"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Muhal

Muzaffer KARAHİSAR
27 Şubat 2018, Salı
Köydeki eski evinin önündeki çardağın ütünü, asma yaprakları kaplamıştı. Yazın sonuna doğru yaprakların arasından sarkan, kızarmış üzüm salkımları, o mekâna farklı bir güzellik veriyordu.

Yazın bunaltıcı sıcağında yeşil yaprakların koyu gölgesindeki serinlik ve ferahlığı herkes bilirdi. Orada içilen çayların, ayranların, yenen üzümlerin, karpuzların tadına doyulmazdı. Hele neşeli sohbetler, muhabbetli konuşmalar, sormayın gitsin!   

İnsanların bir konak kadar itibar gördüğü, ünsiyet ettiği çardağa Mahmut Ağanın Asmalı Konak derlerdi. Mahmut, köyde tecrübeli, güngörmüş, oturmasını, kalkmasını, laf etmesini bilen, hoş sohbet muhabbet bir adamdı. Hali vakti yerinde, giyim kuşamına dikkat eden, eli açık, ikramı seven, hayır hasenat sahibi, misafirperver bir yapısı vardı. 

Gelen yabancıları çardağın gölgesinde misafir eder, ağırlar, ikramlar yapardı. Fakir fukarayı gözetirken “Biz atalardan böyle gördük” derdi. Köyün tanınmış temiz ve dürüst simalarındandı. Şehir insanı onu Mahmut Ağa olarak bilirdi. Onun getirdiği köy ürünlerini kapış kapışa alırlar, sonradan gelenlere kalmazdı. 

Yine bir yaz günüydü. Mahmut, o meş’um ve hain darbe girişimini duyunca çok üzülmüştü. Millet iradesine kast eden, devlete bomba atan, insanlara kurşun atan hainlerin yaptıklarını görünce “Bunları hemen asmak lazım, başka türlü olmaz…” Çardakta ateşîn konuşmalar, tartışmalar bu minval üzere devam edip gidiyordu.

Büyükşehirde çalışan oğlu Selim’den haber, selam gelmemişti. Sattığı ürünlerin parasını yanına alarak oğlunu ziyaret etmek düştü aklına. İşleri sıkı olmalı, diye düşündü. Oğlunun çalıştığı devlet dairesine vardı. Oğlunun iş arkadaşları, her zaman vardığında o!..o!.. Mahmut Amcalarla karşılarlar, hal hatır sorarlar, çay, kahve ikram ederlerdi. Mahmut da onlara köy hediyeleri getirir, yiyecekler verirdi. 

Bu sefer durum öyle olmadı! Soğuk, resmi bir hava karşıladı Mahmut Ağayı. Hepsinin yüzünde istifham, yüreğinde gizli bir sitem ya da burukluk vardı. Dilinin ucuyla “Hoş geldin.” diyen bir iş bahane edep ayrıldı. Bir şeyleri hisseden Mahmut, sonunda: “Selim nerede?” diye sorabildi. Üzücü haberi vermek, danışmadaki oturan görevliye düşmüştü. Biraz durakladı, lafı evirdi, çevirdi. Sonunda gerçeği söyledi: “Tutuklandı!..” dedi. 

Yaşlı adamın başından aşağı kaynar sular dökülmüşçesine öylece kalakaldı. Anlamıştı bir aksilik olduğunu, içi yanıvermişti. “Olamaz! Muhal, muhal…” diye söylenerek oradan ayrıldı. Nereye gideceğini bilmiyor! Meçhule giden hüzünlü adımlarını takip ediyordu.

Savcıdan izin alarak oğlunu görüp iki çift söz söylemek, birde yüzüne tükürmek istiyordu. Devletine ihanet etsin diye mi yetiştirmişti onu. Suçu olmasa devlet yaka paça tutup hapse atmaz, haksızlık yapmazdı. Bir yığın düşünce, öfke, korku, tasa, şüphe ve kararsızlık içinde cezaevine yöneldi. Gerçi benim bildiğim Selim, böyle bir şey yapmazdı ama yine de insandır, kanmış olabilir mi acaba? 

Savcı, yaşlı adamın görüşmesine izin verdi. “Suçu neymiş?” sorusuna savcı öfkeyle: “Onu da oğluna sorarsın!” dedi. Cezaevi kapısında yoklamaları, kimlik tespitlerini, güvenlik tedbirlerini geçerek demir parmaklıkların oluğu yere ulaştı. Selim elleri kelepçeli babasının huzuruna getirildi. Üzgün, bitkin, dağınık ve acınacak bir halde babasına: “Hoşgeldin baba!” dedi. Mahmut Ağa, burnundan soluyordu. Öfkeyle: “Hoş bulmadım! Senin ne işin var burada. Bunun için mi okuttum seni…” Epey saydı, döktü…

Selim, başını eğdi, masum duruşuyla Babasının lafının bitmesini, öfkesinin geçmesini bekledi. Daha sonra gözünden akan yaşla anlatmaya başladı: “Baba benim hayatta hiç yalan söylemediğimi bilirsin. Beni öyle yetiştirdin. Avukat, dosyamın boş olduğunu söylüyor. Suçumun ne olduğunu bilmiyorum. Haksız yere buradayım. Yemin ederim ki benim kimseyle alakam yok. Ama görüyorum ki, derdimi babama dahi anlatamıyorum, suçsuz olduğuma inandıramıyorum… Tutuklu olduğumu kimseye söyleme ki, iftiranın zararı sana da başkalarına da dokunmasın…”

O günden sonra Mahmut Ağa evinin önündeki gölgelikte, tutuklamalarla ilgili başkasının üstünden laflar sarf ederek: “Kötüleri, suçluları cezalandırsınlar. Buna sözüm yok. Zaten adalet bunu gerektirir. Ama kurunun yanında yaş da yanıyor. Kuruların tuzu kuru, Avrupa seyahatindeler. Yaşların da gözü yaşlı, çok masumlar, mağdurlar, temiz insanlar zindanlarda yatıyor… Buna ne demeli?” demeye başlamış. 

Aradan bir yıldan fazla zaman geçmişti. Mor Beyin furyası çıktı. Meğer insanları o hapsetmiş.  Selim gibi binlerce mağdura tahliye yolu açıldı. Zindanlarda tutulan, tehlikeli, azılı katil, vatan haini sanılan insanlar, yanlışlıkla girdikleri hapisten çıktılar. Bunun üzerine ağzı laf yapan hatiplerin dili çözüldü. Eli kalem tutan yazarlar, edipler Mahmut Ağa’dan ilham aldılar. Zaman, mekân ve insanların müstear ismiyle Mor Beyin mağdurlarının hikâyesini yazmaya başladılar. 

Hikâyede masumların durumları o kadar şüyu bulmuştu ki, binlerce insan, haksız yere rencide edilerek zindanlarda geçen kayıp zamanların anısına o meşhur yıla “Mor Beyin Mağdur Yılı” demişler.

Okunma Sayısı: 2213
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı