fabrikacı Ali üretmiş, fakat fabrikacı Veli çalışanına yetersiz ücret ödediğinden Ali mallarını satamamıştır. Veli’nin durumu da çok farklı değildir.

Gerçekten bu iş yalnızca Fabrikatör Ali ve Veli’ye bırakılacak olursa; bu patroncuklardan bir kısmının çalışanlarını bir öğle yemeklik Sodexo biletine çalıştırmak istemesine şaşmamak gerekir. Çünkü, iktisadın temel kuralıdır, işletmeci her zaman kâr maksimizasyonunu hedefler. Bununla ilgili bir bilgimi paylaşayım. Yakın zaman önce bir parti il başkanının, çalışanına asgarî ücretin yüzde otuz fazlası ücret ödeyen bir işletme sahibine, neden işçilere yüksek ücret ödeyerek standardı bozuyor, biz diğer patronların işçilerini mutsuz ediyorsun. İşçi ücretlerini bir şekilde asgarî ücrete getir, getirmezsen sana yapacağımızı biliriz, şeklinde baskı yaptığını, sonrasında bu işverenin de, işçilerini işten çıkarıp yerine yeni işçi alarak, işçi ücretlerini standart ücrete yani asgarî ücrete getirdiğini biliyoruz. Görülüyor ki; ücret işi, işverene bırakılmayacak kadar önemli bir iştir. 

Sonrasında bu asgarî ücret politikalarının ekonomiye kriz olarak döndüğünü görüyoruz. Esnaf sürekli, kan ağlamıyor mu? “Arkadaş piyasa da yaprak kımıldamıyor, bugün de dükkânı siftahsız kapattık” diye. 

İşte bu noktada, sendikacılığın önemi devreye giriyor. Çıkıp işçi adına temsilcilerinin, “Nedir ulan sizin bu yaptığınız” deyip, masaya yumruklarını vurması gerekiyor. Fakat maalesef ülkemizde yıllar yılı, sendikacılığın, sanki bütün işçiler komünistmiş gibi komünizmle bağdaştırılıp bir öcü olarak gösterilmesi ve önünün açılması konusunda siyasî iktidarların elini kıpırdatmaması, işyerlerinde sendikacılığa izin vermeyen küçük işverenlere gerekli yaptırımları uygulamaması, yıllar boyunca işçi kesiminin sürekli olarak sefalet sınırında bir hayat sürmesine sebep oldu. Bu küçük işletmelerde, en ufak bir sendikaya üye olma hareketi bile, işverenlerin işten çıkarma yapmasıyla sonuçlandı ve hâlâ sonuçlanıyor. Bu tanımlamamıza, Koç, Sabancı, Vestel gibi büyük işverenleri dışarıda tuttuğumuzu bildirelim. Yani Türkiye’de çalışan işçi kesiminin, küçük işverenlerle yani işverenciklerle problemi vardır. Bu işverenciklerin emek piyasasında haksız üstünlük sağlaması da, büyük işverenleri taşeronlaştırmaya itmektedir.

Çalışma Bakanlığı’nın kıdem tazminatı gibi sun’î konularla uğraşmak yerine; bu küçük işverenciklerin kötü niyetli düşük ücret politikalarının önünü kesmek üzere; bu küçük işletmelerde de sendikacılığın önünü açması ve engelleme yapacak işletmelere ağır yaptırımlar uygulaması gerekmektedir. Her bir işçi bu ülkede sendikalı olmadığı takdirde; bu sömürü devam edecek, düşük ücret politikalarının getirdiği talep yetersizlikleri dolayısıyla bu ülkede ekonomik kriz, ekonomik sıkıntılar bitmeyecektir.

Bu yazdıklarımızı 20-30 yıl önce biri yazsa, bu adam kesin komünist diye algılanırdı. Halbuki ekmeğin dünya görüşü yoktur. Ekmek bildiğiniz ekmektir. Küfür sürer, zulüm sürmez. Bugün milletin yarısından fazlası asgarî ücrete mahkûmdur. Mutlaka asgarî ücretle çalıştırılacak işler de vardır. Ama bir milletin çalışan işçilerinin kayıtlı çalışanlarının % 41’i kayıtdışı çalışanlar dahil edildiğinde en az % 55’i asgarî ücretle çalıştırılmaktadır. Bu kabul edilemez. “Çalışırsan çalış, çalışmazsan senden çok var” demek zulümdür. Bir ekonomide, asgarî ücret standart ücret olamaz. Bir ekonomi de asgarî ücretle çalıştırılacak çalışan oranı en kabadayı % 10’u geçmemelidir. Çalışanlarının % 55’inin asgarî ücretle çalıştırıldığı bir ülkeyiz. Neredeyse Çin olmuşuz haberimiz yok.

Sonraki bir yazımızda 65 emeklilik yaşını tartışalım inşallah.

Okunma Sayısı: 2937
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • kamil dağıstanlı

    28.3.2015 10:52:29

    Tebrikler, sn. kılıfoğlu. Yeni Türkiye iddiasını çürüten bir konuyu ele almışsınız. Biz dini bütün insanların bile asgarî ücretin arttırılması ve kıdem tazminatının ödenmesine karşı çıktıklarını çok gördük.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı