"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Uyumayan şehirler: Mekke -2

Misbah ERATİLLA
18 Eylül 2016, Pazar
Medine’deki otelimizden saat 12.00’da ayrıldık. Mekke’ye yolculuk için bedenen ve kalben hazırdık.

Peygamberimizin (asm)) doğumuyla şereflenen şehre gidiyorduk. Otobüsümüz Mekke yolculuğu için otelin önünde bizi bekliyordu. Beş gündür rüyalarımı süsleyen Kâbe’ye artık gidiyorduk.

Tur rehberimiz Ali Hoca mikrofonu eline aldı. Duâlar okuyarak  umrenin fazileti hakkında bilgiler verdi. Hep birlikte boğazımız kuruyana kadar duâlar okuduk. Otobüsümüz yol aldıkça Medine, Mekke arasındaki zor hayat şartları karşısında hayretimi gizleyemiyordum. Böyle bir yer olacağını tahmin edememiştim. Hiç görmediğim volkanik taşlar ve kararmış kirli bir toprak... Saatler boyunca bir avuç normal toprak dahi göremedim. Kilometrelerce gidilen yol boyunca gördüğüm tek alan yeşil bir hurma bahçesi oldu. Sıcaklık, gizli bir fırın gibi otobüs kapısı açılınca içeri saldırıyordu. Nihayet gözlerim çölün ortasında birkaç canlı gördü. Uzaktan uzağa çölün ortasında deve çiftlikleri görünüyordu. Çiftliğin ortasında üstü kıl çadırlarla örtülü mekânları filmlerde görmüştüm. Kıl çadır içindeki hayatı merak ediyordum. Bu zor şartlarda insanlar nasıl yaşıyorlardı. Yol boyunca karanlık ve sıkıntılı tünellerden geçer gibi otobüsümüz yol alıyordu.

Duble yollar hiç de gördüğüm duble yollara benzemiyordu. Sıradan yollar gibiydiler. Tozlu, kumlu hava otobüsümüzün görüş mesafesini azaltmıştı. Yol levhalarında anladığımız kadarıyla Mekke’ye varmamıza az kalmıştı.

Mekke’nin ışıklı caddelerinde otobüsümüz hızla yol alıyordu. Bizler bir an önce Kâbe’yi görmek için etrafımıza bakınıyorduk. Gözlerimizle etrafı tarıyorduk. Koca koca çok katlı oteller gökyüzüne uzandıkça hiçbir yer görünmüyordu. Uzaktan uzağa bazı minarelerin ışıkları görünüyordu.

Nihayet rehberimiz eşliğinde kalacağımız otele vardık. İlk umre, ilk Kâbe ziyaretimiz gerçekleşecekti. Yaşanacak gerçeklerle, hayallerimizde yer tutan bilgiler yüzleşecekti. 

Tekbirler, duâlar ve hızlı adımlarla Kâbe’ye doğru daha da hızlanarak yürüyorduk. 97. kapıdan Mescit-i Haram’a adım attık. Caminin içi ihramlı insanlarla kaynıyordu. Yüzlerde hedefe kilitlenmiş bir heyecan okunuyordu. Kılınan her namazın yüz bin sevap değerinde olması yaşanan sıkıntılar hoş karşılanmasına sebep oluyordu. Herkeste sabır birinci öncelik olmuştu.  İnsanlar buğday çuvalındaki taneler gibi bir birine yakındı ve kimse halinden şikâyetçi değildi. Kâbe hâlâ görünürde yoktu. Karşımıza iki yol çıktı. Rehberimizle sağ tarafa doğru yürüyen merdivenle aşağıya doğru indik. Burası inşaat makineleri ile doluydu. Çevreyi genişletme çalışması 24 saat aralıksız sürüyordu. Üstü kapalı bir geçitten sol tarafa dönerek yola devam ettik.

Bir anda gözleri kamaştıran simsiyah örtülü Kâbe karşımdaydı. Yıllardır TV’lerde, gazete sayfalarında, oturma salonu levhalarında gördüğüm Kâbe şimdi tam karşımda duruyordu. 3 bin km’lik yoldan ziyaretine geldiğim Kâbe’ye öylece baka kaldım. Hayalimdeki Kâbe ile gerçek Kâbe karşı karşıyaydı. Hangisi daha gerçekti. İnancımda ne gibi değişiklik olacaktı. Umduğumu bulacak mıydım, yoksa inandığım iman ettiğim birikimlerim beni daha iyi noktalara mı getirecekti. Ümit ve korku arasına etrafıma bakındım. Suyun şekerin üstüne döküldüğünde nasıl eriyorsa içindeki taşlaşmış günahlarım da eritecek miydi? Bilemiyordum.

Başlama noktası olarak yeşil renkli floresan lamba önünde durduk. Tam o noktada duran rehberimiz Osman Hoca tavafın başladığını söyledi. Her dönüşü bir şavt sayılan toplam yedi dönüş yaptık. Her dönüşte tam Hacerü’l Esvet’in karşısına geldiğimizde sağ elimizi selâma kaldırıp duâlar okuyorduk. Bu arada hafıza arşivimdeki kişilere duâ etmeye başlamıştım. Duâların ret edilmeyeceği alanda yığılma oluyordu. Mutlu ve ter içinde yedi şavttan sonra tavafımız tamamlandı. Kâbe’den ayrılıp cami içinden geçerek Tavaf namazı kıldık. Sonra kuruyan boğazlarımızı bir bardak zemzem suyuyla ıslattık. 

Ziyaretimizde hiçbir yeri incitmeden sanki sahabeler ve Hz. Peygamber (asm) hazırmış gibi, saygıyla hareket ediyorduk. İçim sevinç ve hüzün karışımı ruh hali ile çalkalanıyordu. Müslümanların dünyadaki halleri geldi gözlerimin önüne. İnsanlığa örnek  iddiasıyla yola çıkan bu dinin mensuplarının  şehirleri kan revan içindeydi. Her gün oluk oluk kanları dökülüyordu. En çok da birbirlerinin kanlarını dökmeleri acı veriyordu. Gözlerim kalbimin tercümanı olmuştu ve artık gözyaşlarımla konuşuyordum.

Otobüsümüz hızla Arafat’a doğru yol alıyordu. Kavurucu sıcaklık Arafat’ın samimî sıcaklığını hissetmemizi azaltmadı. Arafat Mekke’nin doğusunda, Kâbe’den 16 km uzaklıktaydı. Arafat kelime olarak; bilme, anlama ve tanımak manalarını ihtiva ediyordu. Ayrıca güzel kokulu anlamını da taşıyordu. Dünyanın her yerinden gelen Müslümanlar burada görüşür tanışırlar. Günahlarını itiraf ederek affedildikleri yerdir. Affedilmelerinden sonra günah kirlerinden temizlenip Allah katında güzel bir kokuya sahip olmaları sebebiyle Arafat’a bu adın verildiği söylenir. Geçmişte olduğu gibi, dinî, ilmî, içtimaî ve de siyasî meselelerini konuşup çözüme kavuşturabilecekleri modern anlamda organizeli, düzenli, disiplinli bir kongre olması beklenirken, gönüllerin, ruhların uzlaşması ile yetinilmiştir. Dilleri, ırkları, renkleri, kültürleri ve coğrafyaları farklı olmasına rağmen, inançları, duyguları, dertleri, dilekleri ve duâları aynı olan milyonların yürekleri ve yanık yakarışları vardır. Arafat vakfesinde (bekleme zamanında) Arafat, insan türünün geçici yurdu dünya da ilk buluştuğu noktadır. 

Arafat, Hz. Peygamber’in (asm) Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi mahiyetindeki Veda Hutbesi’ni okuduğu yer idi. Arafat’a vardım, gözlerimi kapadım.  O zamana önce  Hz. Peygamberi (asm) Arefe Günü devesinin üstünde Veda Hutbesi’ni okurken hayal ettim. Her sözünü amcası Hz. Abbas (ra), amcaoğlu Hz. Fadl (ra), Hz. İbn-i Maktum (ra) ve diğer sahabeler diğer kişilere ulaştırmak için tekrar ediyorlardı. Arafat’da Veda Hutbesi’ni dinleyen yüz binden fazla sahabe vardı. Sözleri, kulaklarımdan damarlarıma hayat iksiri olarak akıyordu. Kalbimdeki kan bütün bedenime huzurla dağılıyordu. Bir müddet ruhum bedeninden çıkmış gibi nerede olduğumu hatırlayamadım. Hz. Peygamberin (asm) Veda Hutbesi’nde en son “Size dinî tebliğ ettim mi?” çağrısına sahabeler başlarını gökyüzüne kaldırıp: “Ettin!” sesi beni yıldızlara kadar yükseltip paraşütle yere indirmiş gibi heyecanlandırdı. Üç kez: “Şahit ol ya Rab!” dediğini duyar gibi oldum. Arafat’a baktıkça bu topraklarda hâlâ sahabelerin ayak izlerinin sıcaklığını ve seslerinde “Tebliğ ettin ya Resulullah (asm)!” sedasını duyuyor gibiydim.

Ziyaretimiz devam ediyordu. Kısa bir süre sonra otobüsümüz Müzdelife’ye vardı. Müzdelife, Şeytan taşlamak için, taş toplama yeriydi. Müzdelife’de imkân bulup taş toplamayanlara “Mina’da da taş toplayabilirsin” deniliyordu. Topladığım taşların toplam sayısı yaklaşık 70 olmuştu. O attığım taşlardan bir kısmı beni, nefsimi inciteceğini biliyordum. Taşlar bendeki büyük şeytanın sığınağı olan nefsimi şimdiden yaralıyordu. Müzdelife, “yaklaşmak, yakınlaşmak, yaklaşılan, yakınlaşılan yer” anlamlarını içinde barındırıyordu. Müzdelife’de Rabbime yaklaştığımı hissediyordum. Münzelife, kulağıma şöyle fısıldıyordu, “Toplanın, bir araya gelin!”

Sessiz ve sakin bir şekilde Mina’ya yaklaşıyorduk. Mina, sakin ve sessiz bir topluluk gibi bekliyordu. Gemiden inmeye çalışan yolculara güvenli bir liman gibi kucak açmıştı. Mina, gönül kayığımı yaklaştıracağım bir iskele oldu. Mina, ruhların rahat ettiği Gökyüzü kadar geniş ve huzur dolu bir kalp gibiydi.

Kurbanların kesildiği yerdeyim. Yukarıda Hz. İsmail’in (as) kurban olmaya hazır olduğu yerde görünmeyen bir ses yankılanıyor: “Sevdiklerinizden vazgeçer misiniz?” “İbrahim’in ayak izinden yürüyebilir misiniz? Saygıda kusur etmeyen İsmail olmayı hiç düşündünüz mü?” Kafam karışıktı. Kalbim bu kadar ağır yüke dayanamayıp gözyaşlarımdan yardım istedi ve bir çocuk gibi ağladım.

Otobüsümüz Mekke dışına, sıcaklığın kaynama noktası olduğu bölgeye geldi. Hudeybiye Camii’nin önünde durduk. Zahirde mağlûbiyet, yenilgi, çaresizlikti. Bir soluk daha yaşama şansı, eli bağlı, gözü kapalı düşmanla savaşmanın adı olmuş Hudeybiye. Muhatap olma, bir damla su olarak varlığını göstermenin adı olmuş. Bir tohum olarak toprak altında ölmek için yattığı yerden filiz vererek büyümenin adı oldu. İlk tescil, tanınma bayrağını dalgalandırılan yerin kendisi oldu. Kısa süre sonra tohum çatladı. Filiz olarak toprak üstüne boy attı. Büyüdü, büyüdü. Yıldızlara kadar uzayan bir ağaç oldu.

Mekke çevresinde O’nu (asm) selâmlayan ağaçları ve taşları aradım. Nur Dağı’ndan inerken gördüğüm her taşa ve ağaçlara selâm verdim. Nur Dağı çevresinden Mekke’ye kadar olan bütün taşları, otları, çalı çırpıları hatıra olarak selâmladım. “Onu gören var mı?” diye içimden çığlıklar attım.

Sevr Mağara’sı, Mekke’nin güneyinde sıra dağlar içinde yer alan tarihî öneme sahip bir mağaradır. Sevr mağarasına yürüyerek saatler sonra vardık. Önemli misafirlerini düşmana teslim etmeyen Sevr, Hz. Peygamber (asm) ve Hz. Ebubekir’i (ra) koruyan şanlı ve onurlu bir mağaraydı. O’nu (asm) tanıyan yalnız taşlar, ağaçlar, çalılar değildi. Güvercinler, örümcekler, mağaralar her şey O’nu tanıyordu. O’nun (asm) Rabbi (cc) O’nu (asm) bütün âlemlere tanıtmıştı. Sevr Mağara’sına uzun bir yolculuktan sonra çıkarken içimi bir korku sardı. Sevr, Allah iradesinin bütün hesapları bozduğu yerin adıydı. Bir an içim daraldı. Hâlbuki dağların insana güven verdiğini biliyordum. Sevr Mağarası’nın içinde korku şimşekleri çakıyordu. Korku ve ümit içinde mağaraya tebessüm ettim şükranlarımı bildirdim. Selâmlaşarak oradan ayrıldım. Bu günkü ziyaretimiz, otelimize dönmemizle son bulmuştu.

Yarın son günümüzdü. Hazine dolu bir odadan içeri girdiğimde: “Torbanı doldur!” dendiğinde, taşıyabileceğimin en son limitine kadar torbamı doldururdum. O gece son gecemdi. Bir türlü uyuyamıyordum. Torbamı gecenin son saatlerine kadar tıka basa doldurmalıydım. Gece 3.30’da ilk ezanla Kâbe’ye son tavafa gittim. Kâbe’nin bulunduğu en yakın yere vardığımda sanki bütün Mekke, Kâbe’nin etrafına toplanmıştı. 

Zor ve sıkıntılı dönüşler (tavaf) başladı. Tavaflar duâlarla, selâmlarla devam ediyordu. Yedinci tavafın bittiği yerde oturup namaz kılma vaziyetine geçtim. Karşıya baktım. Hacerü’l Esvet ve Yemen’i bölgesi olan, Hz. Peygamberin sürekli namaz kıldığı bölgedeydim. Duâların kabul edildiği yerde namaza durmuştum. Son saatlerimi, umre ziyareti finalini mutlulukla bitirecektim, ama bu güzel yerde bu son namazın bitmesini hiç istemiyordum. Duâlarım ve sevincim birbirine karışmıştı. Kalbimi ise gece karanlığındaki yıldızlar gibi aydınlatıyordu.

Tavaf namazından sonra mutlu, huzurlu ve gönül hoşluğuyla otele döndük. Memlekete dönüş hazırlıklarına başladık. Cidde Hava Alanı’na giderken Osman Hoca: “İnşallah bu umre hayatınıza çeki düzen vermenize yardımcı olmuştur” dedi ve vedalaştık. Uçağımız akşam 09.00’da İstanbul’a indi. Uyumayan şehirlerin, kendine benzettiği uymayan insanlarını gördükçe bir ziyaretin insan hayatında neleri değiştireceğini sosyal hayata döndüğümde görecektim.

Okunma Sayısı: 4338
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • emin bozkus

    18.9.2016 17:10:18

    Maşallah misbah hoca ne kadarda güzel ve ilmi yazmışsın inan çok faydalandim tebrik ederim Allah kabul etsin

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı